Son yıllarda şiddetli anksiyete yaşayan gençlerin sayısında büyük bir artış gözlemleniyor. Bunun muhtelif sebepleri arasında özellikle iki tanesi öne çıkıyor.
Birincisi ve bence en önemlisi, teknolojinin hızlı gelişmesiyle kuşaklar arası farkın bir uçuruma dönüşmesi. Bugün sadece mesleki anlamda ve çevreyle etkileşimde değil, aile içi ilişkilerde de teknolojinin etkisini hesaba katmamız lazım.
Yalnızlık ve stres, insanın kadim rahatsızlıklarıdır. Ancak endişe seviyesinin özellikle gençler arasında bugünkü kadar yüksek olduğu bir dönem belki de insanlık tarihinde hiç görülmedi. Sonuçta bizi dönüştüren teknoloji, hiçbir zaman bu kadar hızlı gelişme göstermedi.
İkinci sebep olarak, her şeyin bizim çevremizde döndüğünü düşünmemizdir. Son zamanlarda bu düşünce yapısı kendini daha keskin bir şekilde gösteriyor. Çevremizdeki insanların da bir değer yargısı olduğunu ve dünyaya farklı baktığını kabul etmekte zorlanıyoruz. Bizim gibi düşünmeyen insanların yanlış düşündüğünü sanmamız, bir tahammülsüzlük ve gerginlik yaşamamıza neden oluyor.
Bu durum özellikle aile içi ilişkilerde kendini daha çok gösteriyor. Birbirimizi çok anlayamasak da çevreyle olan ilişkilerimizde bir iletişim kurabiliyoruz. Ancak ailede iletişimin tamamen koptuğu zamanları daha çok yaşıyoruz. Televizyon karşısında ya da internette geçirdiğimiz zamanlarda aile bireyleri arasında sözlü ya da fiziki hiç bir temas olmuyor. Çocuklarla ilişkilerimizde onları anlayacak empati yeteneğini yeterince geliştiremiyoruz. Üstelik bunun için bir çaba da harcamıyoruz. Bunun yerine bizden bir şey bekleyen çocuğa kendimizi daha çok anlatmaya çalışıyoruz. Bu, çocukların içine kapanmasına neden olurken bizim stresimizin artmasına ve enerjimizin düşmesine yol açıyor. Böylece çocuk kendini yalnız ve kaygılı hissediyor.
Kuşaklar arası fark, teknolojiyle daha da arttı.
Dinamik bir yapıya sahip çevreye uyum sağlamak için bir süreye ihtiyacımız var. Ancak öyle bir hızın içinde yaşıyoruz ki hep bir şeyleri kaçırıyormuşuz hissi yaşıyoruz. Bilgi, bir sağanak gibi üzerimize öyle hızlı yağıyor ki, tam bir şeyi anladığımızı düşünürken öğrenmemiz gereken yeni şeylerle karşılaşıyoruz. Omuzlarımıza binen bu ekstra yük, kendimizi yorgun ve stresli hissetmemize neden oluyor.
Her şey, doğanın yazılı olmayan kuralına tabidir. Teknolojiyle çevremizi değiştirirken kendimiz de değişiriz. Ancak akıl sağlımız zarar görmeden bu değişime uyum sağlamamız, bu süreci kontrol edebildiğimiz müddetçe mümkündür. İşler kontrolden çıktığında hissettiğimiz baskı, akıl sağlığımız üzerinde de olumsuz etki yaratır.
20. yüzyıl başına kadar teknoloji, bugün yaşadığımızdan daha yavaştı. Geçen yüzyıllarda yaşanan devrimler, iki kuşak arasında yine de gri bir alan bırakırdı. Öyle ki, yaşlı insanların değişimi sindirecek süreleri olurdu. Böylelikle gençlikte edindikleri tecrübeleri yeni nesle aktarma şanşını yakalarlardı.
Ancak bugün o bulanık alanı bulamıyoruz. Yüz yılın başında akıllı telefonlarla hızlanan iletişim devrimi, yeni devrimlerin eşliğinde kendini yenilemeyi sürdürüyor. Öyle ki, 2022’de tanıştığımız yapay zekanın sürekli yeni versiyonları çıkıyor. Ne zaman yavaşlayacağını bilemediğimiz bu değişim, bizi sürekli savunma pozisyonunda bırakıyor.
Kuşak çatışmasının derinleştiği bu çağda rol modeller de değişebiliyor. Teknolojinin içine doğan Z kuşağı ile bizim aramızda bence kapatılması çok zor bir boşluk var. Buna iş hayatına yeni girmeye başlayan Alfa Kuşağını da eklediğimiz de sanki ışık hızında birbirimizden uzaklaşıyoruz.
Benim inandığım değerler, çocuğum için bir şey ifade etmiyor çünkü aynı şeyleri hissetmiyoruz. Beklentiler ve başarı kıstasları değişirken benim tecrübelerim anlamını yitiriyor. Ben, bir diploma sahibi olmanın gerekli olduğunu anlatırken o, yılda milyon dolarlar kazanan bir oyuncuyu örnek gösteriyor. Yıllarını, kazanamayacağı bir ideal peşinde harcamak onda gereksiz bir baskı yaratırken benim de geleceğe dair kaygılarımı artırıyor.
Teknoloji, bizi canlı bir dünyadan koparıp sanki sanal bir ortama taşıyor. Sürecin başında olan bu devrimin getirdiği yalnızlığa belki de bünyemiz henüz hazır değil. Duygusal bir varlık olan insanın bundan endişe duyması da gayet normal.
Yetişkinleri Korkutan Gerçek Dünya
Teknoloji, bizi daha farklı bir rekabet ortamına taşıyor. İnternette başarılı olan gençleri örnek alan çocuklar, ebeveynlerinin kendilerine vadettiklerinden mutlu olmuyor.
Yaşıtlarının internette kazandıklarını görünce bir ücreti kabul etmiyorlar. İnternetin kendilerine verdiği özgürlük, gençleri hayallerle baş başa bırakıyor. Oyunlarda kendi yarattıkları sanal karakterlerle yarışıyorlar. Ebeveynler bu durumdan ne kadar kaygı duyuyorsa, çocuklar da o oranda zevk alıyorlar.
Aslında yetişkinlerin de en az gençler kadar internette çok zaman geçirdiğini söyleyebiliriz. Mesela onlar da oyun oynayıp sosyal medya da çok zaman harcıyorlar. Ancak yetişkin gözünde gençlerin oyuna bu kadar kapılmaları, geleceklerinden çaldıkları boş bir uğraştan başka bir şey değil.
Oysa gençler için oyun, bir yaşam biçimi. Kariyer yapmak, ünlü olmak ve çok para kazanmak için önemli bir araç. Sosyalleşmek için bir araya geldikleri ve yeteneklerini sergiledikleri bir arena.
Oyun sektörü, çocukların kendi hikayelerini yazdığı ve kendilerini ifade edebildikleri bir mecra oldu. Günün sonunda aynı dili konuşsak da aslında onların konuştuğu teknoloji dilini anlamıyoruz. Bu dil, onlarda çok farklı bir anlam dünyası yaratmış durumda.
Gençliğin bu tutumu, yetişkinleri endişelendirse de bu kaygılarında haklı oldukları taraflar var. Mesela bazı oyunlar, çocukların algılarını değiştirebiliyor. Okul basıp cinayet işleyenleri ya da intihar edenleri incelediğimizde bir hikayenin karakteriyle bütünleşen ve tepkisini bunun üzerinden veren gençlerle karşılaşıyoruz.
Gençlerin Endişeli Olmasında Yetişkinlerin Payı Büyük.
Teknoloji, sektörleri öyle bir dönüştürüyor ki, insanın psikolojisi de tahmin edemeyeceğimiz şekilde dönüşüyor. Şu anda teknolojiyle başka biri oluyoruz. Yapay zekanın işleri yavaş yavaş devralması, yetişkinlerin stresini artırıyor ve endişe seviyesi yükseliyor. Mesela yapay zekanın yazdığı ilk senaryonun vizyona girdiği film, İngiltere’de yasaklanıyor. Senaryo yazarları, yapay zekanın işlerini devralacağından korkarak filmin gösterime girmesini engellese de bunu daha kaç kez başarabilirler?
Ne var ki tasa duyanlar yetişkinler olsa da bu tutum çocuklarda iz bırakıyor. Yetişkinlerin uyum sorunu, kendilerinin olduğu kadar çocuklarının geleceği hakkında da endişeli olmalarına yol açıyor.
Kendilerini uzman kabul edenler de olmak üzere bu çağı ıskalayan büyük bir yetişkin kesim var. Örneğin çok iyi bir psikolog da olsanız, yapay zeka hakkında bilginiz yoksa, teşhislerinizde hatalar yapabilirsiniz. Çok iyi bir doktor ya da gazeteci olsanız dahi, teknolojiyi takip etmiyorsanız mesleğinizde yeterli olamazsınız.
Ebeveynleriyle iletişim kopukluğu yaşayan gençler, böyle bir ortamda kendini ifade edebileceği sosyal medya platformlarında daha çok zaman geçiriyorlar.
Sosyal Medya: Yeni Çağda Stresin En Önemli Kaynağı.
Bugün sosyal medya aracılığıyla iletişim ve kendimizi ifade etme biçimimiz değişiyor. Ne var ki sosyal medyada özgür olduğumuzu düşünsek de belli kurumların ve kişilerin fikirlerini tartışarak yönlendiriliyoruz.
Sosyal medyada, herhangi bir fikri alıp sürükleyen bir kitle var. Öylesine ki, yaptığımız en küçük hata, sosyal medyada linç edilmemize sebep olabiliyor. Bu da özgün fikirlerimizi söylememizi ve kendimizi ifade etmemizi engelliyor. Bu sebeple sanal dünyada da bize yakın insanlarla bir arada olmak istiyoruz. Aynı kampta olanlar aykırı bir ses çıktığında ortak savunmaya geçiyor.
Yüz yüzeyken gösteremediği cesareti sosyal medyada gösteren insanlar var. Klavye başında kendini çok iyi ifade eden bu kişiler, birisiyle karşı karşıya kaldığında tutuluyorlar. Çok ilginç biçimde, binlerce kişinin önünde cesur olan bu insanlar, gerçek hayatta çok utangaç olabiliyorlar.
Düşünceleri sözcüğe dökmenin, yazarak ifade etmekten daha zor olduğunu kabul ediyorum. Bu sebeple yazan insan, sosyal ilişkilerine devam edebiliyor. Mesela bir kitaptan aklında kalanları yazıya döktüğünde, anlatacağı yeni şeyler olduğunu keşfediyor. Kendini keşfettikçe insanlarla ilişkileri yeni bir boyut kazanıyor ve çevresini zenginleştirebiliyor.
Ancak sosyal medya bağımlısı olanlar, insanların duygularını ifade eden yüzleri unutuyor. Sadece ekrandaki karakterlere bakmaktan bir hafıza kaybı yaşadıklarını düşünüyorum. Sonuçta zihninde soruyu soran da cevabı veren de kendisi olduğu için pervasızlaşabiliyor.
Bir diğer önemli sorun, iletişimi tek taraflı düşünmemiz. Günlük hayatta beğenmediğimiz bir konuşmayı kesmek için bahane bulmaya çalışırken, sanal da hemen bloklayıp konuşmayı sonlandırabiliyoruz. Belki de sorun bu kolaylık dediğimiz şeyde. Bu durum sosyal ilişkilerimizi geliştirmiyor.
Bunun yanında sosyal medyada aynı anda birden fazla kişiyle konuşabiliyoruz. Üstelik bunu da hızlı bir şekilde yapıyoruz. Ancak bu kadar çok kişiye bölünemeyince, herkesi aynı kefeye koyarak işi standartlaştırıyoruz. Bu durum empati yeteneğimizi zayıflatıyor ve anlamlı ilişki kuramıyoruz.
Sosyal Medyada Sen Nesin? Ne Üretirsin?
Bugün sosyal medya üzerinden yeni işlerle tanışıyoruz. Yaratıcılıklarını kullanıp, küçük sermayeyle evde ürettiklerini satan kadınlar, sosyal medyada yeni bir sektör oluşturdu. Bunun yanında hiç bir mesleği olmadan, sadece hayal satarak milyonlarca takipçisi olan influencerlar da (ilham veren) var. Bu insanlar, sadece tükettiğini göstererek popüler olabiliyor. Birçok kişi de hiç üretmeden şöhreti yakalayan bu insanları örnek alıyor. Neticede sosyal medyada kullanıcı sayısı her geçen gün artmaya devam ediyor.

Hangi mesleği yaptığımız ya da ne ürettiğimiz değil ama ne kadar takipçimiz olduğu statümüzü etkiliyor. Buna ulaşmak için ilişkilerimizi sosyal medyada paylaşıyoruz. Ne kadar sosyal olduğumuzu, hayatı ne kadar sevdiğimizi herkese göstermek istiyoruz.
İnsanların farklı bir yanımız olduğunu bilmesini istiyoruz. Oysa o kadar benzer şeyler yapıyoruz ki ortaya bir fark çıkmıyor. Üstelik yaptığımız işe bir değer de katamayınca her şey daha da sıradanlaşıyor.
Her yenilik biraz abartıyla başladığından bir müddet akıl tutulması yaşarız. Ancak zamanla rasyonel olmayan şeyleri doğru kabul ederiz. Öyle ki, her şey yerli yerine oturduğunda yanlışlar yapılarak doğruya ulaşıldığını farkederiz. Mesela yıllar önce günün stresinden kaçmak için girdiğimiz internet, bugün kurtulamadığımız stres kaynağıdır.
Şu anda da bir yeniliği abartıyor olabiliriz. Sonuçta teknoloji yeni bir iş modeli yarattı ve bu işten büyük para kazanan insanlar var. Bu sebeple, sonucu görmek için tozun ve dumanın biraz dinmesini beklemek gerekiyor.
Teknolojinin getirdiği hıza yetişmek, sosyal medyada her şeye yetişmeye çalışmak mümkün değil. Herkesin söyleyecek bir şeylerinin olduğu bir zamanda, her gün milyarlarca aynı şey farklı bir şekilde söyleniyor. Örneğin ben de bu konuyu yazarken, aynı konuda yüzlerce makale arasında boğuldum. En yararlı olanlarla kendi fikirlerimi harmanlayarak bir değer yaratmaya çalıştım. Konu da bu zaten; bir değer yaratmadan tekrarlanan bilgi yığını arasında boğuluyoruz. İşlerimizi yetiştiremeyeceğimiz hissine kapılıyor, kendimizi endişe ve kaygı içinde bırakıyoruz.
Yalnızlığın Bir Nedeni de Bize Ait Olmayanı İstemek
Dünya çok güzel bir yer. Çok güzel ülkeler var. Öyle ki “Böyle bir dünyada mı yaşıyorum?” diyebileceğimiz yerler, internetten oturma odamıza kadar geliyor. İnternette keşfedilmeyen bir yer neredeyse yok. Öyle ki web, dünyanın en ücra yerinde yaşayan birinin de bağlanabileceği bant genişliğine ulaşmış durumda. Dolayısıyla oraya gitmeden de, kültürü ve coğrafyası hakkında fikir sahibi olabiliyoruz.
Kişi, webde ince bir yol açarak, uzayda başka evrenleri birbirine bağlayan solucan delikleri gibi, o dünyaya bağlanabiliyor. Oysa bağlantıyı koparıp gerçeğe döndüğünde bunu kabul etmekte zorlanıyor. Sosyal medyayla, belki de hiç bir zaman göremeyeceği ve tanışamayacağı insanların hayalini kuruyor. Biraz önce Los Angeles’tayken şimdi memleketine dönüyor. 2 dakika önce bütün benliğiyle oradayken, Kars’a ya da Elazığ’a dönmek onu mutlu etmiyor.
Eğer o dünyayı görmeseydi belki daha mutlu bir hayatı olacaktı. Ne var ki kendisinden daha iyi olduğuna inandığı kişileri gördü ve çevresi anlamını yitirdi. Öyle ki, kendi benliğine saygısı düştü ve öz-değer eksikliği yaşamaya başladı. Mesela arkadaşlarını ve işini beğenmediğini farketti. Hatta ailesinden bile utanmaya başladı.
Böyle bir psikoloji içindeki kişi, kalabalıklardan ve başkalarıyla etkileşimden kaçar. Kendinden daha iyi olduğuna inandığı kişilerin yanında kaygısı artar ve telaşa düşer. Bunun sonucunda hiçbir şeyden zevk almama, içe kapanma ve depresyon belirtileri başlar. İnsan kendini hızla yalnızlığa sürükler.

Ayrıca bu bir kıyasa da sebep olur. Başkalarının daha iyi zaman geçirdiğini veya daha heyecan verici deneyimler yaşadığını düşünür. Bunun sonucunda sürekli karşılaştırma yaparak kendini yetersiz hisseder. Oysa her insanın kendine özgü deneyimleri ve bakış açıları vardır. İnsan, kendini başkalarıyla karşılaştırmak yerine, kendi yoluna ve hedeflerine odaklanmalıdır.
Mobilite, Değer Çatışması Yaratır.
Bugün herkesin birbirine bağlanması, kariyer fırsatlarını da geliştiriyor. Böylelikle teknoloji, özellikle büyük şehirlerde yeni iş imkanları yaratıyor. Ne var ki köyden büyük şehre gelen bir kişi, kendi adetleriyle beraber geliyor. Yeni çevre, alıştığı çevreye uymuyor. Bu hayat tarzını da hemen sindiremeyince, geldiği şehri kendi bakış açısına göre uyarlıyor.
Kişi, o eşiği geçecek anlayışa ulaşmak için zamana ihtiyaç duyar. Ancak bir genç için bu daha zordur. Bu, henüz hayatta iyi ve kötüyü ayıracak tecrübeyi kazanamamış çocuklardan çok şey beklemek olur. Böylece kendi değerlerinden utanır ve edilgen olur. Alıştığı ortamdan bambaşka bir ortama geçtiğinde yabancılık çeker. Kendini yetersiz hissederek endişesi yükselir. Bunun sonucunda yaşadığı özgüven eksikliğiyle içine kapanır.
Bir Ülkenin Siyaseti İnsan Psikolojisini Etkiler
Ülkede siyasetin tonu ve rengi, kesinlikle insanların bakış açısına yansıyor. Gergin bir ortam zaten 3-5 kişinin sürüklediği sosyal medyada insanları hemen etkisi altına alıyor.
Bazı hükümetler, devleti bir şirket gibi düşünür. Bu yönetim anlayışında vatandaşlar hükümetin müşterisi gibidir. Bu durumda yönetim, iyi müşteri ve kötü müşteri ayrımı yapar ve hizmet kalitesi farklılaşır. Örneğin sosyal atık gördüğü emekli, gelir adaletsizliğini derinleştirir ve sosyal krize sebep olur. Anne ve babalarına bakmak zorunda olan aile sayısı arttıkça çocuğa gitmesi gereken kaynak yetersiz kalır. Ayrıca hükümetin tehlikeli bulduğu gençlere şüpheyle yaklaşımı, yalnızlığı ve depresyonu getirir. Bu politikalar, genç neslin henüz anlayamayacağı bazı fedakarlıklar yapmasına sebep olur.
Sonuçta bu politika, ülkenin her kurumuna sirayet eder. Mesela okullarda öğretmenler üzerindeki baskı, onların veli ve öğrenciler karşısında etkilerini yitirmesine neden olur. Henüz tecrübe kazanma aşamasında olan çocuklar, kaba gücü başarıya giden yolda en etkili araç olarak görür. Bunun sonucunda ülkedeki siyasi manzara, korkutucu ve tehditkar bir ortam yaratır.
Covid-19, Yaşanan Stresi Daha da Yükseltti
Bazen öngöremediğimiz ve kontrol etme şansımızın olmadığı doğa olayları stresimizi daha da artırır. Mesela ülkemizde yaşanan 06 Şubat depreminin yarattığı olumsuz etkileri yaşamaya devam ediyoruz. Bunun yanında 2020-2023 yılları arasında yaşanan pandemi de tüm dünyada büyük bir endişeye neden oldu.
2020 ve 2023 yılları arasında belki de tarihte ilk defa, tüm dünyanın kapandığına şahit olduk. Eşi benzeri görülmemiş bu olay, tedavisi henüz bilinmeyen ve sonunda ölüm olan Covid-19 salgınından kaynaklıydı. O dönem çocuklar arasında zaten var olan stresin etkisinin pandemiyle ikiye katlandığı tahmin ediliyor.
Salgında öyle bir izolasyon yaşadık ki, sevdiklerimizden destek alamadığımız zamanlar oldu. Hayatımızdaki her türlü kısıtlama ve aramıza mesafeler koyma, bizde büyük stres yarattı. Hayatın günlük akışı içinde farkında olmadan yaptığımız tedbirsizliklerin sonuçları oldu.
Böylelikle yalnızlık ve ölüm korkusu gibi, insan ruhunda derin izler bırakan duygular yaşadık. Bunun yanında, ölümden sonraki acı ve maddi kaygılar da endişe ve depresyonu arttırdı. Aynı ev içinde yaşayanlar, hastalanan kişiden kendilerini uzak tutarak ona bir ömür biçtiler.
Eşlerin birbirine aşırı tepki vermesi, evliliklerin bitmesine neden oldu. Özellikle kadınlar, belki de annelik duygusuyla aşırı tepkiler verdi. Salgın, kadınların baskıya daha az dirençli olduğunu göstermiştir. Aile içindeki durum, diğer etkenlerle birleşerek gençler ve çocukların psikolojisini olumsuz etkiledi.
Buna ek olarak sağlık çalışanlarına ayrı bir yer açmalıyız. Bu insanların yaşadığı yorgunluk ve fedakarlıklar, birçok insanı kurtarmıştır. Ancak bu durum, intihar düşüncesinin başlıca tetikleyicisi olmuştur.
Sonuç
Stres ve endişe, çağımızın hastalığı. Başlarken belirttiğimiz gibi çağın hastalıkları da teknolojinin getirdiği değişimle beraber gelir. Bundan kaynaklanan rahatsızlıkların çözümü de değişimi nasıl algıladığımıza bağlıdır.
Ebeveynler olarak kendi dünya görüşümüzü çocuklarımıza dayatıyoruz. İşin doğrusu çocuklarımızın, bizim istediğimiz hayatı yaşamasını istiyoruz. Onlara sunduğumuz bu kadar imkanın onları neden mutlu edemediğini anlamıyoruz. Halbuki bizim iyi bir gelecek diye sunduğumuz hayat, onların hayallerinden farklı.
Çocuklarla aramızdaki ilişki, özellikle annelerin koruyucu tavrı, biraz abartılı bir seviyeye ulaşıyor. Oysa biraz empati geliştirmemiz, belki de bu sorunu büyük ölçüde çözer.
Birbirimize en çok ihtiyaç duyduğumuz bir zamanı yaşıyoruz. Bunu başarmamız da onlar gibi teknolojiyi benimseyerek olur. Hayata aynı pencereden bakmak, çocukların hayatına neyin yön verdiğini doğru tespit etmekle başlar.