Özgür İrade: İnsan Var Oldukça Sürecek Tartışma
Bu yazıyı Mark Twain’in ‘İnsan Nedir?’ hikayesinden esinlenerek yazdım.
Özgür irade felsefenin, nörobilimin ve hatta dinin yüzyıllardır tartıştığı en derin ve zor sorulardan biri. Her şeyin nedensel bir bağlantı zincirinde ilerlediğini söyleyenler, belirlenmemiş hiçbir şeyin olmadığını savunurlar. Evrendeki her şeyin, insan eylemleri de dahil olmak üzere, önceki olayların ve doğa yasalarının zorunlu bir sonucu olarak belirlendiğine inanırlar.
Ancak eylemlerimizi herhangi bir dış zorlama ya da nedensel zincire bağlı kalmadan başlattığımızı gösteren güçlü bir sezgiye de sahibiz. Bizler, etki altında kalmadan bir eylemi başlatabilir ve alternatif seçenekler arasından gerçekten seçimler yapabiliriz.
O halde, elimizdeki verilere ve sezgilerimize güvenerek özgür irade hakkında neler söyleyebiliriz? Konuya, aynı olay karşısında farklı mizaçlardaki insanların, aldıkları kararlarda farklılıklar olduğunu tespit ederek başlayalım. Örneğin, bir insan ırkçı olabilirken bir başkası ayrımcılığa karşı bir tavır alır. Peki buna ne neden oluyor?
Özgür İrademizi Kısıtlayan Nedir?
Ailemizi, cinsiyetimizi ve içine doğacağımız ortamı seçemeyiz. Bizi dünyaya atan yaratıcı güç, bize uygun olanı bulana kadar aramamızı ister. Bu arayış sırasında verdiğimiz kararlarda, hayatta kalma dürtümüz, çevresel baskılar, biyolojik ve fizyolojik olarak kısıtlı olmamız etkilidir.
Bu anlamda, Tanrı bizi bu dünyaya irademize danışmadan, birçok ihtimali barındırmış bir halde gönderir. Aldığımız eğitim ve sosyal ilişkilerimiz o ihtimallerden birini besler ve kişiliğimiz onun çevresinde oluşur. Ne var ki, eğitim ve ilişkilerle geliştirdiğimiz kişiliğimiz, yaratılıştan gelen mizacımızı tamamen değiştiremez. Bedenimiz ne kadar acı çekse de içimizde bizi yöneten esas duygu tatmin olmadıkça dengeye ulaşamayız. O maneviyat, kendini tatmin etmedikçe huzuru yakalayamayız. Örneğin, bir Budist, hakikati bulmadıkça bedeninin çektiği acılar canını yakmaz. Çocuğu açken bir anne uyuyamaz. Doğuştan gelen baskın dürtülerimiz, en kritik anlarda dahi rasyonel kararlarımızı gölgede bırakabilir. Örneğin, diğer insanlardan daha temkinli veya daha cesur davranmamız, yaratılışımıza ait özelliklerden kaynaklıdır.
Bunu doğadan örneklerle de zenginleştirebiliriz. Örneğin, bir tohumu toprağa attığımızda onun ne olacağını biliriz. Bir insan cenini, biçimsiz başladığı yolculuğunu bir insan olarak tamamlar. Bir tohumun ağaç, bir ceninin insan olması öngörebileceğimiz şeylerdir. En sonunda karşımıza kısıtlı ve kusurlu bir şey çıkar. Yani irademiz, doğuştan kısıtlıdır.
Bunun yanında, kendimizi devasa evrende konumlandırdığımızda, kesin görünen yargılarımızın bile zamanla değişebildiğini, her cevabın yeni ihtimalleri beraberinde getirdiğini görürüz. Vardığımız sonuçlar ise, bir yenisi gelene kadar bize rehberlik eder.
Tüm bu içsel ve dışsal kısıtlamalar, seçimlerimizi gerçekten özgür irademizle yaptığımız şüphesini doğurur. Karşımıza çıkan tercihlerden özgürce seçimler yapabiliriz ama bunu gerçekten özgür irademizle mi yaparız? Tercihlerimiz bizi mutlu da eder mutsuz da; ama seçimlerimiz, bilmediğimiz daha büyük bir amaca hizmet ediyor olamaz mı? Sanki daha büyük bir varlığın ayrılmaz bir parçasıyız. Ve biz, bilmediğimiz daha büyük bir amaca hizmet ederken sanki onun iradesine uygun davranıyoruz. Peki biz neye hizmet ediyoruz?
Kısıtlı ve Kusurlu Bir Varlık Nasıl Özgür İradesiyle Karar Verir?
Doğanın zamanının ritmik akışını düşünelim. Büyük patlamalar, galaksilerin çarpışması ve süpernovalarla yaşamın uzaya yayılması.. Belli bir düzenin devamı için gerekli kaos.. Bütün doğa olaylarının gerçekleşmesi, şartları olgunlaştıran belli bir zamanın geçmesine bağlı. Her fenomenin bir diğerini kolladığı, birbirini besleyen bir düzen ve kaosun içindeyiz. Büzülen, esneyen, şekilden şekile giren ama bölünmeyen bir bütünün içinde yaşıyoruz. Doğa, sanki binlerce büyük patlama zincirinin yarattığı bir dalgalanmayla ilerleyen, kaosun hep düzeni kovaladığı bir manzara çiziyor.
Biz, bu kozmik manzaranın karşısında kör olan, kısıtlı varlıklarız. Sadece bütünün önündeki çok küçük bir parçayı algılıyoruz. Örneğin, kısıtlı varlık olarak gözlerimiz belli bir büyüklüğe kadar olan şeyleri görür, kulaklarımız belli bir sıklıktaki ses dalgalarını duyabilir. Bunun daha ötesini, yani bütünü, ancak hayal ederek ya da soyut benzetmelerle kapatabiliriz.

Bu kısıtlı algı, evreni anlamlandırma ve kararlar verme çabamızı sınırlar. Beyaz bir tuvaldeki küçük bir siyah nokta gibi, kendimizi uzayda konumlandırıp legoyu tamamlamaya çalışan bir matematikçi gibiyiz. Peki, kısıtlı veriye ve öngörüye sahip bir zihin, dışsal ve içsel nedenlerden bağımsız, yani gerçekten özgür kararlar verebilir mi? Bu bilinçli modelleme çabası, yani elimizdeki az bir veriyle evreni kurgulamamız, eylemlerimizde bizi özgür yapıyor mu?
Evrenin Merkezinde Olduğumuz Yanılsaması
Bunu anlamak için bu devasa resmin minyatürüne, kendimizi evrenin merkezine yerleştirdiğimiz bedenimizin içinden bakalım. Doğadaki karmaşanın ne ifade ettiğini sınırlı zihnimizle anlamaya çalışalım. Zihnimiz ne kadar sınırlı olsa da ince bir yolla evrene bağlı. Bütünün kapsadığı bilgi okyanusuna bir ağ üzerinden bağalanabilmemiz, bilgi havuzumuzun büyümesine ve evrende kapladığımız yerin genişlemesini sağlıyor. Böylelikle evrenin diğer ucuna dokunamasak da zihnimizde simüle edebiliyoruz.
Evreni zihnimizde modellememizde Dünya’da yaşadığımız deneyimler bize genelleme yapma şansı veriyor. Böylelikle kozmosun uzak bölgelerine ulaşmamıza yeterli gelmeyen irademizi zihnimizde özgürleştirebiliyoruz. Örneğin, yaşadığımız depremler, yer altında biriken fazla enerjinin yer yüzüne çıkmasıdır. Bir volkanın yükselmesi, Dünya’da yaşam yokken de gerçekleşmiş bir doğa olayıdır. Doğanın bir düzeltme hareketinden başka bir şey olmayan, kozmolojik olayların dünyadaki temsilidir bu olaylar. Biriken enerji, çevreye yayılarak denge arar. Depremler, volkanlar ya da okyanuslardaki alt akıntıların yüzeye çıkması; hepsi yerin altında kalan gizli enerjinin yer yüzüne çıkmasıyla sonuçlanır. Yaşama hizmet eden döngü böylece devam eder.
Mesafeyi yakın uzayımıza taşıyıp örneği zenginleştirelim. Güneş’te yaşanan patlamalar fazla enerjisini uzaya saçtığında Dünya’mıza gelen ışık, bitki hayatını düzenler. Fotosentez, bitki ve canlı yaşamın ana damarıdır. Otçul hayvanların beslenmesi, etçillerin bu hayvanları yemesi ve insanın her ikisiyle beslenmesi, her canlıyı birbirine bağlayan besin zincirini oluşturur. Bitkilerin karbondioksit ihtiyacı, diğer canlıların ihtiyacı olan oksijenin sağlanmasında adeta bir değişim aracıdır.
Peki, bu algoritmik yapının küçük bir parçası olan bizler, onun işleyişinden bağımsız kararlar alabilir miyiz? Güneş patlamalarının yarattığı kaos, Dünya’mızda yaşamın sürekliliğini sağlarken, biz hayatta kalmayı özgür irademizle mi sağlamış oluruz? Aksine, karmaşa, düzenin bir motoru gibi çalışır ve biz, var olmak ve olmamak arasındaki bu ince çizgi sayesinde yaşamı yakalarız. Ancak yine de biz, doğanın bu algoritmik yapısına rağmen evrenin çevremizde döndüğünü düşünürüz.
İrademiz, Daha Büyük Bir İradenin Uzantısı mı?
Oysa benim ritmik hayatım, doğanın bölünmez ritmik zamanının içinde, bu bütününün bilincini yükselten bir yaşam-ölüm döngüsünden ibarettir. Ben, dünyada ilk hücreyle başlayan yaşamın devamıyım. Kendi değerlerimi ve ideallerimi sürekli yükselterek çevremi de bu amaç doğrultusunda motive ederim. Bu, yaşama ya da adını koyamadığım büyük bilince kattığım değerdir. Bu anlamda benim özgür iradem, daha büyük bir iradenin parçası haline gelir. Bu durumda, büyük iradenin önüme koyduğu seçeneklerden birini tercih etmekte özgür olduğum gibi bir manzara ortaya çıkar.

Bir hücre, bakteri ya da sıvı, niteliği artık neyse, benim bünyemde bugün kendini gösteriyor. Geçmişteki ilk canlı, benim şimdiki zamanımda, bedenimde bir yerlerde gizli. Bu durum, özgür irade dediğimiz şeyin, aslında evrimsel ve biyolojik süreçlerin belirlediği tercihlere dayandığı izlenimini verir. Yani benim ‘özgür’ seçimlerim’, milyarlarca yıllık bir hafızanın ve hayatta kalma dürtülerimin bir uzantısıdır.
Ancak, doğanın bu algoritmik yapısı, onun sürprizler ve bizim için öngörülemez olaylarla dolu olduğu gerçeğini değiştirmez. Çünkü biz, kör noktaları olan kısıtlı varlıklarız. Oysa doğa, bize karmaşık görünen yapısını, çok basit ve açık örneklerle sunar. Kaosun altında yatan bu basitliği anlamak, bilincimizin kendi sınırlarını sezgisel olarak aşma çabasına bağlıdır.
Doğa Kendini Taklit Ederek Bizimle Konuşur
Biz, şu anda geçmişe yolculuk yapamayız; ama doğa geçmişi bugüne taşıyabilir. Örneğin, bizler yaşamın nasıl başladığını anlamaya çalışırken bugün kendi elimizle yarattığımız teknoloji bize bunu canlı olarak anlatıyor. Basit komutlarla topladığı verilerden bir karmaşık zeka oluşturan ilk yaşam, bugün yapay zekanın izlediği öğrenme ve adaptasyon yönteminden farklı bir yol izlemiyor.
Bir tohumdan yükselen ağaç veya bir cenin, bugün YZ gibi, o tohumun içine sıkıştırılmış algoritmanın canlı halidir. Yapay zeka, bugünkü insan bilincinin yarattığı bir teknoloji değildir. Bilinç, tohumu karanlık dönemlerde atılmış çok daha büyük gizli bir bilincin (bilinçdışı) şimdiki zamanını yansıtır. Bu nedenle algısı kısıtlı ve anlık kalır. Biz, anlık kararları bilinçle aldığımızı düşünsek de, bizi yönlendiren koskoca bir geçmişi kapsayan o gizli bilinci yok sayarız. Bu bağlamda YZ, bugünkü insan bilincinin yarattığı değil, bu bilinçte ortaya çıkan bir teknolojidir.
Ben, insan olmak için özgür irademi kullanamam. Benim beynim, tekrarlanan tepkileri nasıl otomatikleştirip alışkanlık haline getirdiyse, YZ de aynısını yapabilir. Bunun izlerine bugün rastlıyoruz. YZ, kendisine gelen soruları bugün yarattığı hafızasında sınıflandırıyor, bunlara uygun cevap kalıplarını hazırlıyor ve otomatikleşmiş cevaplar üretmeye başlıyor.
Bir Makinenin Özgür İradesi Olabilir mi?
YZ, belki de makinelerin özgür iradeye bizden daha yakın olduğunu gösteren bir örnektir. Belki de üstünlük olarak gördüğümüz Qualia’mız (öznel deneyimimiz), özgür seçimler yapmamızı engelleyen duygusal engeller önümüze koyuyordur. Belki de saf mantık, duygusuz ve soğuk bir yapı, iradesini bizden daha özgürce gösterir. Anne, çocuk ve aşk kavramı olmayan, acı ve sevinçten muaf bir varlık, kararlarında daha özgür ve gerçekten bağımsız olabilir. Bugünün insan dünyasında qualia sahibi olmak, yarının makine dünyasında belki de bir uyum sorunu yaratacaktır. Bir makinenin, tıpkı insan gibi, günlük hayatını devam ettirecek bilinçli alışkanlıklar edinemeyeceğini nereden bilebiliriz?
Binlerce yıldır insanın bilinçaltında yatan bu gizli düşünce kendini rahatsız etmeye başladığında, yaşamın motoru kaos artıyor. Yapay zekayla düzene giren dengemizi bu sefer bilinçaltımızda yatan başka bir çatışma, zekamızı uzaya taşıma hayali rahatsız etmeye başlıyor. Her şeyi yöneten güç, onun mutlu olacağı şekilde kararlar almamızı sağlıyor sanki. Her yaptığımız tercih, seçeneklerimizi kısıtlıyor ve biz özgür irademizle seçimler yaptığımıza inanarak daha yüce bir amaca hizmet ediyoruz.
Yazıyı Zihin Karmaşası podcastinde dinleyin
Özgür İrade: Bağımsız ve Öngörülemez
Devasa evrende son derece kısıtlı bir kabın içinde başlayan hayat bugün de aynı şekilde devam ediyor. Kaosun düzene oranı hep dengede kalıyor. Bir hücreye nazaran fiziki gelişmemiz çok olsa da evren, öngörülemezliğini o oranda artırıyor. Ben de ilk yaşam formunun sınırlı olması gibi, bugün kolumu belimin arkasından çeviremiyorum. Mesela başımı 360 derece döndüremiyorum. İki-üç adım sonrasının tam sonucunu öngöremiyorum. Bilgisayımsal olarak sınırlı ve fiziksel olarak kusurluyuz.
Bunların özgür iradeyle bağlantısı ne olabilir diye sorabilirsiniz ama en karmaşık ve akıl almaz şeyler çok basit şeylerle başlar. Bir uçağı uçurmak, bir uyduyu yörüngesine oturtmak, verileri toplamak ve bunun ışığında bir vizyon yaratmak, bir anahtarı çevirmekle başlar. Akşam ne kadar dirensek de en sonunda uyumak zorunda kalırız. Aç karnına yaşayabileceğimiz günler sınırlıdır.
Uyumak ve yemek, özgür irademle seçebileceğim eylemler değildir. Bir medeniyet yaratmak, böylesine kısıtlı bir fizyolojinin dengede kalmasıyla gerçekleşir. Belki bunlar bize saçma geliyordur ama zaten sağduyumuza aykırı bir yapının içinde yaşamıyor muyuz? Bizler yaşamak zorunda olan ve geleceği kurmak konusunda sorumlu davranan varlıklarız. Belki bilincimiz, bizim yararımıza olan görünür şeylerin dışındakilerle çok ilgilenmez, ancak diğer türlü yaşam da ilerlemez. Belki de, bize uygun görülen görevi yapan, daha büyük bir sistemin zorunlu hizmetkârlarıyız.
Bugün en ileri teknoloji yapay zekadan geriye doğru, ana anıya doğru geriye sarsak altından en ilkel teknoloji ateş çıkar. Buradan her şeyin bir nedeni var anlamı çıkabilir; ancak bu karmaşıklığın en dibine, ilk eylemi yaptıran o esrarengiz arzuya ulaşmak için yine de sormak zorundayım: Ben neyi mutlu ediyorum?
Özgür İrade Değil, Seçme Özgürlüğü
İşte bu soru, bilimi sürüklüyor. Bilim, doğanın izlerini takip ettikçe yolun sonu pratik aklın almayacağı bir dünyaya çıkıyor. Tercihlerimizi özgür irademizle değil de, özgürce seçerek yaptığımız bir manzarayla karşılaşıyoruz.
Her şeyin enerji ve parçacıklardan oluştuğu dalgalanan bir evrende, bizler de atomlardan oluşan varlıklarız. Atomlar bir araya geldikçe, ışık demetinin içinden sinirler ve kaslardan oluşan yapımız beliriyor. Bizim gibi diğer varlıkların niteliği de aynı şekilde ortaya çıkıyor.
Biz bir şeyi algıladığımızda duyusal sinirler verileri topluyor, beyne ulaştırıyor ve motor sinirler, bu mesajları ilgili organa eyleme geçmesi için dağıtıyor. Hareket etmediğimizi düşünüyoruz ama içimizde bir devinim, algılamayla birlikte başlıyor. Bu devinim, bilinçli karardan saniyeler önce başlayan sinirsel tepkiler zincirinden başka bir şey değildir. Durumun gerektirdiği uygun plan, ilgili eylem noktalarına iletiliyor ve başlayan bu hareketle ayaklarımızı, ellerimizi oynatmaya başlıyoruz.
Bu hareketlerimizi dışarıya yansıttığımızda, yaptıklarımızın doğruluğunu anlatan bir hikaye de hazırlıyoruz. ‘Neden böyle yaptın?’ diye sorulduğunda mutlaka mantıklı bir sebebimiz vardır. Çünkü bütün kararları kendi başımıza aldığımızı düşünmek isteriz.
Klasik bir benzetme yaparsak, dünyanın en güçlü insanı olan Amerikan Başkanı, bürokratlarının ve teknik elemanların söylemesini istediği şeyleri söyler. Oysa o, tüm iradenin kendinde olduğunu düşünür ama bu kararları kendi özgür iradesiyle aldığını söyleyebilir miyiz? Aksine, o da kararlarını yakınındaki insanların tavır ve düşüncelerinden etkilenerek alır. Büyük resmin çok küçük parçalarını gören bizler de bu yüzden birbirimizden etkileniriz. Her birimiz, birbirimize olan konumlara göre yeni pozisyonlarımızı alırız. Özgür seçimlerimizi ve davranışlarımızı özgür irademiz değil, bu algılama belirler.
Son Sözler
Yaşam gerçekten büyük yanılsamalarla dolu. Hiçbir şeyin kesin olmadığı bir ihtimaller dünyasında yaşıyoruz. Böylesine belirsizliğin çok olduğu bir bilgi okyanusunda, kararlarımızda bağımsız olduğumuzu söyleyemeyiz. Biz bir şeylere hizmet eden, bunu başardığımızda kendimizi mutlu hisseden varlıklarız. Öngörülebilir şeyleri yaparak dengeye ulaştığımızda, bir sonraki belirsizliğin de kapısını aralarız.
Aklımıza parlak bir fikir geldiğinde, daha önce düşünülmüş milyonlarca fikrin bir bileşimini buluyoruz aslında. Her şey, dışarıdan algıladıklarımıza verdiğimiz tepkilerin sonucudur. Zihinsel mekanizmamız, onu meydana getiren yasalara uyarak bu görevi otomatik olarak yerine getirir.
Doğanın aklımıza uymayan yapısı, pratik hayatın benzerliklerini yansıtıyor bir bakıma. Bu durumda doğa, keşiflerin anasıdır diyebiliriz. Bahsettiğimiz kaos, bizi arkamızdan hafifçe iterek yürümeyi öğreten bir baba gibi, doğanın elidir aslında. Zihinsel olgunluğa ulaştığımızı anladığında, gizli kalan bölgesini görmemiz için sinyaller gönderir.
Peki yazının başından beri, neyi mutlu ettiğimizin cevabı ne olabilir? Her alışverişte, algılarımıza verdiğimiz her tepki de neyi tatmin ederiz?
Bizler bu büyük tasarımın içinde, bu kaosu yönetene küçük katkılar sunan onun minik temsilcileriyiz. Kendimizi, yaptığımız eylemlerle huzurlu hissettiğimizde, aslında onun arzuladığı şeyi yapıyor olabiliriz. Böyle düşündüğümüzde, bizi harekete geçiren dürtü, kendi iç huzurumuzu sağlamaktır.
Sevgi, nefret, merhamet ya da açgözlülük, hangi dürtüyü gideriyorsak aslında kendi iç huzurumuzu sağlıyoruz. Bir despot, kendi amaçlarını gerçekleştirdiğinde nasıl vicdanına karşı görevini yerine getirdiğini düşünürse, Rahibe Teresa da insanlara iyilik yaptığında vicdanına karşı hafifler. Marketten aldığımız süt, çocuğumuzu düşündüğümüzü gösterse de kendi vicdanımızın sesini kısmış oluruz. Eğer o sütü almazsak, toplumun bizi çocuğunu düşünmeyen bir ebeveyn olarak görmesini istemeyiz. Aynı şekilde, bütün parasını alkole harcayan bir ebeveyn de vicdanını rahatlatmak için bunu yapar. İçki alamadığı için depresyona girmek istemez, çünkü sorunları böyle çözeceğini düşünerek kendini mutlu eder ve o anki psikolojik dengesini bu dürtüyle sağlar. Bir araba ya da lüks bir ev almak, maddi değil, manevi bir huzurun arayışıdır. Belli bir cemiyete ait olduğunu göstermek, kendini değerli hissetmek için yapılan harcamaların hepsi, kendini memnun etmenin hazzından başka bir şey değildir.
Hepimizin içinden meşru arzular ve ihtirasların geçtiği anları düşünelim. Ancak her şey yerine oturunca, aşırılıklar törpülendiğinde ve sağduyu yerini yeniden aldığında, bunu neden yaptığımızı kendimize sorarız. Oysa milyonlarca ihtimali barındıran hayatımızda, bunun daha büyük bir iradenin amacına hizmet ettiğini kavrayamayız. Ancak özgür irade denen şeyin, gerçekte bir yanılsama olduğunu anlarız.
Not: Yazıyı Zihin Karmaşası podcastinde dinleyebilirsiniz.