“Kötü bir kitap yazdım ve kendimi kuzu kadar lekesiz hissediyorum”
Herman Melville, Nathaniel Hawthorne’ a mektubundan; 17 Kasım 1851
İnançlarımız, doğayı algılayışımızda merkezi bir rol oynar. Çevremizdeki nesnelere anlam yüklerken, dinlediğimiz hikâyeleri yorumlarken, zihnimiz onları kaçınılmaz olarak inancımızın süzgecinden geçirir. Bu durum, gerçekliği kendi imgelerimizle örtüşecek şekilde bükmemize yol açar.
Örneğin Herman Melville’in Moby Dick eserinde anlatıcı Ishmael dev bir ispermeçet balinasının içine baktığında, orada Yunus Peygamber’in yürüdüğü yolu görür. Çubuklu bir doğru balinanın ağzındaki dişin kovuğunu da Yunus’un saklandığı karanlık boşluk olarak düşünür. Tanrı’nın emrinden kaçan ama O’ndan asla uzaklaşamayan Yunus’u yutan, sonrasında karaya kusarak hayatını bağışlayan balina, bir anda ilahi bir aracıya dönüşür.
Gerçekten de Tanrı’dan kaçamayız. Yunus’un Yafa’dan kalkan bir gemiye binip Tarsis’e gitmeye çalışması gibi, bizler de devasa evrende ancak Dünya’nın bir ucundan diğerine savrulabiliriz. Kaçabileceğimiz alan, içinde yaşadığımız kürenin sınırlarıyla çevrilidir. Tanrı’ya isyanımızda kendi perspektifimizden ne kadar haklı olduğumuzu düşünsek de, bu değerlendirme son derece sığdır. Devasa balinaları alt etsek, bedenlerinin sırlarını çözsek bile, keşfedilmemiş bir okyanus ve belki de hiçbir zaman tam olarak anlayamayacağımız bir evrenle kuşatılmış durumdayız.
Böyle bir düzende, insanın “doğruları”, Tanrı kavramını asla net bir şekilde açığa çıkaramaz. Kutsal kitaplardaki hikâyeler, bu sonsuzluk denizinde yol alan Dünya gemisinin yolcularına uygun alegorilerden ibarettir. Bu öyküleri, kendi hayalgücünün etkisindeki bir inanca ve önyargılara sahip insanlar anlatır. Bu sebeple Moby Dick‘te, Tanrı’nın adalet anlayışının bizim kriterlerimizin çok dışında olduğunu görürüz.
İnsanın Dramı: İnanç ve Hakikat Arasındaki Kapatılamayan Boşluk
Ancak insanın bu sınırlılığı, aynı zamanda onun hakikate ulaşma çabasının da kaynağıdır. Bilgi üretme ve yeni hikâyeler yaratma yeteneğimiz, inanç dünyamızı dönüştürerek gerçekliğe yaklaşmamızı sağlar. Okyanusların derinliklerini keşfettikçe, kutsal metinlerde büyüklüğüyle korku salan Leviathan’ı Melville bize anatomik detaylarıyla sunar. İnsanın tutkulu doğası, hayalleri gerçeğe dönüştürdükçe mitolojik figürler birer bilimsel nesne halini alır. Ishmael, insanı isyana sürükleyen bu merak duygusuna hangi dürtülerin sebep olduğunu romanın başında şöyle açıklar:
“Bu dürtülerin içinde en önemlisi büyük balinanın kendisinin karşı konulmaz düşüncesiydi. Böylesine müthiş ve gizemli bir canavar bende müthiş bir merak uyandırıyordu. Sonra ada gibi koca kitlesini dolandırdığı vahşi ve uzak denizler, balinanın eşi bulunmaz, tarifi olanaksız tehlikeleri, bunlara eşlik eden binlerce muhteşem Patagonya görüntüsü ve sesi de aklımı çeldi. Başkaları için belki de böyle şeyler pek teşvik edici olmaz ama bana gelince ben uzaktaki şeylere duyulan arzunun bitmek bilmeyen işkencesi altındayımdır. Yasak denizlere yelken açmaya ve vahşi topraklara çıkmaya bayılırım. Güzel olan şeyleri ıskalamadan şiddeti hem kolayca algılarım hem de onunla dost olurum”
1859’da Charles Darwin, eseri Türlerin Kökeni‘ni çıkarmadan önce Batı düşünce dünyasında bir değişim kendini hissettiriyordu. Özellikle dini uyanışların ve manevi sorgulamaların yoğunlaştığı bir dönemdi. Melville, denizde geçirdiği yıllarda bu konuyu çok düşünmüş görünüyor. Darwin de eserini yayımlarken toplumdaki bu değişimi gözetmiş olmalı.
Bu bağlamda Moby Dick, inancın sınırlarını zorlayan çarpıcı örneklerden biridir. Balinaları av nesnelerinden daha çok, evrimin izini sürdüğü araçlar gibi görür. Ishmael’in bir balina kafasında Yunus Peygamber’in izlerini görmesi, bu canlıların hem biyolojik hem de kutsal birer kayıt olduğunu düşündürür. Kutsal metinler insanın balçıktan yaratıldığını söylese de Melville, suda daha ilkel bir başlangıç olduğuna işaret eder. Belki de o dönem okuyucularının romanı anlayamamasının sebebi, inançlarının böyle bir sezgiyi kabul edecek olgunluğa henüz ulaşamamış olmasıdır.
Romanda Ahab’ın ölü bir balina karşısındaki monoloğu (Bölüm 116), bu varoluşsal sorgulamayı şöyle özetler:
“İçimde tarifsiz bir kaos dalgalanıyor; bir zamanlar yaşamış olanların nefesleriyle soluyorum. O nefesler ki önce hava, sonra su oldular. Öyleyse selam olsun sana, ey sonsuzluk! Yabanıl kuşların ancak senin bitmeyen dalgalarında dinlendiği deniz! Ben karada doğdum, ama sen beni emzirdin; dağlar ve vadiler bana analık etti, ama sen benim sütkardeşimsin.”
Bu sözler, insanın dramını yansıtır. Bir parçası olduğumuz ama asla tam olarak kavrayamadığımız bir evrende, inanç ve hakikat arasındaki oyun sonsuza dek sürecektir.
Su Bizi Çağırır
Melville, inancındaki bu şüpheyi romanın başlangıcında da gösterir. Geçimini balina avcılığıyla kazanan Nantucket’ı, bir gezi yazarı gibi, deniz ve balinaları çağrıştıran güçlü sembollerle anlatır. Hayatı sembollerle tanımlamak, anlam arayışındaki insanın doğasına oldukça uygundur. Üstelik bu anlamlandırmalar, her insanın tahayyülünde farklı şekillerde belirdiği için, çok zengin bir hayatın içinde yaşadığımızı gösterir. Örneğin, Peder Mapple’ın kilisedeki vaazı, Yunus Peygamber’in denizdeki yolculuğunu aktarırken, Ishmael minberi bir “gemi pruvası” olarak hayal eder. Aynı şekilde bir başkası ise onu ispermeçet balinasının devasa kafasına benzetebilir.
Ekonomik hayat, insanın inanç dünyasını resmeden bir ressam gibidir. Bize zenginlik getiren metayı, zihnimizdeki diğer nesnelerle kolayca ilişkilendiririz. Örneğin Budizm’de beyaz fil, Muson yağmurlarını getiren bulutlara benzediği için bereketi simgeler. Benzer şekilde, o dönemde beyaz balinadan elde edilen yağ; evlerde mum, parfüm ve şifa kaynağı olarak insanların hayatında önemli bir yer tutar. Dönemin anlatılarında zenginliğin sembolü olan bu nesne, insanların anlam dünyasını da önemli ölçüde yönlendirir. Ancak hiçbir şey, bilinçaltımızdaki kuytularda yatan köklerimizin ortak çağrısı kadar etkili değildir.
Melville’in Eski Ahit’e gönderme yaparak başladığı öyküde, klasik inancın dışına taşan bu bilincin izine rastlarız. Kasabadaki denizcilik anılarını yansıtan Ishmael’in bilinci, onu daha derinlerde yatan bir düşünceye götürür: su bizi çağırır. Nantucket limanında, insanların suya doğru yürüyüşünü izleyen Ishmael, duygularını şu cümlelerle dile getirir:
“Ama bakın! İşte doğrudan suya ulaşmak için yürüyen, görünüşe bakılırsa denize atlamaya giden kalabalıklar geliyor. Tuhaf! Karanın en ucuna varmak dışında hiçbir şey onları tatmin etmeyecektir, şuradaki ardiyelerin gölgeli korunaklarında gezinmek onlara yetmeyecektir. Hayır. İçine düşmeden suyun gidebilecekleri kadar yakınına gitmeliler. Ve orada dururlar – sıra sıra, küme küme. Hepsi iç bölgelerden, anayollardan ve ara yollardan, sokaklardan ve caddelerden gelirler – kuzeyden, doğudan, güneyden ve batıdan. Ama sonunda hepsi burada birleşir. Gemilerin pusula iğnelerinin manyetik etkileri midir onları buraya çeken, söyleyin bana?”
Su, geldiğimiz yerdir ve bir mıknatıs gibi bizi kendine çeker. Sabah kalktığımızda yüzümüzü yıkayarak uyanmamız, resimlerdeki mavi tonlar… Emekliliğimizde yanında derenin aktığı bir kır evi… Düşüncelerimizde her zaman su vardır. Zihnimizdeki tüm manzaraları güzelleştiren temel öğedir su.
İsmail: Tanrı İşitir
Eski Ahit’teki hikayeler, Batı edebiyatını derinden etkilemiştir. Bugüne kadar okuduğumuz neredeyse tüm romanlarda inancın etkisine rastlarız. Tolstoy’dan Dostoyevski’ye, Stendhal’den Melville’e kadar yazarların inançlarının duygularındaki derin etkilerini görebiliriz.
Moby Dick‘te de hikaye, doğrudan Eski Ahit’e bir göndermeyle başlar: “Ishmael deyin bana.” Belki de bu onun gerçek ismi değildir ama anlatıcı, Hz. İbrahim’in Hacer’den olan ilk oğlu İsmail’in adıyla anılmak ister. Anlatıcı Ishmael, hayatta kendi yolunu bulmuş, üzerinde baskı kurulmasına izin vermeyen, hercai yaşayan bir insandır. Onun hikayesi, Eski Ahit’te babası tarafından reddedilen ama Tanrı tarafından kurtarılan İsmail’in öyküsüne benzer.
Kutsal Kitap’ta İsmail, uzun yıllar çocuğu olmayan İbrahim’in Hacer’den olan ilk oğludur. Dualarına cevap veren Tanrı’yı anmak için çocuğa “Tanrı işitir” anlamına gelen “İsmail” (Yaratılış (16:11) adını verir. İbrahim, İshak’ın doğumundan sonra Hacer ve İsmail’i yanından uzaklaştırır. Hacer, bir çalının altında oğlunu ölüme terk ettiğinde, Tanrı İsmail’in sesini duyar ve onu kurtarır. (Yaratılış (21:17-19)
İsmail, Tanrı’nın esirgemesiyle çölde kendi hayatını kurar ve iyi bir okçu olur. Eski Ahit’te İsmail’in çığlığını duyan Tanrı, Moby Dick‘te sanki Ishmael’in de hikayesinin kuşaklar boyu anlatılmasını ister. Yolculuğa çıkmadan önce “Peygamber” bölümünde Elijah (İlyas), Ishmael’in omzuna 3 defa dokunarak onu adeta kutsar. Tıpkı Tanrı’nın Eski Ahit’te İsmail’i çölde kurtarması gibi Ishmael de kendi kurtuluşunu romanın sonunda şöyle anlatır:
“Köpekbalıkları sanki ağızlarına asma kilit vurulmuş gibi bana dokunmadan yanımdan süzülüp geçtiler, vahşi deniz atmacaları gagalarına kılıf takılmış gibi yüzüyorlardı denizde. İkinci gün uzaktan bir yelkenli yaklaştı, yaklaştı ve sonunda beni aldı. Yelken açmış dolana dolana kaybolan çocuklarının izini süren Rachel, ancak bir başka yetim bulmuştu.”

İsmail çölde fiziksel becerileriyle (okçuluk) nasıl hayatta kaldıysa, “Moby Dick”teki Ishmael de gözlemleri ve hikaye anlatıcılığı ile yaşama tutunacaktır.
İnsanın Arayışı ve Kaçamadığı İsyanı
İnsan ruhunun derinleri, tahmin ettiğimizden çok daha karanlıktır. Yüzeyi dingin görünen okyanusun derinlerinde volkanların ve bilmediğimiz bir yaşamın olması gibi, insan ruhunun da derinlerinde bir kaos yatar. Bazen neşeli gördüğümüz bir insanın tebessümünün altında, açıklanamaz bir lanet veya içsel bir çatışma vardır. Doğada algıladığımızdan daha fazlasının olduğu sezgisi, bizi sürekli bir arayışa sürükler. Bu arayış; cesaret, umut, hayal kırıklığı, nefret gibi daha birçok zıt duyguyu bir arada barındırır. Bu zorlu yolculuk ruhumuzu öylesine yıpratır ki, zaman zaman bizi Tanrı’ya karşı çaresiz bir isyana sürükler.
Eğer insan, Starbuck gibi her şeyi kabullenseydi, belki de ortada yaşanacak böyle bir dünya olmayacaktı. Eğer insan körü körüne Tanrı’ya itaat etseydi, tartışacağımız bir din de olmayabilirdi. Dünya’nın yuvarlak olduğunu, dönemin yerleşik inançlarına rağmen savunmasaydık bugün nasıl bir hayatımız olurdu? Hallac-ı Mansur, idam edileceğini bile bile “Enel Hak” demeseydi, içimizde bütün sözcükler bir araya gelse ifade edemeyeceğimiz duygular olduğunu nasıl anlayabilirdik? Bu başkaldırılar, insanlığı ileriye taşıyan itici güçlerdir. Kaptan Ahab, insanın bu çelişkili doğasını, 114. bölüm “Yaldızcı”da şöyle ifade eder:
“Ah keşke Tanrı izin verse de bu mübarek huzur anları hiç bitmese! Ama hayatın o karışık, çapraşık iplikleri çözgülerle atkılarla örülüdür; huzurun içinden fırtınalar geçer; her huzur ânı için bir fırtına vardır. Hayatta hiç geriye dönmeden hep ileriye gidilmez; aşama aşama ilerleyip son durağa gelmez insanoğlu; bebekliğin bilinçsiz büyüsünden çocukluğun hesapsız kitapsız inancına, ondan ergenliğin güvensizliğine (herkesin yazgısı), ardından kuşkuculuğa, sonra inançsızlığa ve nihayet “eğer” denen insanlığın o düşünceli huzuruna sıra sıra geçmeyiz. Hepsini geçtikten sonra yeniden başa döneriz ve tekrar bebek, çocuk, adam ve sonra sonsuza kadar “eğer”de kalırız”
İnsan Doğasının Döngüsü: Bitmeyen Arayış ve Sürekli Dönüşüm
Mutlak gerçeği yakalayamayacağımız için hep geçici bir huzur içindeyizdir. Gerçeğe dönüştürdüğümüz her hayal aslında daha büyüğünün bir parçasıdır. Tam sonuna geldik dediğimiz anda aslında yepyeni bir başlangıcın eşiğine gelmişizdir. Zihinlerdekini dışarıya çıkartabilmek de yerleşik inanca aykırılık ve isyanı gerektirir.
Geçmişimizdeki milyonlarca seçenekten, bizi güvenli alanımızda tutanı değil, daha çok karanlığa sürükleyeni, bilinmeyenleri artıranı tercih ettiğimiz bir gerçektir. Eğer bugün daha çok seçeneğimiz varsa bu, geçmişte yaptığımız cesur tercihlerin sonucudur. Bu motivasyonun altında, insanın kendi üzerinde bir gücü kolayca kabul edemeyişi yatıyor olabilir. Doğaya karşı bu meydan okuyuş, doğanın da işine gelen bir paradoks gibi görünebilir. Oysa onun kurguladığı düzende insanın bu başkaldırışı, bir zamanlar birer giz olan birçok şeyi ortaya çıkarmıştır.
Bugün insan dışında düşünen ve sorgulayan bir zekanın varlığı bu duruma en güzel örnektir. Eğer bunu başaramasaydık, keşfedilmeyi bekleyen milyonlarca sırrın çözümüne bir adım daha yaklaşamazdık. Eğer bu cesareti gösteremeseydik çok farklı bir gerçeklikte yaşardık. Belki de doğa, kendinde saklı olan gerçeklikleri gün yüzüne çıkaracak başka bir “madenci” bulacaktı kendisine. İnsanın bu uyumu, onun evrendeki rolünün, sadece bir parçası olmaktan öte, bir keşif aracı haline gelmesini sağlamıştır. Öyle ki, bir zamanlar doğayla mücadelesini Moby Dick’in temsil ettiği insan, bugün yapay zeka’nın ötesini merak eder.
Yazıyı Zihin Karmaşası pocastinde dinleyin
Tanrı’nın Bizden İstediği Kör Bir İnanç mı?
İşin doğrusu, Tanrı’nın da körü körüne bir itaatten yana olmadığını düşündüren hikayeleri ve ayetleri kutsal kitaplardan okuruz. Örneğin, Kur’an’ın büyük bir bölümü insanlara akıllarını ve sağduyularını kullanmalarını tavsiye eder. Eski Ahit’te Melville’in de atıfta bulunduğu Eyüp Peygamber’in hikayesi, Tanrı karşısında biraz cesur olmanın bir itaatsizlik değil, aksine onun hoşuna giden bir davranış olduğunu anlatır. Eyüp, yaşadığı acıların gerçeğini kavramak için Tanrı’yla konuşmak ve kendini savunmak ister. Tanrı onu duyar ve her şeye gücünün yettiğini anlatan örneklerle ona kudretini gösterir. En sonunda Eyüp haddini aştığını anlar ve uyum gösterip tövbe eder.
Bilinmezlerle dolu bir evreni anlamanın da aslında bundan daha iyi bir yolu yoktur. Tanrı, küçük bir çocuğu yürümeyi öğrenmesi için teşvik eden bir baba gibi, bizi hep arkamızdan daha büyük zorluklarla yüzleşmemiz için ileriye doğru iter.
Kaptan Ahab: İnsanın Fırtınalı Doğası
Moby Dick‘te Kaptan Ahab, insanın bu meydan okuyan ve isyankar yönünü temsil eder. O, Eski Ahit’te Tanrı’nın kötü gördüğü şeyleri yapan İsrail Kralı Ahab’ı (1. Krallar 16:29-22:40) anımsatır bize. Örneğin, Kral Ahab, Baal’in putlarına tapan Samiriye Kraliçesi İzebel ile evlenir. İzebel, sarayında kahinleri ve putperestliği barındırır. Bu durum, geleceği bilme arzusundan dolayı Kral Ahab’ın ölene kadar kraliçenin etkisinden kurtulamamasına yol açar.
Geleceği bilme arzusu, aslında hepimizin pratik hayatımızda yaşadığımız bir gerçektir. Geleceği öngörebilmek, her insanın kendi çapında gerçekleştirmek için çabaladığı bir amaçtır. İşin gerçeği, herkes kendisinin kahinidir. Falcılara gitmek, danışmanlar tutmak ve bugün yapay zekaya sormak… Bir zamanlar kahinlere verilen bilgilerin bugün makinelere yüklenmesiyle geleceği daha belirgin hale getirme çabası… Geleceği bilmeye çalışmak, bir anlamda Tanrı’nın rolünden çalmaktır. Her günümüz, aslında Tanrı’ya bu tür bir itaatsizlikle geçer.
Ancak Kaptan Ahab, Eski Ahit’teki adaşı Kral Ahab gibi Tanrı’ya isyanını ölene kadar sürdürür. Onun hikayesinde, Eyüp’ün hikayesinde olduğu gibi sonunda bir tövbe veya uyum yoktur. Özellikle Eski Ahit’te Tanrı’nın Leviathan’ı anlatırken, onun yenilmezliğini ve kimseden korkmadığını belirttiği son cümle, Ahab’ın nezdinde insan için kabul edilemez bir meydan okumadır: “Gururlu her varlığın kralı odur.” (Eyüp 41:34)
Ahab, diğer beyaz balinaların değil, Moby Dick‘in peşindedir çünkü onu yenememiştir. İçindeki intikam ateşi, ayağını bir ispermeçetin kapmasının verdiği kederden öte bir yerden gelir. İnsan, aksi defalarca ispatlanmasına rağmen yine de kendini doğanın efendisi görür. Ahab’ın yaptığı iç monologlarda Tanrı’nın sessiz kalması, onu bir yıkım ve felakete götürür.
Eyüp’ün isyanına doğrudan seslenen Tanrı, Moby Dick‘te sözü Ishmael’e bırakır. Belki de insandan beklenen, sorunun cevabını aramaya devam etmesidir.
Parsi: Kaderin Habercisi
Romanda İzebel ikonu, Ahab’ın geleceği bilme arayışının bir yansıması olarak Fedallah’ta (Parsi) somutlaşır. Bir Zerdüşt olan Fedallah, Kutsal Kitap’taki İzebel’in peygamberleri gibi, kehanetlerde bulunur ve Ahab’ın saplantısını körükler. Örneğin, Ahab’ın bu yolculukta ölmeden önce iki cenaze arabası görmesi gerektiğini söyler. Bunlardan ilki, insan yapımı olmayan, diğeriyse Amerikan kerestesinden imal edilmiş olmalıdır. Ayrıca Fedallah, Ahab’a kılavuzluk etmek için ondan önce ölmelidir. Parsi, Ahab’a bir iple öleceğini söylerken, Moby Dick’in onu okyanusun derinlerine çekeceğini ima eder.
Gerçekten de şişmiş gözlerini Ahab’a sabitlemiş bir şekilde, halatlarla bağlanmış halde Moby Dick‘in sırtında beliren Parsi’nin cesedi, onu takip etmesi için Ahab’a adeta kılavuzluk eder. Moby Dick’in kendisi, Fedallah’ın kehanette belirttiği insan elinden çıkmayan ilk “tabuttur.” Ahab’ın ölmeden önce göreceği ikinci tabut ise beyaz balinanın parçaladığı Pequod’un ta kendisi olacaktır.
Pequod’un ikinci ve üçüncü zabitleri Stubb ile Flask, aralarında Parsi’nin doğu mistisizmi ve şeytani çağrışımlarla dolu olduğunu konuşurlar. Zerdüştçülükte iyi ve kötü güçlerin sürekli çatışmasını, Ahab’ın Moby Dick ile olan mücadelesine benzetebiliriz. Bu bağlamda Fedallah’ın kendisi de bir şeytan ya da Ahab’ın kişisel iblisi olarak yorumlanabilir.
Ahab’ın Karanlık Gölgesi: Fedallah
Romanda neredeyse hiç konuşmayan Parsi, başkahraman Ahab üzerinde muazzam etkisi olan yönlendirici bir figürdür. Romanın “Şapka” başlıklı 130. bölümünde anlatıcı, Moby Dick‘le karşılaşma anının artık çok yaklaştığı son günlerdeki gözlemini şöyle aktarır:
“Fakat kendi içine kapandığı, kimsenin gözünün onun üzerinde olmadığını düşündüğü o mahrem ve gizli anlarında Ahab’ın derinliklerini görebilseydiniz kendi bakışları tayfaların gözlerinde korkuyla karışık saygı yaratırken bile, esrarengiz Parsi’nin bakışlarının da onda aynı duyguyu yarattığını veya bir şekilde en azından vahşi bir şekilde onu etkilediğini anlardınız.”

Ahab, denizin kokusunu içine çeken insanı çok iyi tanır. Onu nelerin motive edeceğinin gayet farkındadır. Bir balinayı avlama duygusunu tadan bir insanın bunu yine arzulayacağını bilir. Bu sebeple, bir altın sikkeyi direğe çakarak bu duyguyu pekiştirir. Bu motivasyonu sadece Moby Dick’e yönlendirerek, kendi heyecanını tayfalara çok kolay transfer etmiş olur.
Ancak insanın karmaşık doğası, böylesine zorlu bir görevde yine de bazı şeyleri belirsiz bırakır. Bu kusursuz nefrette hiçbir şey şansa bırakılmamalıdır. Ahab bu çaresiz arayışında, Fedallah ve ekibinin kendisine yoldaşlık etmesini ister. Belki de onları kendisine özel bir güç veya bilgi sağlayacak varlıklar olarak görür. Tayfalar, korkularını Ahab’ın bakışlarından gizlemek için ruhlarının en derin yerlerine gömerler. Ancak bu bakışlardaki ateşte Parsi’nin etkisi olduğunu bilemezler.
Kader: Seçimlerimizle Ördüğümüz Bizi Sarmalayan İp
Hayatımızda yaptığımız tercihler, bizi bir gün beklenenle mutlaka karşı karşıya getirir. Tıpkı Moby Dick ve Kaptan Ahab’ın karşılaşmasında olduğu gibi, hayatı kabul etme şeklimiz bizi ya bir yıkıma ya da Eyüp’ün isyanında olduğu gibi yeni ufuklara sürükler. Yolun sonunda kendi ellerimizle ince ince ördüğümüz kaderimiz, Ahab’ın Moby Dick‘le karşılaşmasındaki gibi ayağımıza bir ip gibi dolanır.
Romanın son bölümünde Ahab’ın hayatı karşılama biçimini çok net görebiliriz. Moby Dick, Eyüp Kitabı’ndaki Leviathan gibi “kancayla çekilemez” (Eyüp 41:1) bir güç olmasına rağmen Ahab, kaderini Moby Dick’e mühürler.
Onun son sözleri, bu saplantılı mücadelenin zirvesini yansıtır:
“Tanrı’nın gücünün yeteceği teknem; sen sağlam güverte, mağrur dümen, kutba dönük pruva – şanıyla şerefiyle ölen gemim! İlla yok olacaksan eğer, bensiz olur mu hiç? En aşağılık kaptanların bile mahrum kalmadığı gururdan mahrum mu kalacağım ben? Ey yalnız hayatın yalnız ölümü! Şimdi hissediyorum ki benim büyüklüğüm kederimin büyüklüğündenmiş meğer. Ho, ho! En uzak menzillerden gelin akın içeri ey geçmiş hayatımın yiğit dalgaları ve örtün üstünü ölümümün bu koca dalgasının. Akıyorum sana doğru balina, her şeyi yok eden ama her şeyi ele geçiremeyen balina; kanımın son damlasına kadar boğuşacağım seninle; cehennemin kalbinden saplayacağım zıpkınımı; nefretimin hakkı için son nefesimi üflüyorum suratına. İstersen batır bütün tabutları, bütün cenaze arabalarını aynı yere! Madem hiçbiri benim olmayacak, kovalarken seni, bağlıyken sana, sürükle beni, ayır parçalarıma lanet olası balina. İşte bırakıyorum mızrağımı.”
Ahab’ın cesedinin, Fedallah’ın kehanetindeki gibi, geleneksel bir tabuta konulmaması ve nihayetinde okyanusun dibinde kaybolması, insan merkezli ölüm algımızın ötesine geçen bir sembolizmi barındırır. Bizim için ölüm her şeyin bitişi anlamını taşır. Öteki dünyaya inansak da bu dünyadan ayrılmak bize üzücü ve zor gelir. Oysa Ahab’ın suya gömülüşünde olduğu gibi, ölüm bizi belki de bilmediğimiz başka bir bilince ve kaosa sürüklüyordur. Kaderini Moby Dick’le birleştiren Ahab, ölümün ötesindeki bilinci arayan insandır. Belki Ahab’ın aradığı cevap, Ishmael’in kurtuluşunda gizlidir: Ahab’ın reddettiği insani bağlara, Queequeg’in tabutuna tutunarak hayatta kalmak…
Son Sözler
Herman Melville, tıpkı Cervantes’in “Don Kişot”u için hissettiği gibi, “Moby Dick” romanını da eksik kalan bir tasarı olarak görmüştür. Bu bağlamda Melville’i, doğayı çok iyi okuyabilen, Tanrı-insan ilişkisini daha gerçekçi bir düzleme oturtabilen, çağının ötesinde bir vizyona sahip yazar olarak görmemiz gerekir.
Yazarın bu bakış açısı, bana Melville’in kendi döneminde düşündüğünden farklı bir perspektif sunma hakkını veriyor. Zaman geçtikçe insan, yeni yaptığı keşiflerle zekasını ve anlayışını yükseltir. Termodinamikte entropinin artması gibi, sonlu düşündüğümüz bir evrende ürettiğimiz her bilgi de karanlığı biraz daha azaltır. Enerjinin her düzlemde form değiştirmesi gibi, bilgi çoğaldıkça insan da değişir. Bilginin çoğalmasıyla insanın bakış açısı değişir ve evren algımız dönüşür. Bu dönüşüm, inançlarımızın da değişmesine neden olur. Netice itibariyle bu döngü, insan-doğa arasındaki mücadele var olduğu müddetçe devam edecektir. Bu anlamda Moby Dick, yazımı hiç bitmeyecek bir eserdir.
Moby Dick‘in o dönem çok tutulmaması, Herman Melville’ı, döneminde değeri tam olarak anlaşılamayan ama geleceği sıradan insanlardan daha önce yaşayan bir figür haline getirir.
Dostoyevski, Proust, Tolstoy ve Melville gibi, zihin dünyamızı derinden etkileyen bu eserlerin yaratıcıları, inançlarını sıradan bir insan gibi körü körüne yaşamamışlardır. Aksine, kendilerini rahatsız eden soruları Tanrı’ya cesurca sormuşlardır. Ancak onların bu karşı çıkışı, Ahab’ınki gibi bir yıkıma götüren cinsten değil, içinde doğaya uyumu barındıran Eyüp’ün isyanına benzer.
Not: Yazıyı Zihin Karmaşası podcastinden dinleyebilirsiniz
Bu yazıda anlatıcı için romanda orijinal yazım olan Ishmael adını kullandım. Dini metinlerdeki peygamber figürü için ise Türkçe’deki yaygın kullanım olan İsmail‘i tercih ettim.