Mastodon

Monolog

Kişisel görüşler, düşünceler ve deneyimler. Her şeyin dönüştüğü bir çağda söyleyecek bir şeyim var.

Yaşam

Felaketler İnsanın Doğasını Nasıl Değiştiriyor?

Bir olguyu yazmaya başlamadan önce onun tanımını yapmanın neden faydalı olduğunu, yazma deneyimim arttıkça daha iyi anlıyorum. Bu, tanımın içinde saklı kalan detayları yakalayarak konuya sağlam bir girizgah yapmamı sağlıyor. Yaşadığımız felaketlerin bizde bıraktığı kalıcı izleri yazmak için felaketin tanımına baktığımda karşıma şöyle bir açıklama çıkıyor: ‘Aşırı talihsizlikten tam bir yıkıma kadar uzanan önemli trajik olay.

Öncelikle, felaket canlıların yaşadığı bir deneyim. Dünya üzerinde hiç yaşam olmasaydı, depremler ve seller yine olmaya devam ederdi.

Tanımın ‘talihsizlik’ten bahsetmesi, felaketlerin canlıların kontrolünde olmadığını gösteriyor. Ayrıca, ‘yıkım’ kelimesi, bir felaketin doğal olabileceği kadar insan kaynaklı da olabileceğine işaret ediyor. Buna ek olarak, beklenmedik bir durumdan da bahsedebiliriz. Sonuçta, hiç kimse felaket beklerken bir şeyler inşa etmez. Örneğin, bir deprem bölgesinde yumuşak zemine temel atmaz. Bazı ülkelerde böyle yapılıyor olsa da bu, geneli kapsamaz. Bu durumda, beklenen afetler için planlama yapmadığımızda ani bir yıkımla karşılaşabileceğimizi anlıyoruz.

Peki, bir felaketi insani yapan nedir? Bir hayvan da felaketi yaşayamaz mı?

Felaketin bir yıkım ve trajik bir olay olması, onun insani bir boyutu olduğunu gösteriyor. İnsan bilincinin hayvana göre daha üstün olması, insanın bir olayı felaket olarak ayırt edebilmesini sağlıyor.

Felaket, bizde üzüntü ve keder gibi, doğamıza uygun hislerin yaşandığı bir olgudur. Doğamızda böyle fırtınalar yaratan bu olgu, duygu dünyamızda başlarda bir karmaşaya sebep olur. Ancak ruhumuz iyi bir çözümleyicidir. Umut gibi yapıcı duyguların devreye girmesiyle, bozulan dengemiz yeniden eski haline kavuşur.

Hayatın Her Anına Yeni Biri Olarak Devam Ediyoruz

Tanrı’nın bizi neden bu kadar kırılgan yarattığını sorguladığımda, bunun sebebini esnek bir yapıda görüyorum. Bu da beni, öğrenme ve adaptasyon üzerine kurulu bir düzenin içinde yaşadığımız sonucuna götürüyor. Eğer Tanrı’dan bir parça taşıyorsam, onun kurduğu bu düzenin deneme-yanılma yoluyla ilerlediği düşüncesi oluşuyor bende. Onun da öngöremediği bir sonsuzlukta, kurduğu dünyadan aldığı verilerle yoluna devam ettiğini sanıyorum. Bizi dünyaya tamamlanmamış bir beyinle göndermesinin altındaki sebebin bu olduğunu düşünüyorum. Çevremizden algıladıklarımızla beynimiz kendini yeniden yapılandırıyor ve biz, hayata başka biri olarak devam ediyoruz.

Çevremizde hiçbir değişim ve hareketin olmadığı, sevinç veya üzüntü yaşamadan nötr bir şekilde yaşadığımızı düşünelim. Muhtemelen bütün algılarımız zamanla körelir ve insandan farklı bir şeye dönüşürdük. Mesela, bir çocuğumuz olmazsa anne ya da baba olmanın ne demek olduğunu hissedemezdik. Oksijenin bizim için önemini bilsek de nefes alamadığımızda onun yaşamsal değerini hissederiz. Aynı şekilde felaketler olmasaydı hayatın belirsizliğinin bizim için anlamını kavrayamazdık. Bugün evrim mücadelesinde hayatta kalmamızı sağlayan temkinli olmanın değerini de bilmezdik.

Felaketler, Kendimizi Keşfetmemizi Sağlayan Olaylardır

Böyle düşündüğümde şu soruları sormadan devam edemiyorum. Doğanın bir parçası olan bizler, kendimizi yenilerken doğa da kendini yenilemiş olmuyor mu? Adapte olamayanın yerine başkasını koyarak yoluna devam etmesi, bunun bir kanıtı değil mi? Eğer hayatta bu zorluklar olmasaydı nasıl biri olurduk ya da var olurmuyduk?

Doğanın tedirgin edici genişiliği, henüz bizim bilmediğimiz, bugüne kadar karşılaştığımız felaketlerden daha farklı zorlukları barındırıyor. Teknoloji üretebilen bizler de doğayı keşfederken sadece bu felaketleri keşfetmiyoruz. Aynı zamanda onun bir çözümü olduğunu da öğreniyoruz. Her bulduğumuz çözüm, bizi yeni bir zorlukla karşı karşıya bırakıyor. Ancak bu durum zihnimizi daha da genişleterek bizi yeni bir boyuta taşıyor. Bu, bize yaşamın bir uyum meselesi olduğunu öğretiyor. Böylelikle doğayı olduğu gibi kabul edebiliyoruz. Eğer yaratıcı güç, bizi herşeye dayanıklı bir şekilde programlayarak hayata getirseydi, doğanın öngöremediğimiz yapısı karşısında varlığımızı muhtemelen devam ettiremezdik.

Bu bağlamda felaketler insanı nasıl değiştiriyor diye bana sorsalar, merak duygusunu ve yaratıcılığını kamçılaması olarak cevaplarım. Nietzche ” Seni öldürmeyen şey güçlendirir” derken bunu kastediyordu. Başımıza gelen afetlerin doğasını keşfediyor ve yazılımımızın versiyonunu güncelleyerek yeni hayatımıza uygun donanımlar kazanıyoruz. Yaşadığımız zorluklara bulduğumuz çareler hayatı bir üst safhaya taşımamızı sağlıyor. Her felaket olumsuz izler bıraksa da yeni bir zaferin kapısını aralıyor aslında. Yaşam, dinamikliğini duyguların iniş ve çıkışıyla gösteriyor. Yaşadığımız doğa olayları, bana bunun böyle olduğunu söylüyor.

Tarihte İz Bırakan Felaketler

Bugüne kadar insanlığın başına gelen en büyük salgınları düşünelim. 1346-1353 yıllarında yaşanan Kara Veba’da yaklaşık 100 milyon, hatta 200 milyona yakın insanın öldüğü söylenir. Rakamlar arasında çok büyük boşluk olsa da 2. Dünya Savaşı’nda ölen insandan daha fazla kayıp olduğu kesin. Üstelik o dönem dünya nüfusunun tahmini 475 milyon olduğunu düşünürsek, Avrupa’nın neredeyse boşaldığını söyleyebiliriz.

Veba, ticaret gemilerindeki farelerin üzerinde yaşayan konakçı bir bakterinin ülkelere taşınmasıyla başlamıştır. Hastalığın gerçek sebebi bu olsa da yayılmasını hızlandıran önemli bir faktör daha olduğu söylenir. O dönem, Kilisenin kedileri şeytan ilan etmesinden dolayı cadılarla beraber yakıldığı iddiası vardır. Öyle ki Avrupa’da neredeyse hiç kedi kalmadığını bazı kaynaklardan okuyoruz.

Batı’nın zihin dünyasının şekillenmesinde Hıristiyanlığın çok önemli bir yeri var. Ortaçağda insanların tüm sosyal, kültürel ve ekonomik faaliyetler, kilisenin koyduğu kurallara göre düzenlenirdi. Daha önce böyle bir hastalıkla karşılaşmamış olan insanların karşılarında titreyen, ateşlenen, kusan ve vücutlarının muhtelif yerlerinde elma büyüklüğünde çıbanlar çıkan birilerini gördüğünde bunu şeytana bağlamaları o dönem için tutarlı bir düşünceydi. Kilisenin vebaya karşı bir önlem alamaması, hatta çaresiz kalması, insanların inanç dünyasında sarsılmalara neden olmuştur.

Bugün hayatımızda bir tehdit oluşturmayan vebanın insanlık üzerindeki etkisini, günlük konuşmalarda onu kötü bir olayla karşılaştırmamızdan anlayabiliriz.

Bunun yanında 1918-1920 yılları arasında 50 milyon insanın ölümüne sebep olan İspanyol Gribini düşünelim. Bu salgından 60 yıl kimse bahsetmese de insanlığın bilinçaltında derin izler bırakmıştır.

Yakın tarihlerde bizzat yaşadığımız pandemi ve deprem gibi afetler, felaketlerin insan doğası üzerindeki etkileri hakkında bize daha fazlasını söyleme fırsatı veriyor.

Doğal Felaketler: Geçmişle Kurduğumuz Bağ

Yaşadığımız felaketlerin geçmişle bağ kurmamızı sağlayan bir tarafı var. Kitaplarda bir hikaye gibi okuduğumuz veya filmlere konu olan bu tarihi olayları yakın zamanlarda hissederek yaşadık. Tarihin bize ne demek istediğini hissederek anlamak gerçekten başka bir deneyim. İnsanlar arasında ölümün kol gezmesinin ne demek olduğunu deneyimleyerek öğrendik. Afetlere maruz kalan insanların neler yaşadığını hissedip, geçmişle bir empati kurabildik böylece.

2020-2023 yılları arasında yaşadığımız salgının daha önce yaşananlardan bir farkı var. Belki de insanların birbirine bağlanmasını sağlayan teknolojik altyapı, pandeminin daha önce yaşanan salgınlara nazaran çok daha az bir kayıpla bitmesini sağladı. Dünya, salgın haberini alır almaz ani bir refleks göstererek içine kapandı. Kendini izole ederek hastalığı olabildiğince kendinden uzak tutmayı başardı. Bu, insanlığın öğrenme ve adaptasyona uyumlu doğasının bir sonucudur. Daha önce yaşadığımız benzer salgınların hafızamızda biriktirdiği bilgi ve bunun sonucunda ürettiğimiz teknoloji, bu salgını ucuz atlatmamızı sağladı.

Ancak herşey geçtikten sonra geçmişi sağduyuyla değerlendirebilsek de yaşadığımız afetlerde gösterdiğimiz akıldışı davranışları unutmamız mümkün değil. Bunu da felaketlerin üzerimizdeki ortak etkisi olan, kendi özümüze dönmemiz olarak görebiliriz.

Kendimizi Yeterince Tanıyor muyuz?

Bu davranışlara iyi bir örnek, yaşadığımız Antakya depreminin ardından meydana gelen her artçı depremi yakınlarımıza haber vermemizdir. Bizim yaşadığımız korku ve paniği başkalarının da hissedip hissetmediğini merak ediyoruz. Hemen telefonlara sarılıp “Sen de hissetin mi?” diye sormak, belki de hiçbir şey hissetmeyen birinin o günkü psikolojisini bozabiliyor. Gereksiz bir panik havası oluşuyor. Muhtemelen yalnız olmadığımızı hissetmek istiyoruz ve hissettiğimiz korkuyu başkasının da yaşaması bizi rahatlatıyor.

Dünyada 7 milyon insanın ölmesine sebep olan pandemi döneminde de kendi doğamızı gözleme fırsatımız oldu. Normalde aklımızdan geçmeyecek düşünceler, afet psikolojisiyle davranışlarımıza yansıdı. Mesela en yakınlarımız dahil birbirimizden potansiyel bir taşıyıcı olarak şüphelenmemiz normaldi, ama evliliklerin bitmesine kadar varan, eşlerin birbirine aşırı tepki vermesi normal değildi. Kadınların belki de annelik duygusuyla daha da hassaslaşmaları normaldi, ama bunu bir saplantı haline getirmeleri normal değildi. Aile içindeki bu çatışmalar, hastalığın baskısını yaşayan çocukların psikolojisi üzerinde daha derin izler bıraktı. İnsanların hastalığa karşı bir aşı geliştirilmesini beklemesi normaldi, ama hiç denenmemiş bir aşının bünyemizde yaratabileceği etkiyi düşünmeden üzerimizde denenmesine izin vermek normal değildi. Aşı vurulmak istemeyenlerin toplumdan dışlanması tipik bir toplumsal akıl tutulmasıydı.

Pandeminin ilk dönemlerinde marketlerde yaşanan kargaşa, insanların panik halinde temel ihtiyaç malzemelerine saldırması, kıtlık korkusunun ve belirsizliğin yarattığı bir davranıştı.

Umut olmayınca insanın bir hiç olduğunu gördük. Umutsuz kaldığımızda çok kolay yönlendirildiğimizi anladık. Mesela sosyal medyada dolaşan her haberin doğruluğundan şüphe dahi etmedik. İnternet sayesinde herkesin bir anda konuşabilmesi bilgi kirliliği yaratsa da bunun bir önemi yoktu. Birilerinin o anki kaygımızı gidermesi, bize inanabileceğimiz bir şey söylemesi ve bir gelişmenin haberini vermesi bizim için yeterliydi.

Pandemi döneminde sağlık çalışanlarına yönelik artan saldırılar, insanların stres ve öfke duygularını kontrol etmekte nasıl zorlandığını ve şiddete başvurabileceğini gösterdi. Sağlık çalışanlarını zaten yıpratan özverili ve fedakarca çalışmalarına bu tip taciz ve şiddetin eklenmesi, intihar olaylarını artırdı.

Pandemi ile yaptığımız içsel yolculuk

Her felaketten sonra olduğu gibi pandemiden de yeni biri olarak çıktık. Felaket anlarında insanların en temel dürtülerine, yani hayatta kalma güdüsüne geri dönmesinin aslında doğal bir tepki olduğunu anladık. Bu örnekler, aslında “akıldışı” gibi görünen davranışların, hayatta kalma çabası içinde son derece rasyonel olabileceğini gösteriyor.

Salgın bizi dış dünyadan koparırken, aynı zamanda gözlerimizi iç dünyamıza çevirmemizi sağladı. Özellikle hastalığa yakalanıp karantinaya alındığınızda, kendinizle baş başa kalmanın ne kadar farklı bir deneyim olduğunu anlıyorsunuz. Pandemi döneminde hastalanıp 15 gün süren karantina günlerimde, ölüme hiç olmadığım kadar yakındım. Ailemin beni potansiyel bir ölü olarak görmesi, belki de salgının doğasına uygundu. Ancak bundan daha da ızdırap verici olan, ailemin durumunu düşünmekti. Gidecek başka yerinizin olmadığı bir evin içinde izole edilen iki taraftan birinin ölüme yakın yaşaması mı, yoksa diğerlerinin test sonuçlarını beklerkenki tedirginliği mi daha ağırdı, bilemiyorum. Herkesin kendi kaderini düşündüğü, yalnız ve depresif bir ortamda, sosyal ilişkilerin iyice zayıfladığı bir dönemi yaşadık.

Pandeminin bende yeni değer yargıları oluşturduğunu da söylemeliyim. Salgınla birlikte sağlığın her şeyden değerli olduğunu, doğa karşısında ne kadar kırılgan ve çaresiz olduğumuzu daha iyi anladım. Belki de daha önce çok sık sağlık sorunları yaşamadığımdan, sağlığın önemi zihnimde bulanık kalmıştı. Ancak bugün, Tanrı’ya dualarım arasında kariyer ve paradan çok, sevdiklerimle beraber sağlıklı olmayı diliyorum.

Ölüm korkusunun getirdiği bu duygular, ruhumuzda derin izler bıraktı. Yaşanan ölümler hepimizi derinden üzdü, ancak hayatta kaldığımız için de buruk bir sevinç yaşadık.

Afetlerin iyi tarafı da var

Bence felaketlerden çıkarmamız gereken en önemli derslerden biri, insanların davranışlarını genellemenin bizi yanıltabileceğidir. En ağır acıları yaşarken bile en kötü yanlarımız kadar en iyi taraflarımız da ortaya çıkabiliyor. Mesela afetlerde korku, kaygı ve öfke gibi duyguların yanı sıra dayanıklılık, empati gücü ve yardımlaşma duygularının da güçlendiğine şahit oluyoruz.

Özellikle devlet kurumlarına ve geleceğe yönelik güven duygusunun, afet sonrası sarsıldığı bu dönemlerde hayata bakış açımız değişiyor. Doğal felaketler bizi edilgen olmaktan çıkarıyor ve daha proaktif yapıyor.

Afetler, insanların hayatın değerini daha iyi anlamalarını ve önceliklerini yeniden gözden geçirmelerini sağlayabiliyor. Zor zamanlarda dayanışma ve birlik duygumuz artıyor. Bu durum, toplumsal bağların güçlenmesine ve birlik duygusunun artmasına katkıda bulunuyor. Ortak şeyleri hissetmek insanları gerçekten birleştiriyor. Ben, bunu Antakya depreminde fazlasıyla hissettim.

Bir felaket, bize yaşadığımız yere ne kadar bağlı olduğumuzu da hatırlatıyor. Köklerimizin yaşadığımız şehrin çok derinlerine uzandığını hissediyoruz. Bunu verimli topraklardan ya da ticaret olanaklarından uzaklaşmamak olarak değerlendirmek biraz basitleştirici bir yaklaşım olur. İnsanların yaşadıkları şehirle ilgili konuşmalarında kullandıkları ton, daha yüce bir duygunun varlığını düşündürüyor bana.

hatay deprem yazısı
İnsanların yaşadığı şehirlerle duygusal bağı çok derin olabiliyor

İnsan eliyle yaşanan felaketler

Karşılaştığımız felaketler doğal olabileceği gibi insan kaynaklı da olabiliyor. Doğal felaketleri kendi seyrine bırakmıyoruz. İnsan faaliyetleri doğa olaylarını tetikliyor ve meydana gelme sürelerini kısaltıyor. Sebep olduğumuz iklim krizi seller, orman yangınları ve toprak kayması gibi doğa olaylarını daha sık görmemize sebep oluyor.

Teknolojideki gelişmeler, doğal felaketlerin önlenmesinde etkili oluyor. Erken uyarı sistemleri ve daha fazla veri ile muhtemel risklerin simülasyonları yapılabiliyor. Ancak hayatımızı kolaylaştıran ve bize büyük bir atılım fırsatı sunan yapay zekanın enerji tüketimi aynı zamanda karbon salınımını artırıyor. Yapay zeka teknolojilerinin blockchainle birleşmesi, bu teknolojilerin enerji tüketimini katlıyor.

Doğayı anlamıyoruz. Sebep olduğumuz her yıkımı düzeltmek için yine doğadan alıyoruz ama borcu borçla kapattığımız için yarattığımız açık yeni felaketlere davetiye çıkarıyor. Normal döngüsünde yaşadığımız iklim krizine teknolojik bir boyut ekleyerek tehlikenin boyutunu büyütüyoruz. Tarihten ders alan bir varlığız ama doğanın dengesiyle oynama konusunda çok da mantıklı davranmıyoruz.

Bir nükleer savaş beklentisinin insan üzerindeki olumsuz etkisi

Her felaketle kendimizi keşfediyoruz ancak aşırı hırs gibi, bizi başka felaketlere götüren bir duygumuzu ateşliyoruz. Mesela hiç doğal olmayan bir nükleer felaket yaşayabiliyoruz. Bunu bir atom bombasını insan üzerinde deneyerek yapabiliyoruz. Bunun yanında, Çernobil gibi öngörülebilir bir kazayı da ihmalkarlık göstererek kendi ellerimizle yaratabiliyoruz.

Soğuk Savaş dönemini yaşayan biri olarak, İncirlik Hava Üssü’nde konuşlanan nükleer silahlar yüzünden, yaşadığım şehrin bir nükleer savaşta ilk hedeflerden biri olduğunu duyarak büyüdüm. Çocukluk ve ilk gençlik yıllarımın böyle bir siyasi ortamda geçmesi, ruhumda mutlaka iz bırakmış olmalı. Belki kaygı seviyemin yüksek olması o günlerden kalan bir etkidir. Benim kuşağımın kaygılı olmasında belki de yıllarca bir kıyamet senaryosu altında yaşamamızın etkisi vardır.

Belki nükleer saldırılara karşı sığınaklar inşa etme ve hazırlık yapma gibi şeyler o dönem trend haline gelmedi. Ancak sürekli bir tehdit altında yaşamak, hepimizde derin güvensizlik ve paranoya duyguları yaşamamıza neden oldu.

İyi tarafından bakarsak Soğuk Savaş, insanların dünya siyasetine olan ilgisini artırdı ve nükleer silahsızlanma hareketlerinin güçlenmesine yol açtı. Ayrıca nükleer savaşın yıkıcı etkileri, barışçıl çözümlere yönelik hareketlerin güçlenmesine katkı sağladı. Ancak yine de nükleer silahlara sahip olan ülke sayısı daha da çoğaldı.

Savaş: Vahşi Doğamızı Ortaya Çıkaran Felaket

Hepimizin hafızasında savaşın kötü anıları olsa da bu bizi yine de savaştan korumuyor. Savaşı zihnimizde bir video oyunu gibi düşünüyoruz galiba. Bir savaş riski olduğunda, herkesi anlayamadığım bir heyecan sarıyor. İnsanlar ordusuyla gurur duyuyor ama zihninde hep başkası savaşıyor. Kendisi veya oğlu savaşa katılmıyor ama ordusunu hayalinde zafere taşıyabiliyor. Savaşı bir neşe ve kahramanlık edasında anlatıyorlar. Savaşa katılan askerlerin travmalarını okusak da bu durum değişmiyor.

Bence savaş, sadece devletlerin arasında bir hesaplaşma değil, bireylerin de rakibinden üstün olduğunu göstermenin bir yolu. Her ulusun milli bilinci yüksek tutmak için yaptığı propaganda sonucu kişinin kendini yenilmez görmesi ve değerini ispat edebileceği bir ortamı ona vermesi. Belki de düzenin dayattığı monoton hayatın insanı yanılgıya götürmesidir.

Peki hayatında hiç kimseye vurmamış biri savaşta bir insanı kolaylıkla nasıl öldürebiliyor? Konuştuğum bir Kıbrıs Gazisi, savaşa girdiğinde ilk kurşunu sıktıktan sonra veya kafanızın üzerinde bir bombanın patlamasının ardından her şeyin normalleştiğini anlatmıştı bana. Bir var olma mücadelesinde ölüm sıradanlaşıyor ve şaşırmıyorsunuz. Doğanın içimize koyduğu bu içgüdü, bize yaşamı kazandırıyor.

Bir savaşın muhtemel sonuçlarını ne yazık ki sağduyumuzla kavramaktan yoksunuz. Onu televizyondan izlesek dahi yakınımızda olmadıkça kötülüğünü hissedemiyoruz. Bizim savaşımız olmasa bile Suriye’de yaşananlar, bir savaşın iki ülke arasında olmadığını bize göstermiş olmalı. Yaşanan göç en çok bizi olumsuz etkilese de tüm dünya ülkeleri bundan nasibini aldı. İyi tarafından bakarsak göç, ülkelerde bir kültürel kaynaşmayı başlattı. Ne var ki vatansız kalmanın nasıl bir acı olduğunu çevremizdeki Suriyelilerden öğrendik.

Kozmik Felaket: Zekamızı Uzaya Taşıyan Tehdit

Son olarak, insanın henüz deneyimlemediği ama Dünya’nın 66 milyon yıl önce yaşadığı kozmik felaketler de var. Bir asteroidin Dünya’ya çarpması, o dönem baskın tür olan dinozorların yok olmasına ve bizim de dahil olduğumuz memelilerin evrimsel süreçte öne çıkmasını sağladı. Memeliler arasında bizim dışımızdaki birçok türün oksijeni soluyamaması, onların yok olmasına sebep olurken, bizi egemen tür haline getirdi. Ancak bu tür felaketler, yalnızca geçmişe ait değil. Bugün, insanlık olarak benzer bir kozmik tehdidin farkındayız.

Uzayın keşfi ve gezegenler arası yaşam arayışı, sadece merakımızı gidermekle kalmıyor, aynı zamanda uzaydan gelecek tehlikelere karşı bir ‘B Planı’ oluşturma çabasını da temsil ediyor. Mars’ta koloniler kurma hayali veya Ay’da kalıcı üsler inşa etme projeleri, bir yandan insanlığın sınırlarını genişletirken, diğer yandan da kozmik felaketlere karşı bir sigorta işlevi görüyor. Belki de bu, evrimsel süreçte hayatta kalmayı başaran tür olarak, bir sonraki felakete hazırlıklı olma içgüdümüzün bir yansımasıdır.

Sonuç

Bu felaketler olmasaydı nasıl bir dünyamız olurdu sorusu, ‘eğer zorluklar olmasaydı biz olur muyduk?’ sorusuyla aynı kapıya çıkıyor. O zamandan bu döneme bizi başarıya götüren, bu dünyada egemenliğimizi perçinleyen felaketler, yaşam mücadelemizde doğamızı nasıl uyumlu hale getirdiğini daha iyi anlamamızı sağlıyor. Her felaket, bizi hem fiziksel hem de zihinsel olarak daha güçlü kılan bir kesişmeye neden oluyor.

Sonuç olarak, doğal afetler ve insan doğası arasındaki ilişki karmaşık ve çok yönlüdür. Bu tür olaylar, hem bireysel hem de toplumsal düzeyde derin izler bırakır. İnsanlar, afetlerin yarattığı zorluklarla başa çıkmak için yeni yollar bulurken, aynı zamanda doğa ile olan ilişkilerini yeniden değerlendirmek zorunda kalırlar.

Felaketler, bize sadece kırılganlığımızı değil, aynı zamanda uyum sağlama ve hayatta kalma konusundaki inanılmaz yeteneğimizi de hatırlatır. Belki de insanlık olarak bu zorluklarla mücadele ederken, aslında kendi potansiyelimizi keşfediyor ve evrimsel süreçte bir adım daha ilerliyoruz.

Hakan Tanar

Hakan Tanar, 1971 yılında Adana’da doğdu. Evli ve 2 çocuk babası. 30 yıl satış ve pazarlama sektöründe çalıştı. Satış temsilciliğinden üst düzey yöneticiliğe kadar farklı kademelerde görev yaptı. Kendi işini kurarak perakende sektöründe 8 yıl faaliyette bulundu. Edindiği en büyük tecrübe öğrenmenin hayat boyu sürdüğüdür. Yazmaya olan isteği ve öğrenmeye duyduğu merakı kendisinde kişisel blog kurma fikrini geliştirdi. Bilim, edebiyat, tarih ve felsefeye ilgi duyuyor. Bugün ilgi duyduğu konular hakkında bildiklerini ve öğrendiklerini Monolog’da paylaşıyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir