Hayatın anlamı zamanda gizli.
Zaman, sonsuz sayıda ardışık anın birleşmesinden meydana gelir. Geçmişten gelip şimdiyi atlayarak geleceğe uzanır. Tanımı, Tanrı gibi insanın sezgilerine bırakılan bir şeydir.
Biz, şimdiyi yaşadığımızı düşünürüz ama an itibariyle geçmişi yaşarız. Bu anlamda şimdiyi yaşamak, bir gölgeyi kovalamak gibidir.
Zamandan daha eski bir şey bilmiyoruz. Hatırlamadığımız bir zamanın içinden gelerek ölümlü bir hayata doğarız. Zaman, hayat yolculuğumuzu yaptığımız büyük bir gemidir. Bu hayatta kalış süremiz ömrümüz kadardır ama zaman, bizden sonra da yolculuğuna devam eder.
Hayatın ilk kuralı: Doğayı tanımak
Hayatın anlamını soyut bir düşüncede ararız. Oysa hayatın sırrı, hissetmediğimiz ama gerçek olan atom altı dünyada yatar. Bu durumda hayatın anlamı, fiziksel bir gerçekliktir. Soyut düşünmemize sebep olan şey, göremediğimiz, hareketlerini tahmin edemediğimiz akla aykırı bir dünyanın kurallarına tabi olmamızdır. Mesela yıldızların merkezindeki fırınlarda oluşan atomlardan meydana geliriz. Biz dahil gördüğümüz tüm madde, yıldız tozudur.
Yaşamın içindeki kimya, diğer yaşamlarla bağlantı içindedir. Mesela klorofili oluşturan benzen halkasının aynısı insan hücresinde de vardır. Yaşam için elzem olan proteinler, bakteri ve insanlarda aynıdır. Hayatlar birbirine bu kadar benzer. Doğa, aynı kimyasal tepkimelerle değişir ve kendini sürekli taklit eder.
Felsefe de buradan başlar. Hayatı anlamak, kendimizi tanımakla başlar. Bu dünyayı aklımızda canlandırmaya çalışırız ama zihin yapımız buna müsaade etmez. Doğanın nasıl çalıştığını anlamak için sahip olduğumuz akıl yürütme kapasitemizi biraz genişletmemiz gerekir.
Belki doğanın hayal gücünü yakalayamayız ama doğa bize çok büyük hayaller kurma fırsatı verir. Mesela dünyayı hep canlı gözüyle değerlendiririz. Aşkı, yaşadığımız şehrin bizde uyandırdığı duyguları, anılarımızı ve doğanın bizde uyandırdığı hisleri anlatırız. Ancak Dünya, üzerinde hiç bir canlı yokken de vardı. Dünyada yaşam olmayan zamanı nasıl düşünebiliriz? Canlı olmanın anlamını, dünyada hayat yokmuş gibi düşünerek kavrayabilir miyiz?
Zaman kavramı nasıl değişti?
Bir kütleye itme kuvveti uygulanmadıkça hareket edemeyeceği düşüncesi, Aristo’dan Galileo’ya kadar hiç sorgulanmadı. Aristo, dünyanın merkezde hareketsiz olduğunu düşünüyordu. Galileo, eğik Pisa kulesinden değişik ağırlıkta cisimler atıp bunun yanlış olduğunu ispat edene kadar bu düşünce böyle kaldı. Newton ise bu görüşü matematik denklemlerle ifade etmeyi başardı. Newton buna ek olarak, kütleçekimi yasasını buldu ve uzayda hiçbir cismin hareketsiz olmadığını gösterdi. Bugün hareketli bir evrende, farklı zamanlardaki olayların sabit bir yerde olamayacağını biliyoruz.
Ancak Newton dindar bir insandı ve mutlak uzayın olmayışı, Tanrı’nın varlığı ile çelişiyordu. Sonuçta Newton, herkesin sağduyusuna uygun olarak zamanı uzaydan tümüyle ayrı ve bağımsız düşündü.
Hayatın anlamını kavramamız, alıştığımız yaşamın bir yanılsama olabileceğini hissetmekle başlar. Einstein, görelilik kuramı ile zamanın herkes için farklı aktığını gösterdi. Bunu, Newton’dan farklı düşünüp zaman yerine ışığı sabit görerek başardı. Ayrıca zamanın uzaydan tümüyle ayrı ve bağımsız olmadığını göstererek bir uzay-zaman olduğunu da kanıtladı.
Herkesin yaşadığı öznel bir zaman vardır.
Gökyüzünde bir yıldıza baktığımız zaman aslında yıldızı değil onun yansıttığı ışığı görürüz. Kaynaktan çıkan ışık, yolu üzerindeki noktalara farklı zamanlarda ulaşır. Arada ışığın kırılmasına sebep olan bir kütle varsa ışığın bize ulaşma mesafesi biraz daha uzar. Mesela Güneş’ten yayılan ışığın dünyaya ulaşması 8 dakika sürer. Biz, Güneşin 8 dakika önceki halini görürüz. Ancak Jüpiterdeki birisi için bu, 4 saati bulur. Güneş’le aramızdaki mesafe, Jüpiter’e göre daha kısa olduğu için biz daha önce bilgileniriz. Kaynak noktasından çıkan ışığın konisi dışında kalan bölümde bilmemiz gereken bir şey yoktur.
Kaynak noktasının mutlak geçmişi ise ışık hızında ve altında ona ulaşan bütün olayları kapsar. Sıfır noktasından önceki belli bir anda tüm olanları bilirsek, kaynak noktasında olacakları önceden bilebiliriz.
Uzay-zaman, barındırdığı kütle ve enerji dağılımı yüzünden eğridir ve çarpıklıklarla doludur. Einstein, Newton’dan farklı olarak uzaydaki cisimlerin kütlesel çekim altında eğri yörünge çizmediğini, eğri uzayda doğruya en yakın yolu takip ettiğini gösterdi. Ayrıca yerçekimine yaklaştıkça zamanın daha yavaş aktığını da ispatladı. Newton mutlak konuma son verirken, Einstein mutlak zamana son verdi.
Işık hızı, birbirimize yansıttığımız görüntüleri eş zamanlı gördüğümüz hissini verir. Mesela güneşten gelen ışık, bulunduğumuz konuma göre hepimize farklı anlarda ulaşır ama ışık hızından dolayı bunu hissetmeyiz. Dünyadan ışık hızında giden bir uzay gemisiyle uzaklaşıp yeniden dönsek, yakınlarımızın öldüğünü ya da çok yaşlandığını görürüz. Nerede olduğumuza ve nasıl hareket ettiğimize bağlı olarak zaman, hepimiz için farklı akar.
Yıllar önce içimizde parlayan ışık, bir gün bize ulaşır.
Bunu iç dünyamıza uygularsak; zihnimizde yayılan ışık, bir gün bir yerde karşılığını bulur. Bizim için geçmişte yaşadığımız bir an, belki de gelecekte hayatımızı değiştirecek bir hatıradır. Bundan yıllar önce ilk okul öğretmenimizin söylediği bir söz, 50 yaşında bizde bir aydınlanma yaratabilir. 40 yıl önce yola çıkan ışık, bize 50 yaşımızda ulaşır. Bu, tamamen bizim o an ki kavrayışımızın ve bu durumu olgunlaştıran şartların hazır olmasıyla alakalıdır. Aydınlanma, başka birinde daha erken olabilir ya da hiç olmayabilir. Işığın etki alanının içinde olan her şey etkilenir. Ancak kimine erken, kimine geç gelir. Herkesin ve herşeyin bir zamanı var demek bu olmalı.
Işık, görebildiğimiz evrendir. Bilimsel olarak sonuçlar çıkarabileceğimiz, deney yapabileceğimiz ve bize yeni ufuklar açacak olgulardan bahsediyoruz. Mesela yeni bir parçacığın bulunması, bilginin artmasıdır ve bizi daha karmaşık yapıya götürür. Zaman da bu yönde akmaya başlar. Bunu içinde bulunduğumuz zamanla açıklarsak; hayata başlangıç şartlarımız nasıl bir yaşamımız olacağını belirler. Yaptığımız her tercih, bir başkasından vazgeçmektir. Hayatımızdaki karmaşa, tercihlerimiz doğrultusunda şekillenir ve zaman o yönde ilerler.
Zamanın okları
Zamanın yönünü gösteren 3 ok vardır. Birincisi düzensizliğin yani entropinin arttığı termodinamik oktur. Ardından psikolojik ok gelir. Psikolojik okla zamanın geçtiğini hissederiz. Gelecek değil de geçmişi anımsadığımız zaman okudur. Son olarak, evrenin genişleyen yönünü gösteren kozmolojik ok gelir.
Hissettiğimiz hayatta geçmişi anımsarız. Bunun sebebi, evrenin başlangıcının belli bir düzen içinde başlamış olmasıdır. Zamanla evren daha karmaşık bir hal aldığı için zamanın 3 oku da aynı yönü gösterir.
Bunu, filmlerde çok defa rastladığımız kırılan bardak örneğiyle daha iyi anlayabiliriz. Masa üzerinde duran bardak düşüp kırıldığında onu eski haline getiremeyiz. Deneyimlediğimiz hayatta tüm parçaların birleşerek masa üzerinde bardağı yeniden oluşturması mümkün değildir. Bunu ancak filmi geri sararak yapabiliriz. Bardağın kırılması, yüksek olan düzenden, düzensiz bir duruma geçişi ifade eder. Bardak kırıldığında entropi artar çünkü düşüp kırılması için enerji gerekir. Bu sebeple zaman, termodinamik ok yönünde akar ve biz geçmişi anımsarız.
Zamanı tersine çevirmek: Geleceği anımsamak
Peki evrende filmi geriye sararsak ve genişleyen evren büzülmeye başlarsa ne olur? Şu anda fizik yasalarının ne söylediğini bilmiyorum ama doğanın hayal gücü, bana her türlü hayal kurma hakkını veriyor. Yine de soruyu tersten sorarsak belki yasalara hiç dokunmamış oluruz. Evren bir düzensizlikle başlasaydı zamanı nasıl algılardık? Muhtemelen gittikçe düzensizliğin azaldığı bir evrende yaşardık. Böylece zamanın oku geriyi gösterirdi. Sonuçta geriye giden zamanda geleceği anımsardık. Bu durumda kırılan bardağın yeniden düzeldiğini görür, düşüp kırılması geçmişte kalırdı.
Bunu şu anda yaşadığımız zamanın oku yönünde düşündüğümüzde geleceği görmenin bize sağlayacağı avantajlar aklımıza gelebilir. Mesela aklımızda borsadan hisse senedi almak gibi cin fikirler oluşabilir. Ancak bizim için zamanın psikolojik okunu, yani anımsadığımız zamanı, termodinamik ok belirler. Düzenin ne yönde gittiğini gösteren zaman, hayatımızın anlamını değiştirir. Zengin olmanın anlamı, geçmişi tahmin etmekte yatabilir. Belki de yoksulluğun daha tercih edildiği bir düzen olabilir. Bunun yanında hepimizin bir Benjamin Button hayatı olabilir.
Hayat, yanılsamalar üzerinde ilerler.
Bir şeyi gerçek kabul ettiğimizde tersini düşünmek bize zor gelir. İnandıklarımızdan vazgeçmek zordur. En büyük yanılsama, bizi hiç umursamayan evrende kendimizi çok önemli hissetmemizdir. Bence doğayı anlamamızı engelleyen en önemli sebeplerin başında gelir.
Evren, bir başlangıç yaptığında hayatın oluşmasıyla ilgili bir kaygısı yoktu. Yaşam, hiçbir zaman olmayabilirdi. Ancak hayat, evrenin bizim yaşadığımız bölgesinde, 10 milyar yıl sonra bir rastlantıyla oluştu.
Evrende her şeyin bir karşıtı vardır. Mesela elektronun karşıtı pozitirondur ve bir elektronun yaptığı işi yapabilir. Aynı şekilde zamanın yönü ileri olduğu gibi geriyi de gösterebilir. Bildiğimiz evrenin, bizim bölgemiz hariç, hiç bir yerinde hayat yoktur. Ne var ki evren, bizi meydana getiren aynı atomlardan oluşur. Hayat nasıl bizim için rastlantıyla oluştuysa evrenin başka bir bölgesinde de aynı atomlar birleşip bizden bir tane daha meydana gelmiş olabilir.
Algıladığımız hayatta da her şeyin 2. bir anlamı vardır. Mesela renklerin 2. anlamları vardır. Siyah, kötüyü çağrıştırdığı gibi romantizmi de ifade eder. Aynı ömür içinde gençlik ve yaşlılığı yaşarız. Mevlana’nın dediği gibi her şeyi zıddıyla değerlendirip bir yargıya varmak gerekir.
Zamanı anlamak için saatleri sayılarla ifade ederiz aksi takdirde zamanı ölçemeyiz. Ancak çevremizde gördüğümüz maddenin hepsi bir zaman ölçerdir. Zamanın üzerimizden nasıl geçtiğini, gençlik ve yaşlılık resimlerine baktığımızda anlarız. Kendimizi hiç değişmeyecek gibi hissederiz ama fosiller, dünyanın başkalaşımını bize anlatır. Kozmik zaman, bizim için hızlı akarken biz bir ömrü çok uzun buluruz.
Yanılsamalar gerçeğin farklı yüzüdür. Alıştığımızdan farklı bir bakış açısıdır. Görelilik, bakış açımızı değiştirir. Olayları, yaşadığımız anın niteliğine uygun yorumlarız.
Hayatın karışık yapısı basitlikten gelir.
Hareket ederken, koşarken, yemek yerken yani fizyolojimizde yaşadığımız tüm hareket kalbin kanı pompalaması, sinirlerin beyinden gelen sinyalleri ilgili organlara iletmesi ile olur. Bunun da altında olan daha küçük dünyada, hücrelerin içinde olan organeller tüm sistemin enerjisini sağlayan oksijeni hemoglobinlerden alarak mitokondriyi çalıştırır ve yakıta dönüştürür. Gözle göremediğimiz tüm bu karmaşık sistem sayesinde biz ağzımızı açıp bir kelime söyler, elimizi kaşığa götürüp tabağımızdaki yemeği ağzımıza doğru yönlendiririz.
Evrenin bir ucunda olan bir titreşimin bizi de eş zamanlı etkilediği bir düzendeyiz. Kuantum alanlardaki dalgalanma ile hiç bir şeyin birbirine temas etmediği bir uzay-zamanda hepimiz birbirimize bağlıyız. Hepimiz, atomları da oluşturan taneciklerin etkileşimi ile hareket ediyoruz. Acıkıyoruz, duygulanıyoruz, düşünüyoruz ve ürüyoruz. Yaşamın kaynağı kimyasal reaksiyonlar, parçacıkların atomları değiştirmesiyle gerçekleşiyor.
Müesses bir nizamın içinde yaşarız. Hayatı anlamak, zihnimize bir seviye kazandırmamıza bağlı. Dünyada hayat, sırrını çözemediğimiz bir rastlantıyla başladı ve bugünkü karmaşık düzene ulaştı. Zamanın termodinamik ok yönünde akması, düzensiz bir evrende hayatın başlayabileceği küçük bir düzen kurulmasına neden oldu.
Sonlu bir düzende sınırsız bir hayat mı yaşarız?
Doğa, bir şeyi daha iyi anlamamız için bize benzerlikler sunar. Mesela gezegenler gibi güneş de elips yörüngelere yaklaşıp uzaklaşarak galaksi içinde dönmeye devam eder. Galaksiler hem kendi hem de birbirlerinin çevresinde döner. Hayat da zamansal bir döngü içinde kendini tekrarlıyor olabilir.
Daha mükemmeli arayan, mutlu sona ulaşmak için sürekli bir deneme yanılma halinde olan simulasyonlar olabiliriz. Doğada hayatın devamı için ölürüz. Ölüm, taşıdığımız enerjinin doğaya karışmasıdır ama yine de enerji tam bitmez. Bedenimiz cansız görünür ama onu oluşturan atomlar hareketine devam eder. Bir bitki, hayvan ya da bir gaz olmak için doğaya karışarak entropinin artmasına neden oluruz.
Amacını bilmediğimiz büyük bir tasarımın parçasıyız. Eğer doğa her şeyi taklit ediyorsa zaman da dairesel olmalıdır. Belki zaman, Tanrıyı da kapsayan bir şeydir.
Zaman ve Tanrı, birbirinin neden ve sonucu mudur?
Farabi, “İdeal Devlet” kitabında yaratıcı gücün bir neden ve sonucunun olamayacağını söyler. O, nedensiz ve sonuçsuzdur. Her şey ondan olur ama o hiçbir şeyden meydana gelmez.
Bu anlamda Tanrı’nın bir duygu hissetmesi mümkün değildir. Öyle olması ona insani özellikler kazandırır ki bu durumda bir şeyin sonucu olur. Onun kızması ya da sevinmesi, kin tutması ve kıskanması, onun doğasına aykırıdır. Bu durumda kutsal kitaplarda anlatılandan farklı bir Tanrı ortaya çıkıyor. Cennet ve cehennem, yaşadığımız evrende sadece bize özgü oluyor. Ne var ki bu, evrenin kalanı için bir anlam ifade etmiyor. Tanrı’yı tüm evreni yaratan olarak düşündüğümüzde insanın durumu, onun tamamen dışında bir konu haline geliyor.
Evren bugünkü haliyle hızla genişliyor. Bugünkü görelilik kuramına göre bir gün büzüşerek büyük çatırdama ile çökecek. Bunun dışında evren, kendi kütlesi üzerine çökerek bir karadeliğe dönüşüp tekilliğe de gidebilir. Tekillik durumunda bugünkü fizik yasaları sona erer. Sıkışan evren, başka bir büyük patlama ile yeni bir başlangıç yapabilir. Eğer kapalı bir sistemdeysek, zaman ve Tanrı büyük patlama ile beraber başladı ve büyük çökme ile bitecek. Eğer büyük patlamadan daha önce de zaman varsa Tanrı ve zaman bizim için sonsuzdur.
İnsan: Tanrı’nın eli.
İnsan olarak doğa karşısında çaresiz görünebiliriz. Ancak biz insanız ve bugüne kadar doğanın tüm meydan okumalarına cevap verdik. Bunu da sınırlı yeteneklerimizi doğanın düzenini anlayıp geliştirerek yaptık. Doğanın kudretini, yine doğanın bize bahşettiği beynimizi kullanarak, kendi çıkarımıza göre yönlendirdik.
İnsanın modern zamanları yaşamadığı bir dönem hiç olmadı. Bir zamanların at arabalarının yerini bugün elektrikli arabalar alıyor. Gücümüzün çok üzerindeki hareket enerjisini içten yanmalı motorlara aktararak önünde at olmayan arabaları ürettik. Bunun yanında savaşlarda ulaşamadığımız düşmana, tüfeğin düzeneğiyle ona doğru bir mermi göndererek ulaştık. Üstelik bunu, uygulayacağımızdan çok daha büyük bir kuvveti mermiye yükleyerek yaptık. Hem mesafeyi yakınlaştırdık hem de uygulayacağımız şiddeti arttırdık.
Aynı şeyi roketlerde yaptık. Yer çekiminin, 30 cm sıçramamıza izin vermediği bir düzende geliştirdiğimiz teknoloji ile kendimizi uzaya taşıyabiliyoruz. Bugün makineleri konuşturuyoruz. Beynimizi robotlara yükleyip yeni bir tür yaratıyoruz. Sürekli bilgi üreterek zamanın yönünü belirliyoruz.
Tanrı’nın ol dediği şeyleri belki anında yapamıyoruz ama zaman içinde teker teker gerçekleştiriyoruz. Bunu da bilginin çoğalarak yarattığı düzensizlik yani entropi sayesinde başarıyoruz.
Zamanda her şeyin cevabı var. Günü geldiğinde her sorumuzun cevabını alacağız ama bu, tercihlerimizin getirdiği düzensizliğin sonucuna uygun cevaplar olacak.
Sonuç
Evrenin gizemini çözdüğünü sandığımız her cevap yeni sorular getiriyor. Bu sebeple bu sırrı hiç çözemeyecekmişiz gibi görünüyor. Ancak böyle de olsa öğreneceğimiz bir şey var. En azından hayatın anlamının soyut değil somut bir geçeklik olduğunu öğreniriz. Belki büyük resmi göremeyiz ama yeni sorularla karanlık kalan kısmına ışığı sürekli taşıyabiliriz.
Çelişkili bir doğa karşısında kesin fikirlerimizin olması hayatı ıskalamamıza sebep olur. Hiçbir şey bilmediğimizi kabul ettiğimizde ise kendimizi özgür hissederiz. Teorilerden ve önyargılardan bağımsız düşünebildiğimiz zaman hiçbir şeyin kesin olmadığını anlarız. Evrende çok da önemli olmadığımızı düşündüğümüzde doğa karşısında bir hiç olduğumuzun farkına varırız. Var olmanın dayanılmaz hafifliği, bizi kibrimizden kurtarır ve yeni bir bakış açısı kazanmamızı sağlar. Yeni önermeler ve bizi ileriye götürecek yeni şüphelerimiz olur.
Doğa, bize bütün çıplaklığıyla kendini gösteriyor ama onu görmek için biraz çaba lazım. Hayatın anlamı, gerçek kabul ettiğimiz hayatın yanılsamasından biraz kurtulmaktır. Kendimizi bütün sezgilerimizden arındırsak, geriye zamanda asılı duran boş uzay kalır. Hiçbir şey bilmediğimizi kabul ettiğimizde içimizdeki boş uzaya yeniden bir çocuk gibi yazmaya başlar ve zamanda yeni bir yolculuğa çıkarız.
Kaynaklar:
Stephen Hawking……………….Zamanın Kısa Tarihi
Sean Carrol………………………..Zamanın Kozmolojik Tarihi
Jacques Monod………………….Rastlantı ve Zorunluluk
Richard Feynman……………….Her Şeyin Anlamı