Mükemmel Aşkları Neden Filmlerde Ararız?
Hayatta hepimiz kusursuz aşkı ararız. Aradığımız aşkı bulduğumuza inansak da içimizde eksik kalan bir şeylerin varlığını hissederiz. Aşkın geçici olması, mükemmel aşkın varlığını imkansız kılar. Schopenhauer’in dediği gibi aşk bir yanılsama olunca, illüzyonlardan beslenen sinemanın da vazgeçemeyeceği aracı haline gelir. Perdedeki aşklar, bizi kendi gerçekliğimizden koparır ve belki de ömür boyu hayallerimizde yaşatacağımız o kusursuz anların hazzını bize satar.
Sinema salonlarının ışıkları söndüğünde, oyuncunun canlandırdığı rolde kendimizden bir parça bulmamızın nedeni budur. Biz, ayrı bir kültürde ve coğrafyada yaşıyor olsak da filmlerde bir yanımızı izleriz. En şöhretli Hollywood yıldızlarının hepsinde bir parça Mehmet ve Ayşe vardır. Ancak farklı zamanları yaşıyor oluşumuz, bir yıldızla aramızda büyük bir uçurum yaratır. Bununla birlikte bu uçurum, bir yıldızla aynı deneyimleri yaşadığımızda kapatabileceğimiz bir açıklıktır. Farklı hayatları yaşasak da insan olarak mayamızda aynı duygular vardır ve sinema buna dokunur.
Bu bağlamda, acaba en güzel aşkları, sinema salonlarında izlediğimiz filmler de mi yaşarız? Filmlerde izlediğimiz çiftlerin ayrılmasına üzülmemiz, bizden bir şey kopardığı hissi olabilir mi? Ya da birleştiklerinde mutlu olmamız..
Aradığımız mükemmel aşkın hazzını, filmlerde onu yakalayan oyuncunun üzerinden yaşarız. Sinema bu hayali bize satar. Bu sebeple şiddet içeren bir film de olsa içinde aşkın olmadığı bir yapım neredeyse yoktur. Çünkü insanı anlatan sinema, aksiyondan para kazansa da aşk, yaşamın devamını simgeler. En olumsuz anlarda bile bir aşk sahnesi vardır. Aşkın engel tanımayan, bütün olumsuzlukları örten ve bize kusursuz dünyayı çizen tarafını en iyi sinemada izleriz.
Aşkı Biz mi Yaşıyoruz, Yıldızlar mı Yaşatıyor?
Bu anlattıklarımıza 11 Oscar ödülü alan ‘Titanic’ filmi iyi bir örnek olur. Öyle ki, filmi izleyen bütün erkekler Jack sayesinde Rose’a sahiptir. Kendini gerçek anlamda erkek hissedecek anı, ölüm pahasına kadınını kurtarma hazzını ancak bir filmde yaşayabilir. Bu sahneler, ‘Olsa olsa filmlerde olur‘ sözünün bir ispatı gibidir. Kadınlar da muhtemelen, aradıkları kusursuz aşkı Jack’le romantize ettiklerinde hayallerinde kendilerini ona teslim ederler. Kendileri için ölecek bir erkek, yine ancak filmlerden çıkar.
Peki mükemmel aşkı neden filmlerde ararız? Çünkü adı üzerinde, bu bir hayaldir. Titanic batarken, biz koltuklarımızda kendimizi bütün risklerden uzak tutarız. Bedenimiz, Rose’un ve Jack’in sözlerinde o dokunuşları hisseder ama okyanusun soğuk suyunun hissiyatını onlara bırakırız. Biz, yüzlerce kişinin öldüğü bir facia ortamını değil, aşkın ambiyansını yaşarız. Çünkü aradığımız şey ölüm değil aşktır ve belki de içgüdüsel olarak o yöne yönleniriz. Ömrümüzde, sadece o kısacık anda, bütün doğa ve mantık kuralları bizim lehimize işlerken acı yerine hazzı tercih etmemiz çok normaldir.
Perdedeki Aşk, Gerçek Hayatımız
Arada geçim derdi olmayan bir aşk ne kadar güzel olurdu. Gelenekler, din, töre ve aşkın önündeki diğer engeller olmasa, Dünya dışarıdan mavi değil belki de pembe görünürdü. Ya da zihnimizde simüle ettiğimiz gibi, sevdiğimiz insanın kusurları olmasa aşk hiç sonlu olur muydu? Ağız kokusunu, gereksiz kıskançlıkları veya sabah kalktığında karşımızda tanımadığımız birini göreceğimizi hangimiz aşıkken düşündü?
Bu aşklar gerçeğin acısından muaf, sahnede sadece bizim olduğumuz hayallerdir. Sinema salonunda hemen herkes, aktör ve aktrislerin aktardığı aşkı farklı derecelerde yaşar. Sonuçta bir sinema salonunda aynı perdeye farklı açılardan baktığımız gibi hayatı algılayışımız da farklıdır. Ama çoğumuz, aksiyon sahnelerinden daha çok yaşanan aşkın nasıl sonuçlanacağını merak eder. Film sona erse de zihnimizdeki projektör çalışmaya devam eder. Oyuncular gerçek hayatına dönse de hafızamıza o hazzı artık kazımışlardır. Biz, mükemmel aşkın kahramanları olarak onları zihnimizin dokunulmaz yerine oturtur ve filmi çekmeye devam ederiz.
Bu bağlamda, bizim filmimiz, kamera durduğunda da devam eder. Hollywood’dan ulusal sinemalara yayılan bu yıldız aşkları, sadece bir hayal satmakla kalmaz; aynı zamanda gizli psikolojimizi de açığa çıkarır. Hayatımızda gizlediğimiz, töreler ve tabular nedeniyle imkânsız saydığımız duygusal tercihlerimizi yıldızların aşklarını referans alarak meşrulaştırırız. Öyle ki, bu aşklar, toplumsal sınırları esneten birer katalizör görevi görür.
Bir Gün Herkes Aşkı Tadacak
Bir insanın çevresinde ne kadar güzel kadın ve yakışıklı erkek olsa da aşka karşı bağışıklık kazanamaz. Buna en güzel aşk hikayelerini canlandıran film yıldızları da dahildir. Yıldızlar, duygularını profesyonel olarak ‘canlandırmak’ zorunda oldukları bir sektörün içindedirler. Ancak bu süreç, gerçek duygularını da bir meta haline getirir. Kamera önünde satılan aşk, kamera arkasında yaşandığında bile artık kameraların nesnesi olmaktan kurtulamaz. Ancak böyle de olsa sinema dünyası, perde arkasındaki tutkulu ve dramatik aşk hikayeleriyle doludur.
Sıradan insanlar, perdede izledikleri tutkulu hikayelerin gerçek hayattaki karşılığını ararlar. Ancak yasak veya riskli hissettikleri aşklarını meşrulaştırmak için bir ‘prototip’e ihtiyaçları vardır. Topluma aykırı görünen aşklarını meşrulaştıran bir örnektir bu. Yıldız çiftler, bu prototiplerin en görünür modelleridirler. ‘Bakın, onlar da yapmış’ düşüncesi, bireylere toplumsal normları zorlama cesareti verir.
Sinema yıldızlarının yaşadığı aşklar, sadece magazin malzemesi olmanın ötesine geçerek birer kültürel fenomen haline gelir. Gerçekten de yıldız aşkları, milyonlarca insanın aşka bakış açısını, beklentilerini ve hatta yaşam tarzını etkiler. Ünlülerin yaşadığı birliktelikler, bazı aşkları sınıflara bile ayırır. Bunlar arasında en ünlüsü, herhalde Elizabeth Taylor-Richard Burton ikilisine aittir. Çiftin yaşadığı ilişki, ‘aşkın tüm kuralları yıkabileceği’ inancını milyonlara aşılamıştır.
Liz&Dick: Aşkın Asi Yönü
Aşkın yıkıcı ve kontrol edilemez bir güç olduğunu anlatan tarihi bir örnek ver deseler aklıma ilk ‘Elizabeth Taylor&Richard Burton’ aşkı geliyor. Üstelik bu aşkın ‘Kleopatra’ gibi, tarihin en aykırı aşkını anlatan filmin setinde başlamış olması da ayrı bir ironi. Sanki Tanrı, unutulmaması için Kleopatra ve Antonius’un benzerlerinde bu aşkı 2000 yıl sonra yeniden canlandırdı.
Liz&Dick, 1960’ların muhafazakar Amerika’sında, Hollywood’un en fırtınalı ve tutkulu çiftlerinden biri oldu. Neredeyse bütün toplumsal normları hiçe saydılar. Öyle ki, Vatikan dahi bu ilişkiyi eleştiren bir mektup yayınlamıştır.
Kleopatra filminin setinde tanıştıklarında ikisi de başkalarıyla evliydi. Bu durumun bir skandal olmasını hiç önemsemediler ve iki kez evlenip boşandılar. Bir aşkı destan yapan herhalde onu kimlerin yaşadığıdır. Kleopatra ve Antonius’ta olduğu gibi, bu efsaneyi 8 kez evlenen Liz Taylor ve serseri ruhlu Burton dışında herhalde daha iyi temsil eden olmazdı.

Bu aşk, dönemin yerleşik ahlak kurallarını ve toplumsal normlarını sertçe sarsmıştır. Toplumun tamamen yabancı olduğu bir hayat tarzı, bu aşk sayesinde insanların evlerine kadar girmiştir. Vatikan’ın ahlaki yapıya tehdit olarak gördüğü bu aşk, bazıları için toplumu dönüştüren ve hayatlarına yeni bir boyut kazandıran olaydı.
Taylor ve Burton: Aşk Mükemmel Olmak Zorunda mı?
Tutkularına gem vuramayan insanların aşklarını ilan etmelerinde Liz&Dick ikilisinin bu cesur tavırları mutlaka etkili olmuştur. Bu ilişki, sağlıklı olmayan ilişkileri normalleştirme riski taşısa da ‘mükemmel aşk’ mitine inanmayanlar için bir sığınak oldu. Karmaşık, tutkulu ve tehlikeli ilişkiler yaşayanlar, kendilerini bu efsanevi çiftte buldular.
Bu tutum, sadece aşk hayatında kendini göstermez. İnsanların kendi hayatlarındaki kuralsız, tutkulu veya zorlu ilişkileri yargılarken de daha esnek düşünmelerine yol açar. Eğer tutku yoksa yaptığınız kariyer, kurduğunuz dostluklar kağıttan kaplandır. Tutku yoksa, kurduğunuz düzen kendini bir sonraki düzleme taşıyamaz. Mantık ve toplumsal kurallar, doğanın özü gereği, yıkılıp yeniden inşa edilmek için vardır.
Bu anlamda Liz&Dick’in ilişkisi, fedekarlık ve huzurdan çok, kaotik ilişki yaşayanların topluma karşı bir sığınağıdır. ‘Mükemmel aşk’a inanmayan, karmaşık ve bağımlılık yaratan bir ilişkiyi meşrulaştırır. Çevrenizde bu tip bir aşkın temsilcisini arıyorsanız ‘Aşk acı da olsa buna değer’ diyenlere bakabilirsiniz.
Lauren Bacall ve Humphrey Bogart (Bogie & Bacall)
Aşkın özü yine de romantizmde yatar. Buradaki fark, neyi romantik bulduğunuzla alakalıdır. Taylor & Burton gibi topluma karşı aşkını müdafaa etmek birçok insana romantik gelebilir. Ancak bazıları için aşk, kaos değil, entelektüel uyum ve zarafet demektir. Aralarındaki 25 yıllık yaş farkına rağmen Lauren Bacall ve Humphrey Bogart çifti, bu gerçek Hollywood romantizminin sembolü olarak görülürler. Aradaki yaş farkına rağmen ortak zevkler ve dünyaya karşı ortak bir tutum geliştirmişlerdir.
1944 yılında çekilen “To Have and Have Not” filminin setinde tanışıp evlenen çift, Bogart’ın 1957’deki ölümüne kadar süren bir ilişki yaşadılar. Bacall’ın Bogart’a söylediği o ikonik replik, sadece aşklarının bir özetini anlatmaz, aynı zamanda bir dönemin flört dilini de özetler. Repliğin canlandırıldığı sahnede, Bacall şöyle der: “Islık çalmayı biliyorsun, değil mi Steve? Sadece dudaklarını birleştirip üflüyorsun.”
Bu replik, film setinde başlayan aşkın gerçek hayatta devam edeceğinin adeta bir işaretiydi. O dönemde, Bogart’ın “Kurt Islığı” (Wolf Whistle), her ne kadar sonraki yıllarda taciz olarak algılansa da, özünde bir “aşka davet” olarak yaygınlaşır. Bogart & Bacall, kurdukları duygusal bağ ile, Hollywood’un yapaylığı içinde dahi bir ruh eşinin mümkün olduğu hissini izleyiciye vermiştir. Onların hem ekranda hem de özel hayatta kurduğu bu derin ilişki, aşkı sonsuza dek yaşamak isteyenlerin örnek alacağı bir prototip olmuştur.
Bir Peri Masalı: Grace Kelly ve Prens Rainier
Grace Kelly ve Monaco Prensi Rainier’in aşkıysa, bizim zamanımıza hiç uğramayan, adeta bir filmden, bir peri masalına geçiş hikayesidir. Kelly, Hollywood’un en parlak yıldızlarından biriyken, kariyerinin zirvesinde aşkı için sinemaya sırt çevirdi. Prens’le yaptığı evlilik onu bir prensese dönüştürmüştür. Bir yanda içine kapanık aristokrasiyi temsil eden Monaco, diğer yanda Hollywood yıldızının ihtişamı.. Bu evlilik, geleneği temsil eden eski dünya asaleti ile şöhretin çarpıcı bir birleşimiydi. Kelly’nin asi ruhlu kızı Stephanie’nin skandalları belki de Monaco’nun katı duvarlarına hapsolmuş Hollywood’un asi genlerinin bir isyanıydı.
Benim çocukluk ve gençlik yıllarımdan aklımda kalan, Kelly’nin hikayesinin, her genç kadının hayalini süslediğidir. 1950’lerin toplum anlayışında, Grace Kelly’nin hikayesi kadınların zihin dünyasını da sergiler. Bu aşk, Kelly’nin önüne iki seçenek sunuyordu: Kariyerinde başarılı bir kadın olmak ya da bir prenses olmak. O, ikisinin bir arada olamayacağını düşünerek ikinciyi seçti. Bu, dönemin kadınlarının önündeki sınırları göstermesi bakımından aydınlatıcıdır. Prens Rainer ve Grace Kelly aşkında kadınlar, yıldız olmaktan daha çok, prenses olmanın bir kurtuluş yolu veya büyülü bir dönüşüm aracı olduğunu düşündüler. Hollywood’dan vazgeçerek daha görkemli bir hayata adım atan Kelly, sonu güzel biten bir masalın prensesiydi.
Evlilik Sadakatin Muhafızı mı?: Goldie Hawn ve Kurt Russell
Schopenhauer’in dediği gibi, aşkın bir yanılsama olduğunu kabul edenler, bu illüzyonun formalitelerle kısıtlanmasını reddederler. Evliliğin aşkı öldürdüğüne inanan ve özgürlüğünü geleneksel bir bağa teslim etmek istemeyen insanları yine bir Hollywood çifti temsil eder: Goldie Hawn ve Kurt Russell.
1984’te “Swing Shift” filminin setinde başlayan aşkları, 40 yılı aşkın süredir devam ediyor. Bu, onları Hollywood’un evlenmeden en uzun süredir birlikte olan çifti yapıyor. Onlar için, birbirine bağlanmak ve mutlu bir aile olmak, evlilik kurumu olmadan da mümkün. Bu birliktelik, sadece toplumsal kuralları yıkmakla kalmıyor, Hollywood’un “evlilik ve boşanma döngüsü” klişesini de yıkıyor.
Hawn ve Russell’ın ilişkisi, evliliğin getirdiği resmiyetle değil, gerçekten sevgiye dayalı bir bağlılık yaşamak isteyenler için en güçlü kanıttır. Evliliğin aşk için bir zorunluluk olmadığını, bir yasal sözleşmeden çok, iki kişinin birbirine olan sadakatiyle ilgili olduğunu gösterir. Bu felsefe, özellikle bireysel özgürlüğe değer veren günümüz kuşağına ilham verir.
Bu batılı aşk prototipleri, küresel medya sayesinde kültürel sınırları aşarak Türk toplumunun kolektif bilincine de nüfuz etti. Özellikle muhafazakar bir toplum yapısına sahip Türkiye’de, bu ‘aykırı aşk‘ modelleri, geleneksel normlarla çatışan bireyler için birer referans noktası haline geldi.
Yazıyı Zihin Karmaşası podcastinde dinleyin
Hollywood Aşklarının Dünyadaki Yansımaları
Hollywood, küresel anlamda her zaman bir otorite ve modernlik simgesi olarak algılanmıştır. Kendi kültürünü kolaylıkla ihraç edebilmesinin en önemli nedeni budur. Türkiye gibi geleneksel toplumlarda aykırı davranış kalıplarına meşruiyet kazandıran, bir üst kültür olarak Hollywood olmuştur. Sanki üst katman olan Hollywood’dan ara katman yerel sinemalara, oradan da alt katman sıradan insanlara sirayet eden bir akış var. Tutucu bir toplumda, bu modern aşkların normalleşmesinde bu akışın önemli bir yeri olduğunu söyleyebiliriz.
1980’lerin başında Türk sinemasının sultanı Türkan Şoray’ın, evli Cihan Ünal’la yaşadığı ilişki bu duruma iyi bir örnektir. Türkan Şoray, evli bir iş insanı olan Rüçhan Adlı ile 20 yıllık birlikteliğini bitirerek Cihan Ünal’la evlendi. O dönem, Türkiye gibi tutucu bir ülkede, her iki yıldız da tutkulu aşkları uğruna kariyerlerini riske attılar. Bu ilişki Elizabeth Taylor-Richard Burton ilişkisinin adeta bir kopyası gibidir.
Bunun yanında Tarkan Tevetoğlu’nun sıradan bir hayranı olan Pınar Dilek’le evlenmesi de Kell’ynin peri masalını anımsatır. Belki bu örnek bir film yıldızının hayatına ait değildir. Ama bu hikayeler, aşkın, sınıf, statü ve şöhret farklarını iskonto edebildiğini anlatır bize. Bir megasatar da olsa, söz konusu aşk olunca o yüce ve ulaşılmaz görüntüsü etkisini yitiriyor.
Goldie Hawn ve Kurt Russell’ın ilişkisini andırsa da Ferdi Tayfur ve Necla Nazır aşkına bir parantez açmamız lazım. Tayfur’un medeni durumu temel bir farklılı yaratır. Ayrıca çiftin çalkantılı aşkları da tutucu bir toplumun doğasını yansıtır. Yine de Tayfur ve Nazır ikilisi, geleneksel engellere rağmen uzun soluklu bir birlikteliği sürdürebilmişlerdir. Aralarında resmi bir evlilik sözleşmesi olmamasına rağmen yaklaşık 30 yıl aile olabilmişlerdir. Ferdi Tayfur gibi “halkın içinden, geleneksel” bir figürün bu karmaşık ilişkiyi sürdürmesi, tutucu kesimin direncini kırmıştır. Öyle ki, sevenleri bu zorunlu birlikteliği sahiplenmişlerdir. Sonuç olarak bu durum “Batı’nın ahlaksızlığı” olarak değil, kaderin bir cilvesi olarak algılanmıştır.
Teknolojiyle Değişen Aşk
Şu ana kadar anlattıklarım teknoloji çağına doğan kuşaklar için çok anlamlı gelmeyebilir. Benim verdiğim örnekler eskilerin yargılarına göre şekillenen ilişkilerdi. Belki de bunu, benim gibi 50 yaşını geçmiş, sıranın sonlarına doğru ilerleyen birinin eskiye duyduğu özlem olarak da yorumlayabilirsiniz. Ancak böyle de olsa insanın olduğu her yerde aşkı yaşayacağız. 1960’larda algılanandan farklı olarak bugün başka şekilde yorumlansa da konuşacağımız bir aşk her zaman olacak. Yine yeni değerlere meydan okumalar olacak ve insanlara ilham olan aşkları duyacağız. Ancak görünen o ki, bu aşklar artık kusurlardan muaf olmayacak.
Bugün her şey çok hızlı değişiyor. Sinema sektörü, dijital dönüşümün etkisini en hızlı hisseden sektörlerden. Dijital platformlar, film izleme alışkanlıklarını değiştirerek zihnimizdeki sinema kavramını da dönüştürüyor. Bu, filmlerde eskiden rastladığımız aşk temasını da değiştiriyor.
Teknolojiyle şekillenen toplumun yeni kavramları arasında aşk da yeni ambalajı içinde yerini alıyor. Örneğin, aşkın önemli unsuru kadına, artık ilişkinin fedakarlık kısmı düşmüyor. Kadınlar, bir erkek için kariyerlerinden vazgeçmiyorlar ve ilişkinin duygusal bedelini ödemiyorlar. Kadın, tabu olmaktan çıktıkça aşk da hızlı tüketilen skandallardan dolayı bir samimiyet aracına dönüşüyor.
Bugün ünlü olmak sadece belli insanlara mahsus değil. Uçsuz bucaksız dijital dünyanın yarattığı fırsat eşitliğiyle yeni değer yargıları kazanıyoruz. Mesela önceleri ünlüler, yaşadıkları ilişkilerde, geleneklerden dolayı aşklarını yaşayamanlara ilham olurlardı. Bugün ise kolayca ünlü olan fenomenler aşklarını, insanlara nasıl yaşamaları gerektiğini göstermek için kullanıyorlar. Örneğin önceden gizli kalmasına çalışılan nikahsız yaşam, evlenmeden çocuk sahibi olma gibi durumlar, bugün sansüre gerek duyulmadan sosyal medyada bilerek açıklanıyor. Örneğin, Liz ve Dick’in tutkulu aşkı, insanların gizli psikolojisini ortaya çıkarırken, Travis Barker ve Kourtney Kardashian’ın ilişkisi tamamen kurgulanmış bir performans yönetimi. Onların her anı sosyal medya için optimize edilmiş, marka değerlerini artıran bir içerik stratejisine dönüşmüş durumda.
Mükemmel Aşkın Mükemmel Performansa Evrimi
Ünlülere erişim bu kadar kolaylaşınca peri masalları da inandırıcılığını yitiriyor. Aşk, hızlı tüketilen bir dijital nesneye dönüştükçe, Grace Kelly’nin sürpriz ve mahrem aşkının özelliği de kayboluyor. Örneğin, sevdiğimizi şaşırtmak için yavan şeyler yapıyoruz. Başrolünü kendimizin oynadığı kısa filmlerde farklı olmak adına basit bir tekdüzelik yaşıyoruz. Örneğin evlenme tekliflerinin ya da törenlerinin, geleceğe bir anı taşımak adına sanki içi boşaltılıyor. Bu kalabalık arasında farklı olmak adına insanlar sürekli el yükseltiyor.
Bu, ünlüler arasında bir PR, marka yönetimi halini alıyor. Çünkü bugünün teknolojisi, kusursuz bir aşk arayışında değil. Benim kuşağımın filmlerde aradığı o aşkı bugünkü nesil, tamamen filtre edilmiş bir “Kusursuz Performans”ta arıyor. Yeni kusursuz aşk, ekranlarda ne kadar göründüğüne, kaç like aldığına bağlı bir anlam kazanıyor. Adeta takipçilerle kurulmuş bir ortaklık haline geliyor. Yıldızlar, bize neyi meşrulaştırmamız gerektiğini değil, ne kadar ‘mükemmel’ görünmemiz gerektiğini dikte eden rehberler haline geliyorlar.
Son Sözler
Sinemanın hayal ettiğimiz dünyayı karşımıza çıkarma gücü, benzersiz bir imkandır. İnsan, içinde bütün evreni taşıyan ancak sadece gördüğü kadarını algılayabilen bir varlıktır. Sinema, bu sınırlı algımızı aşmamıza yardım eden ve ona biçim veren sanatsal bir araçtır.
Konusu insan olan sinema, böylesine büyük potansiyeli bir cevher gibi işler. Bireysel algılarıyla evrilen insanı sinema, bütün bir insanlık olarak algılar. Bunun sonucunda oluşturduğu tarihsel ve kültürel veri setiyle bugünü geçmişle bağlar, geleceğe dair projeksiyonlar çizer. Böylelikle içinde evreni barındıran insanın zihninin derinlerindeki hazineyi görür ve yüzeye çıkarır. Bunu, Dünya’nın derinlerinde yatan madenleri çıkaran ve işleyen insan gibi yapar. Kısacası sinema, bir bakıma insanın evrimini anlatır. Ve insanın evriminin temelinde de aşk yatar.
Film yıldızlarının yaşadığı aşkların toplumun katı yapısını esnettiği inkar edilemez. Ünlüler, duyularımızı harekete geçiren güçlü algı merkezleridir. Tutkulu aşklar yaşayan yıldızlar – ister ahlaksızlığın ister özgürlüğün simgesi olarak görülsünler – topluma yeni bakış açıları kazandırırlar. Neticede değişimi sürükleyen bu yeni bakış açıları, aşk gibi tutku dolu duygulardan doğarlar. İnsanlar da çemberi kıracakları cesareti ancak kendilerine örnek aldıkları kişilerde bulurlar.
Bu bağlamda film yıldızları bizim için her zaman sahnededirler. Biz, onların yarattığı o rüyanın içinde kalarak kusursuz aşkı aramaya devam ederiz. Bize uzak bir hayatı yaşıyor olsalar da insan olmanın ortak bağı, içimizdeki gizli psikolojiyi uyandırır.
Teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin, insanlar dijital çağda da aşkı arayacaktır. Yıldız olmanın anlamı değişse de referans gücü kalacaktır. Peki aramayı bırakmadığımız saf aşkı bulabilir miyiz? Sanmıyorum… Yorum katılmamış bir aşka rastlayamayız. Ama aşk, biçim değiştirse de özünü yine koruyacaktır.
Not: Yazıyı Zihin Karmaşası podcastinde dinleyebilirsiniz.