Başarı: Tekrar mı, Devrim mi?
Hayatımızın nihai amacı mutluluğu yakalamaktır. Mutluluk, yaptığımız tüm eylemlerin, koyduğumuz hedeflerin ana motivasyonudur diyebiliriz. Mutlu olmak için para kazanırız mesela. Mutlu bir hayatımız olsun diye bir aile kurarız. Kendimizi iyi hissetmek için başkalarına yardım ederiz veya hayatımıza anlam katacak bir şey öğrendiğimizde de mutlu oluruz. Yeni bir yetenek; örneğin bir yabancı dil öğrendiğimizde kendimizi mutlu hissederiz. Kendimizi ifade ediş tarzımızdır bu. Bunları yapabilirsek bir gruba ya da topluma ait oluruz. Eğer bunu başarabilirsek kendimizi değerli hissederiz. Tanınmak, sevilmek, saygı görmek, insanlığımızı hatırlatan sıfatları taşıdığımızı bilmek bizi doyuma ulaştırır.
Bunların hepsi aslında mutlu olmanın ön koşuludur. Ancak mutluluk kendiliğinden gelen bir şey değildir. Onu yakalamak için mücadele etmemiz gerekir ve mutluluğu yakalamak bir başarı hikayesidir. Neticede başarmak için bu dünyaya geliriz. Mutlu olmak ve başarmak, birbirinin sebep ve sonucu gibidir.
Edilgen başarılara alışığız
Ancak insan olarak çok karmaşık bir varlığız. Hepimizin öznel deneyimleri olması, bizi birbirimizden farklı yapar. Mesela benim hoşlandığımdan siz hoşlanmayabilirsiniz veya bende baskı yaratan şeyden siz mutlu olabilirsiniz. Sonuçta her insan kendi algılarının yarattığı gerçeği yaşar. Kimine göre çok para kazanmak başarılı olmak anlamına gelir. Başkası için de iyi bir eş, iyi bir evlat ya da anne olmak mutlu ve başarılı olmak için yeterlidir.
Bu durumda başarıdan kastımız nedir? Mesela iyi bir ebeveyn olmak bizi başarılı yapar mı? Ya da çok para kazanmak, iyi bir kariyer, statükoyu korumak başarılı olmak için yeterli midir? Eğer öyleyse çok para kazanan milyonlarca insanın kaç tanesini sayabiliriz? Çok iyi kariyeri olan insanların kaçını hatırlarız?
İyi bir baba olduğumuzda bizi kimse çok iyi bir baba olduğumuz için hatırlamaz. En iyi baba olmak diye bir kriter de olamaz. Biz sadece toplumun sağlıklı düzenininin devamı için gerekeni yapmışızdır. Aslında bu kuralları uygulayarak sadece toplumsal oluruz ama tam anlamıyla birey olamayız. Oysa toplumsal olmak bir işletmede C performans almak gibi birşeydir. Demek istediğim sadece görevimizi yaparak edilgen bir başarı kazanmışızdır. Kısacası değerli değil, vasatızdır.
Ancak çevremize baktığımızda kimse vasat olduğunu kabul etmek istemez. Bundan huzur bulanlar, aykırı olmanın getireceği yalnızlıktan korkan, güvenli alanın dışına adım atmaya cesaret edemeyen genelin oluşturduğu insanlardır. Toplumda herkes aynı mutluluğu yaşayacak diye bir kural olmaz.
Başarmak iyi izler bırakır
Oysa bazılarına göre mutluluk, toplumun dayattığı kuralları uygulamak değildir. İnsanın yetenekleri ve imkanları arttıkça doğa ondan daha fazlasını bekler. Bunu hepimiz deneyimlemişizdir. Elde ettiğimiz her başarı bizi bir süre tatmin etse de bir zaman sonra doyumsuzluk yaşamaya başlarız. Neticede biz dursak çevremiz durmaz ve yeni bir şey üretmedikçe kendimizi değersiz hissederiz. Sürekli bize benzeyen insanlarla beraber olsak da farklı olduğumuzu gösteren bir başarı hikayesinin peşindeyizdir aslında. Nihai amacımız olan mutluluk, aslında hayatın bizi peşinden koşturmak için hep önümüzde tuttuğu bir rüyadır.
İşin doğrusu, insanlar bu hayatta bir iz bırakmak ister. Tarihte çok büyük başarılar kazanmış, tüm insanlığın kendini hatırlamasını isteyen hükümdar gibi bir baba da çocuklarının kendisini iyi anmasını ister. Gelecekle iletişim kurma ihtiyacımızdır bu. Ancak herkes hayata sunduğu katkı kadar hatırlanır. Sonuç olarak bizi başarılı yapan şey, hayatta bıraktığımız izlerin toplamıdır.
Hayatı sadece yaşadığı zaman olarak düşünen insan bile öldükten sonra nasıl hatırlanacağını merak eder. Belki de bu, ölümün aynı zamanda yeni bir doğum olduğunu gösteren kozmik dine ait bir duygudur. Mağarada karanlık içinde tehlikede olan atamızı, karanlıkta kaldığımızda ürpererek anımsamamız gibi kozmik bir hafızanın parçasıdır. Demek istediğim, hayat bitmez ama sürekli birikerek yaşamaya devam eder. Birikim sağlayan başarılı insanların beyni toprak olabilir ama beynindekiler toprak olmadan doğaya bu şekilde karışır.
Başarının altın kuralı: Aykırı olmak
Başarmak, bu bağlamda bir var oluş meselesi diyebiliriz. İyi bir baba olmak, bir kariyer yapmak, iyi bir eş, sevgili, arkadaş olmak bir fedakarlık ve çaba gerektiren şeylerdir. Ancak söylediğim gibi bunlar edilgen başarılardır. Toplum, bu tip başarılarla kendini sadece tekrar eder. Oysa toplumun varlığını sürdürmesi kendini yenilemesine bağlıdır. Biz nasıl evrimleşmemizi mutasyonlara borçluysak, toplumda kendini yenilemek için mutasyona uğrar. Bunu da aykırı fikirlerle yapar.
Örnekleri önce kendimizi düşünerek çoğaltalım. Örneğin ait olduğumuz ailemizi, toplumu veya arkadaş grubumuzu ileriye taşıyacak yeni fikirlerin bizden çıkmasını isteriz. En azından bir katkımızın olması, bizi mutlu eder. Yeni ilham ve tutkuyu çevremize biz transfer ettiğimizde kendimizi daha değerli hissederiz. Ancak bunu yapmak için yeni ve aykırı bir fikrimizin olması, bu fikrimizi de hayata geçirecek cesaretimizin olması gerekir.
Bizde deneme cesareti yaratan ve ilerlememizi sağlayan bir merak duygumuz var. Merakımız, anlama sınırımızın bittiği, bizim için bulanık kalan alanı keşfetmek için ihtiyacımız olan cesareti bize sağlar. Bunu herkes yapamaz. Yapabilseydi eşyanın doğasına aykırı olurdu. Bu sebeple bu alan genel kitlenin her zaman yabancı kalacağı bölgedir.
Genel kitle başarıya ortak olmak ister ama riski başkası alsın ister. Herkesin akıllıca konuştuğunu çok duyarız. Kağıt üzerinde dünya farklı şekillerde kurtarılır mesela. Taraftarı olduğumuz takımları şampiyon yaparız. Ayrıca zengin olmak da çok kolaydır. Borsada herkes çok akıllıdır ve herkes nerede girip nerede çıkacağını bilir. Kimse kaybettiğini kabul etmez çünkü herkes başarıya o kadar açtır. Bu sebeple herkes başarılı insanların yanında olmak ister. Ben de buradayım demenin en kolay yoludur bu. Ancak beraber yaşadığımız insanlar, değişimi başlatacak deneme cesaretini hep başkasından bekler.
Başarıyla kendi doğamızı keşfederiz
Birlikte yaşamanın birçok iyi yanı olsa da inanmadığımız bazı değerlere katlanmamıza neden olan bir tarafı var. Bu sebeple toplumda bize ters gelen kurallara karşı zamanla bir tutum geliştirmeye başlarız. Mesela güçlünün hukukunun egemen olduğu bir düzende bu durumdan fayda sağlayan insanlar vardır. Ancak elinde gücü tutup bu durumdan rahatsız olan insanların da olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Örneğin ucuz işçi çalıştırmak doğru bir ekonomik tutumdur ama sömürmek insanlık dışı bir davranıştır. Böyle düşünen bir işveren, toplumun ortak çıkarını daha adil bir bölüşümde görebilir. Bu bağlamda zamanla kendi sınıfına aykırı bir tutum geliştirebilir.
Bu, biraz insanın doğasıyla alakalı bir durum. Sonuçta hayata eşit koşullarda başlamayız. Bazılarımız için hayat yanlış başlar. Sperm yumurtayla birleştiği anda kaderimiz çizilse de genomumuz bütün kaderimizi belirlemez. Kaderimizin çizildiği 2. olay, üzerinde hiç etkimizin olmadığı doğduğumuz ortamdır. Doğduğumuz çevreyle girdiğimiz etkileşim bizi zamanla başka biri yapar. Mesela bir deha, kendisine son derece ters bir ortama doğabilir. En sonunda bazıları şanssız doğsa da belli özellikleri taşıyorsa hayatı olması gerektiği yerde bitirebilir. O, zaten uygun olmadığı ortama, farkında olmadan yavaş yavaş içinde tepki biriktirmeye başlamıştır.
Biz birisi doğmayız, birisine dönüşürüz
İyi bir baba, eş, arkadaş olmaktan öte başka bir şey, yazılı kurallara uyan değil, kendi kurallarını yazacağı hayat onu yıllar boyu çağırır. Öyle bir zaman gelir ki, genel kitlenin içinde olmanın verdiği huzur onu artık tutamaz. Aklını genele veremez. İçindeki tutku onu eyleme sürükler. Bazen bu durumu anlatırken “işte o an bende her şey koptu” dediğimiz anları yaşarız. Oysa o anı yüzeye çıkaran şey, bizi farklı kılan içimizde büyüttüğümüz tohumdur. Yıllarca bizi oraya çağıran bir şeydir ve yavaş yavaş bizi toplumdan koparır.
Nietzche’nin dediği gibi “Bizi öldürmeyen şey güçlendirir”. Bazı insanlar hayatı sıralı yaşayarak her döneminde kontrolü elinde tutar ve yaşadıklarıyla paralel bir şekilde büyür. Bazılarının hayatı ise edilgen başlar. Kendisi değil, onun adına kararları başkası verir. Hangi okula gideceğine, kiminle evleneceğine kadar hayatını etkileyen her kararda etki altındadır. Hayatı kendi gerçekliğinden algılayarak herkesin bu şekilde yaşadığını düşünür ama kendine ters gelen her olay, bilinçaltında uyuyan gerçek benliğini yüzeye yaklaştırır. Bu yüzden kimisi kim olduğunu 20’sinde anlar, kimisi 40’ında başkası da 60’ında farkına varır. Sonuçta bizler birisi olarak doğmayız aslında olduğumuz birisine dönüşürüz.
Toparlamak gerekirse her insanın hayatının değiştiği anlar vardır ancak değişimi nasıl algılıyorsak geleceğimiz de ona uygun şekillenir. Bir ölümü fırsata da çevirebilir, kurban psikolojisini de girebilir. Mesela Atatürk’ün babasız büyümesi kendini daha da güçlendirmiştir. Steve Jobs, evlatlık verildiğinde bundan bir mağduriyet çıkarmamış, aksine ABD’de büyüme fırsatını değerlendirmiştir.
Başarı, basitlikten doğar
Elbetteki çevremizde çok başarılı biri olarak tanınabiliriz ama başarının dereceleri vardır. Çok başarılı bir yönetici olabiliriz mesela. Hatta kendimizi abartabiliriz. Oysa bir devrim yaratıp dünyayı da sallayabiliriz. Mesela Lee Iacocca, milyonlarca yöneticinin arasında iş dünyasının yönünü değiştiren bir insandır. Ford’la çalışırken, Amerikan rüyasının sembollerinden Mustang modelini tasarlayarak otomotiv sektöründe yeni bir dönemin başlamasına öncülük etmiştir. Ayrıca Chrysler’ı iflastan kurtarıp yeniden büyümesini sağlamıştır.
Bu çok iddialı gelebilir ama bunu yapan insanlar diğer insanlardan daha zeki olduğundan değil, herkesin baktığı yerden farklı bir yere baktığı için bunu başarmıştır. Bir burun farkından bahsediyorum. Mesela Steve Jobs, birgün teknolojinin bilgisayarları cebimizde taşıyabilecek kadar minyatürleşeceğini görebilmiştir. Bunu Silikon Vadisinde çalışan binlerce bilgisayar mühendisi de görebilirdi. Neticede gerçek önlerinde duruyordu.
Büyük İskender, dünyanın sonu olan büyük dış denize ulaşmaktan bir dünya vatandaşlığına giden zihin yolculuğunda tarihin en ilham verici harekatını yapmıştır. 22 yaşında ülkesini terk etmiş ve bir daha dönmemiştir. 33 yaşında öldüğünde bugüne kadar ardıllarının başaramadığı ama bugün bile ilham aldıkları bir hikayeyi dünyaya armağan etmiştir. Bugün İskender’in yaptıklarını bir masal gibi okumaya devam ederiz.
Einstein, bir ışık demetinin üzerinde olsaydım çevremi nasıl görürdüm diye kendine basit bir sormuş. Bu soru, Newton’un mutlak uzay ve mutlak zaman teorisinin sonunu getirmiştir. Bu o kadar önemli bir buluş ki, dünyayı algılamamızı kökünden değiştirmiştir.
Bunlara o dönem insanlar gülmüş olabilir ama onlar hayalleriyle o günün gerçeğini değil, geleceğin gerçeğini yaşamışlar. Böyle bir bakış açısının da olduğunu insanlara göstermişler. Bir yol açıp insanları bu yola sokmuş ve yolun kurallarını inşa edip dünyayı değiştirmişler. Ancak bunlar hep basitlikten doğmuş. Öyle de olsa düşüncelerindeki bu sadelik, onları belki de ömür boyu süren bir yalnızlığa sürüklemiştir.
Yalnızlık: Başarının kardeşi
Bu insanların en önemli özelliklerinden birisidir yalnız olmak. Başarmak biraz muhalif bir kavramdır ve muhalif olmak da biraz yalnızlık kokar. Ancak bu yalnızlıktan beslenerek bu rüyaları gerçeğe çevirmişlerdir.
Başarıya ulaşmak için, sabır, çalışkanlık, cesaret, inanç, azim, disiplin ve zeka gibi özellikleri sayarız. Belki bu özelliklere yenilerini de ekleyebiliriz ama tüm bu duyguların hammaddesi olan bir tutku olmalı. Onları insan üstü çalıştıran, cesaret göstermesini sağlayan, inançlı yapan, yani onu başka biri yapan, dönüştüren o tutkudur. Onu da hayaller yaratır. Bu hayallerin oluşmasında etkili olan veriler de yaşadığımız toplumun sıradanlığından gelir.
Dünyanın tanıdığı bir matematikçi, bir fizikçi, mucit ya da tarihe geçmiş bir komutan, genelin sınırlı düşüncelerine bağlı kalarak bunu başarabilir mi?
Lakin kimisi için başarmak kendini aşmaktır. Önündeki engelin genele uymak olduğunu gördüğünde bir adım geri atarak ne yapmaması gerektiğini görür.
Onu böyle yaşamak istemeyeceği bir şey çağırır ve bir gün öyle bir duruma gelir ki, tutkusu, topluma ters düşme korkusunu aşar. Çevresi ona bir şey ifade etmemeye başlar. Toplumun dışladığı, hatta alay ettiği ama kendisinin ondan beslendiği muhteşem bir yalnızlık yaşamaya başlar. Gelecekte hayatın ona ödeyeceği ödülün bedelidir bu yalnızlık. Geleceği yaşayan bir insan, bugünün gerçeğinde kendini nasıl yalnız hissetmez?
Tarih seni neden anlatsın?
Bu bağlamda tarih, kendisine anlatacağı bir şeyler bırakan insanları taşır. Akhilleus’tan ilham alan Büyük İskender, dünyanın en büyük komutanlarının bilinçaltında yatar mesela. Sezar, yaptıklarını İskenderin yaşlarında yapamadığına hayıflanır. Üstelik kendisi Roma gibi bir imparatorlukta etkiliyken bunu yapamadığı için kendine kızar. Hannibal, Büyük İskender’in öyküleriyle büyümüştür. Napolyon ve Atatürk, Hannibal’den etkilenmiştir. Jean Jacques Rousso’nun fikirleri, kendisi gibi özgür mizaçlı Atatürk’ün üzerinde etkilidir. Çok para kazanan yüz milyonlarca insan vardır ama Henry Ford bir tanedir mesela. Bir devrim yaratmıştır çünkü.
600 yıllık Osmanlı İmparatorluğunda kaç padişahın ismini sayabiliriz? Kurucular ve yükselme dönemi padişahlarını biliriz ama Fatih’in yeri ayrıdır. Gerileme döneminde 2. Mahmut’u biliriz çünkü Osmanlının felaketinin başlıca sorumlusu Yeniçeri Ocağını kaldırmıştır. Revan ve Bağdat fatihi 4. Murat’ı alkol ve tütüne karşı acımasız mücadelesiyle hatırlarız. Abdülhamit, o kaos döneminde ülkesini 33 yıl parçalanmadan bir arada tutmayı başarmıştır.
Bu insanları anlatmak tarihin işine gelir çünkü dünyayı şekillendirecek bir hikaye vardır elinde. Her hikaye bir diğerini getirir. Doğanın bir numarasıdır belki de bu durum çünkü genelin içinden az sayıda insan çıkararak hem ana gövdeyi bozmaz hem de değişen çevreye bu gövdenin yavaş yavaş uyum sağlayacağı bir yol haritası çizmiş olur.
Her başarı yeni bir doğumdur
Bu insanları kendi gerçekliğimizden değerlendirmek bence mümkün değil. Onların hayata bakışıyla bizim anlayışımız arasında herhalde galaksiler var. Belki aynı havayı soluruz, aynı yemeği yeriz ama dünyaya aynı yerden bakmayız. Biz ölümle hayatın bittiğini düşünürüz ama hayat onlar için hiç bitmez. O, bu yüzden Büyük İskenderdir ama biz sıradan bir elektron olarak kalırız. Atatürk öldükten sonra da ülkesini yönetmeye devam eder. Van Gogh’un değeri öldükten sonra anlaşılmıştır çünkü öldükten sonra doğmuştur.
Bu bağlamda başaran insanlar sürekli doğar. Atatürk’ün Trablusta, Galiçya’da, Çanakkale’de yaşadıkları onda mücadele gücünü hep canlı tutmuştur. Büyük İskender, İran’dan Hindistan’a kadar dünyayı fethettiğinde o bölgenin ruhunu kendi ruhuna katmıştır. Oraya ait veriler kendinde yeni duygular uyandırmış ve fikirler geliştirmiştir.
Başaracak kişi, neyi başarmak istiyorsa onun için doğduğu benliğini arar. Farklı hayatları okuyarak aralarından özgürce seçebileceği farklı tutumlar geliştirir. Napolyon ve Atatürk, hiç durmadan okurmuş mesela. Büyük İskender, uyumadan önce 1-2 sayfa da olsa mutlaka okurmuş. Bu insanların ruhları çok inişler ve çıkışlar yaşamasından dolayı fırtınalıdır ve hep sınırlarda gezer. Böylece karşılarına çıkacak tehlikelere karşı sürekli hazır olurlar. Hiç durmayan, sürekli üreten zihinleri onlara farklı düşünme ve ikna yeteneği sağlar.
Birçok başarısızlık yaşamak, düşüp yeniden kalkmak, alay edildiğinde sarsılmamak bu insanları gittikçe sertleştiriyor ve kazandığı bu deneyimler olağanüstü durumlarda başvuracağı bir hafıza yaratıyor. Bu hafıza, hiç durmayan zihinle birleştiğinde olağanüstü dayanıklılık ve çözüm üretme yeteneği sağlıyor. Herkesin çok zor gördüğü olay onlara kolay geliyor.
Zihnen galip gelmek, başarmanın yarısıdır
Başarılı insanları incelediğimizde başarıya önce zihinlerinde ulaştıklarını görüyoruz. Yalnızlığa göğüs germelerini sağlayan da herhalde zafere olan bu inançları. Bu, onlara bir dayanıklılık ve cesaret kazandırıyor. Her yaptıklarından o kadar emin hareket ediyorlar ki, ne yaptıklarını çok iyi bilen bir izlenim veriyorlar. Bu disiplin ve azmi çevresine de tranfer edebiliyorlar. Bir asker, savaş anında öleceğini bilse bile zaferi arkadaşlarının kazanacağından emin olarak tehlikenin üzerine korkusuzca ilerliyor.
Bizim ülke olarak şöyle bir şansımız var. Bize evrensel başarıyı anlatan bizden birisi var. Genelde birbirine benzer zihin yapıları olsa da bizim değerlerimizle daha iyi anlayacağımız bir liderimiz var mesela. Mustafa Kemal’in Henüz Atatürk olmadığı Çanakkale Savaşında tüm bu anlattıklarımızın ne anlama geldiğini anlatan bir olayı Albay Mustafa Kemal’in ağzından dinleyelim.
“Düşmanın karaya çıkmış piyadesinin henüz oradan uzak olduğunu anladım. Asker, o müşkül araziyi hiç durmadan geçmek yüzünden yorulmuş ve yürüyüş derinliği pek ziyade derinleşmişti. Alay ve batarya kumandanına, askeri tamamen toplayıp küçük bir istirahat vermelerini söyledim. Denizden örtülü olarak on dakika kadar tevakkuf edecekler, sonra beni takip edeceklerdi. Ben de, orada bir Aptalgeçidi vardır, o Aptalgeçidi’nden Conkbayırı’na gidecektim. Yanımda yaverim, emir zabitim ve sertabip ile oralarda tekrar bulduğumuz fırka cebel topçu tabur kumandanı olduğu halde evvelâ atlı olarak yürümeye teşebbüs ettik, fakat arazi müsait değildi. Hayvanları bıraktık, yaya olarak Conkbayırı’na vardık.
Şimdi burada tesadüf ettiğimiz sahne en enteresan sahnedir. Ve vakanın en mühim ânı bence budur.
Bu esnada Conkbayırı’nın güneyindeki 261 rakımlı tepeden sahilin gözetleme ve korunması göreviyle orada bulunan bir müfrezenin Conkbayırı’na doğru koşmakta yani kaçmakta olduğunu gördüm. Bizzat bu eratın önüne çıkarak:
– Niçin kaçıyorsunuz? dedim.
– Efendim düşman! dediler.
– Nerede?
– İşte! diye 261 rakımlı tepeyi gösterdiler.
Filhakika düşmanın bir avcı hattı, 261 rakımlı tepeye yaklaşmış ve tamamen serbest olarak ileriye doğru yürüyordu. Şimdi vaziyeti düşünün: Ben kuvvetlerimi bırakmışım, asker on dakika istirahat etsin diye… Düşman da bu tepeye gelmiş… Demek ki, düşman bana benim askerlerimden daha yakın! Ve düşman, benim bulunduğum yere gelse kuvvetlerim pek fena vaziyette duçar olacak. O zaman artık bunu bilmiyorum, bir muhakeme-i mantıkiyemidir, yoksa içgüdü ile midir, bilmiyorum; kaçan askere:
– Düşmandan kaçılmaz, dedim.
– Cephanemiz kalmadı, dediler.
– Cephaneniz yoksa, süngünüz var, dedim.
Ve bağırarak bunlara süngü taktırdım, yere yatırdım. Aynı zamanda Conkbayırı’na doğru ilerlemekte olan piyade alayı ile, cebel bataryasının yetişebilen eratının marş marşla benim bulunduğum yere gelmeleri için yanımdaki emir zabitini geriye saldırdım. Bu asker süngü takıp yere yatınca düşman askeri de yere yattı. Önümüzde artık engel yoktu. Kazandığımız an o andı.”
Mustafa Kemal bu kararı alırken neleri sayabiliriz? Yıllarca savaşlarda bulunmanın verdiği kazanım, zor durumlarda karar alabilme. Risk alabilme, cesaret, muhakeme gücü.. Düşmanın zihnini okuma.. Askere siper aldırarak düşmanın da siper alacağını hesaplayabilme..Başından değil, yapması gereken her şeyi yaptıktan sonra akışı kadere bırakma… Ancak hepsini tek başına yapabilecek bir çap ve dayanıklılık… Bu Hanibalde’de böyle, Büyük İskender’de de..
Başarmanın evrensel bir dili vardır
Steve Jobs, Mustafa Kemal ya da Einstein, bunlar evrensel dili konuşur. Aynı kelimeleri konuşuruz ama o kelimelere aynı anlamları yükleyemeyiz. Her kelimesinde ödenen bir bedel ve kazanılan bir tecrübe vardır. Bu evrensel dili öğrenmek çok zaman ve çaba ister. Onu anlamak için yıllar sürecek bir iç yolculuğa çıkmak gerekir. Onların deneyimlerini anlamak, nasıl bir dönüşüm geçirdiklerini anlamak ve bunu ona söyletenin ne olduğunu tahmin etmek sadece empati yeteneğini arttırmakla olmaz. Aynı zamanda zihinsel bir olgunluk da gerekir.
Bu insanlar, kitlenin çok sonradan farkına varacağı olayları daha erken yaşar. Bu onlara bir yalnızlık yaşatsa da benimsedikleri rüyayı heyecanla yaşamadıkları bir an yok galiba. Bu tutku onlara büyük bir enerji verir. Hedefleri hep bir adım önünde, uzansa yakalayacaklarmış gibidir. İdealleri zihinlerinde net olduğu için başarısızlık asla akıllarına gelmez. Süreç anında herhangi bir geriye düşmede yeni bir yol bulabilirler. Hannibal, Roma topraklarında Romaya kafa tutarken en zor anlarda ya bir yol bulmuştur ya da bir yolu açmıştır. Bir B planları olduğundan değil, ihtiyaç olduğunda bir B planı yaratacak çapları olduğundan. Yoksa çoğu sezgileri ve duygularıyla hareket eder.
Sonuç
Başarı kavramını tanımlamaktan çok başarılı insanları tanımak daha doğru çünkü her başarı hikayesinin içinde insan olduğu için yeni bir bakış açısına şahit oluyoruz. Lakin başarmak, sürekli biriken ve kendini üreten bir kavram.
Eğer başarının tamamen rasyonel düşünerek geldiğini düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Başarının yakıtı hayaller olduğu için akıl değil, kalp daha çok devrededir. Başarılı insanların kitleyi sürükleyecek ve yeni değerler yaratacak hayalleri vardır. Aykırı ve asi ruhludurlar. Onları hayalleri sürükler ama bu hayallere rasyonel hayaller diyelim çünkü adım adım gerçeğe dönüşürler.
Bu insanlar neden başaramayacağını değil, nasıl başaracağını düşünür. Defalarca başarısız olsa da yeni başlangıç yapacak veri onlarda vardır. Yeniden ayağa kalkacak tecrübeyi kazanmıştır artık. En azından neden başaramadığını öğrenmiştir. Elinde hem bu veri vardır hem de girişim yapmanın cesaretini yaşamıştır.
Hayal, mantıkta olmaz duyguda olur. Edilgen başarılar değil, aç bir zihin ve rüyalar dünyayı değiştirir. Konuyu Steve Jobs’ın sözüyle bitirelim. Aç kalın, aptal kalın..