Bugün dünyada derin bir gelir adaletsizliği yaşanıyor. Dünya’nın çehresini değiştiren teknolojik ve endüstriyel devrimler, genel refah ve verimliliği artırsa da, bu sadece belirli bölgelerde yoğunlaşıyor. Özellikle kuzey ve güney yarımküreler arasındaki uçurum, refah getirdiği iddia edilen bu devrimlerle daha da derinleşiyor. Dünya zenginliğinden alacağınız pay, yeteneklerinizden ve eğitiminizden ziyade, büyük ölçüde yaşadığınız ülkeye göre değişiyor. Kısacası, kim olduğunuzdan daha çok nerede doğduğunuz önem kazanıyor.
Teknolojiyi geliştiren bir ülke, adeta dünyanın gıdası olan bilginin büyük bir kısmına sahip oluyor. Bu durum, bir sofrada başköşede oturan ve tüm yiyeceklere sınırsız erişimi olan birine benziyor. Oysa bilgiye erişimi kısıtlı olanlar, sofraya sonradan dahil olan ya da artakalanları mutfakta yemek zorunda kalanları andırıyor.
Teknik devrimleri yapan ülkelerle onları takip edenler arasında önemli farklar oluşuyor. Teknolojik ve ekonomik gelişmeler genellikle bir öncekinin üzerine inşa edildiğinden bir “bilgi zinciri” meydana geliyor. Bu “bilgi zinciri”, teknolojik ve ekonomik ilerlemenin temel dinamiklerinden birini oluşturuyor. Bir alanda öncülüğü ele geçiren ülke veya şirket, bir sonraki yeniliği geliştirme şansını da yakalıyor. Böylece ihtiyaç duyduğu kaynaklara, bilgi birikimine, yetenekli insan gücüne ve Ar-Ge altyapısına daha kolay ulaşıyor. Teknolojide lider ülkelerle geride kalanlar aralarındaki mesafe, bu şekilde giderek daha da açılıyor. Sonuçta bu durum, teknoloji yoksulu ülkeleri, yetişmek için daha fazla çaba sarf etmeleri gereken bir kısır döngüye itiyor.
Gelişmiş Ülkeler, Yeni Çağa Büyük Bir Avantajla Giriyor
Güce dayalı işlerin yanı sıra, düşünce ve hayal gücü gerektiren sektörlerde de yapay zeka etkisini giderek artırıyor. Sinemadan yazılıma, tasarımdan bilimsel araştırmalara kadar birçok alanda YZ’yi etkin bir güç olarak görmeye başlıyoruz. YZ bu hızla gelişmeye devam ettikçe, yakın gelecekte çok daha kritik rollerde göreceğimizi kesinlikle öngörebiliriz.
Teknolojik gelişmelerin bu hızla ilerlemesi, ilk bakışta işsizliğin tetikleyebileceği sosyal çalkantıları akla getirebilir. Ancak, özellikle gelişmiş ekonomilerde durum farklı bir dinamik sergileyebiliyor. Bireyleri işlerinden eden teknoloji, aynı zamanda ihtiyaç duyduğu yeni uzmanlık alanlarına bu insanları yönlendirebiliyor. Bu süreçteki belirsizlikler, genellikle daha zengin bir gelecek vadeden, geçici bir sosyal adaptasyon evresi oluyor. Hatta, yeni teknolojilerin yarattığı acil talep, iş dünyasında hızla yeni pozisyonların açılmasını sağlayarak bu geçişi kolaylaştırıyor. Zira teknolojik ilerleme, kendi gelişimi için ihtiyaç duyduğu yeni alanları da eş zamanlı yaratıyor. Her yeni teknoloji, bağlantılı yan sektörleriyle birlikte o kadar geniş bir istihdam potansiyeli yaratıyor ki, işsizlik endişeleri hafifliyor ve yaşanan sosyal uyum süreci çoğu zaman geçici oluyor.
Burada aklımıza bugüne kadar emek yoğun çalışmaya uyarlanmış insanların yeni teknolojilere uyum sorunu gelebilir. Elbette bu geçişlerin her zaman kolay ve sorunsuz olduğunu iddia etmek mümkün değil. Yaş, yeni becerilere adaptasyon yeteneği ve eğitim imkanlarının niteliği gibi faktörler bu süreci derinden etkiler. Ancak devletlerin ve şirketlerin bu dönüşümü desteklemesi, geçişin daha az sancılı olmasını sağlıyor. Bu insanlar, teknoloji üreten bir ülkede yaşamanın getirdiği avantajları kullanabiliyorlar.
Her Teknolojik İlerleme, Beraberinde Yeni Fırsatlar Getiriyor
Her yenilik, bir ölçüde kendi geçmişinin ve birikiminin bir devamı niteliğindedir. Bu nedenle, mevcut bilgi ve deneyime sahip bireyler, yeni teknolojilere adaptasyon sürecini fazla zorlanmadan atlatabiliyorlar. Örneğin, bir otomobil fabrikasında montaj hattında çalışan bir işçi, otomasyon nedeniyle işini kaybettiğinde, şirketinin veya devletin sunduğu destek programları aracılığıyla robotik bakım ve programlama eğitimi alma imkanı bulabiliyor. Böylece, aynı fabrikada veya farklı bir teknoloji şirketinde otomasyon sistemlerinin bakımını üstlenen bir teknisyene dönüşebiliyor. Sonuçta, ülke ekonomisi zenginleşirken insan kaynağının niteliği de teknolojiye paralel bir şekilde yükseliyor.
Benzer şekilde, insanlar CNC operatörlüğü gibi daha ileri imalat teknolojileri konusunda da yetkinlik kazanabiliyorlar. Eskiden geleneksel tezgahlarda çalışan ustalar, 3D baskı teknolojileri ve bilgisayar destekli tasarım yazılımları gibi alanlarda uzmanlaşabiliyorlar. Yeni dönemin sunduğu niş fırsatlar, lider ülkelerin iş gücü piyasasının esnek kalmasını sağlıyor.

Benzer bir dönüşüm perakende ve pazarlama sektörlerinde de yaşanıyor. E- ticaretin yükselişiyle mağaza satış danışmanları veya geleneksel pazarlama departmanlarında görev yapan profesyonellere yeni kariyer fırsatları doğuyor. Örneğin dijital pazarlama ve sosyal medya yönetimi uzmanı olarak yeni roller üstlenebiliyorlar. İçerik üretimi, SEO/SEM (Arama Motoru Optimizasyonu/Pazarlaması) uzmanı olabiliyorlar. Bunun yanında müşteri ilişkileri yönetimi (CRM) sistemleri gibi konularda eğitim alarak dijital ekonomide kendilerine bir yer edinebiliyorlar. Veri giriş operatörlüğüne olan talep azalırken, veri analistliği ve veri görselleştirme gibi yeni pozisyonlar açılıyor. Hatta birçok kişi, kendi online mağazasını kurarak girişimci oluyor.
Medya sektöründe de benzer bir tabloyla karşılaşıyoruz. Basılı medyanın tiraj kaybetmesiyle işlerini kaybeden gazeteciler, online haber portallarında yer bulabiliyorlar. Buna ek olarak blog veya podcastlerde görüşlerini paylaşabiliyorlar. Ayrıca YouTube, TikTok gibi platformlarda video içerik üreterek kendi dijital yayın kanallarını kurabiliyorlar.
Geride Kalan Ülkeler, Kendi Değerlerine Yabancılaşıyor
Teknolojiyi üreten ülkeler, böylelikle kendi pazarlarını yaratırken buna uygun yeni sektörler de eş zamanlı oluşuyor. Ancak, teknoloji yoksulu ülkeler için süreç çok daha sancılı ve zorlu işliyor. Bu zorlukların başında dil engeli geliyor. Gelişmeleri yakından izlemek, İngilizceye ne kadar hakim olduğunuza bağlı oluyor.
Teknoloji, ortak kavramlar üzerinden bir terminoloji yaratsa da bu durum İngilizce’nin öneminin azaldığı anlamına gelmiyor. Hatta çeviri teknolojilerinin diller arası iletişimi önemli ölçüde kolaylaştırması da durumu değiştirmiyor. Aksine, temel literatürün ve kaynakların İngilizce olması, geride kalan ülke için farklı bir riski barındırıyor. Metinler ana dile çevrilse de kullanıcılar aslında o teknolojiyi üreten kültürün düşünce ve değerleriyle etkileşime giriyor.
İnternet ve yapay zeka gibi çığır açan teknolojileri geliştiren bilim insanları ve şirketler, dünyaya bir devrimin yanı sıra kendi kültürel kodlarını ve önyargılarını da bir anlamda ihraç ediyorlar. Bu nedenle, yapay zeka araçlarını kullanan bireyler, farkında olmadan Batı’nın zihin setinin etkisi altına girebiliyorlar. Yavaşça Batı’nın zihin dünyasını benimseyen gelişmekte olan ülkeler, yerel değerlerinden uzaklaşıyorlar. Bu tablo, teknolojiyi takip eden ülkeleri adım adım dijital bir sömürge konumuna itiyor.
Buna ek olarak, takip eden yeniliklerin de teknoloji üreten ülkelerde ortaya çıkması, onlara paha biçilmez bir “ilk hamle avantajı” sağlıyor. Teknolojilerin ilk test edicilerinin kendi ülke vatandaşları olması, diğerleriyle arasındaki farkı daha da açıyor. Yapay zekanın da etkisiyle teknolojinin kendini yenileme hızı bu denkleme eklendiğinde, aradaki açık neredeyse kapatılması imkansız bir uçuruma dönüşüyor. Başka bir kültürün dili ve mantığıyla düşünmek durumunda kalan insanlar, bir önceki yeniliği tam anlamıyla sindiremeden “ana ülkede” yeni bir sürümle karşılaşıyorlar. Bu durum, bireyler üzerinde ciddi bir bilişsel yük ve adaptasyon baskısı yaratıyor. Nihayetinde, teknolojiyi takip eden ülkelerin insanları, onu üretenler için değerli birer “veri sağlayıcısı” haline geliyor. Petrolün yerini verinin aldığı bu çağda, teknoloji yoksulu dünyanın insanları ne yazık ki çoğunlukla ucuz iş gücü ve pasif tüketici olmanın ötesine geçemiyor.
Gelişmekte Olan Ülkelerin Çıkmazları
Günümüzde Bangladeş gibi bazı ülkelerdeki düşük işgücü maliyeti bir avantaj yaratsa da, bu kalıcı olmuyor. Zira bu ülkeler, üretim süreçlerinde otomasyon ve dijitalleşme yarışında geride kalıyorlar. Örneğin 3D tasarım ve dijital tedarik zinciri yönetimi gibi verimliliği artıran alanlara yeterli yatırımı yapamıyorlar. Bu durum, teknolojik altyapısı güçlü, dolayısıyla daha hızlı, daha ucuz ve daha kaliteli üretim yapabilen ülkelerle rekabet etmelerini neredeyse imkansız hale getiriyor. Sonuç olarak, işçiler düşük ücretlere mahkum olurken, ülke ekonomisi düşük katma değerli üretim tuzağına düşüyor. Teknolojik eşitsizlik arttıkça küresel zenginlikten aldığı pay azalıyor ve ülkede yoksulluk derinleşiyor.
Dijital devrimle birlikte Hindistan ve Nijerya gibi ülkeler, küresel ölçekte rekabet edebilecek yetenekler yetiştiriyorlar. Öyle ki bugün hangi küresel şirkete baksam en üst kademelerinde bir Hintli görüyorum. Ne var ki, bu ülkelerdeki yetersiz altyapı ve kariyer fırsatlarının eksikliği, bu beyinlerin gelişmiş ülkelere göç etmesine neden oluyor. Zenginliğin kritik unsurlarından olan nitelikli insan kaynağını yitiren ülkeler de kaçınılmaz olarak daha da yoksullaşıyor. Durumun en trajik boyutu ise, büyük fedakarlıklarla yetiştirdikleri kendi evlatlarını, hiçbir karşılık alamadan başka ülkelere adeta ‘armağan etmeleridir’. Sonuçta, kendi potansiyel zenginliklerini ve geleceklerini bedelsiz bir şekilde başka coğrafyalara transfer etmiş oluyorlar. Bu da gelişmiş ülkelerle aralarındaki teknolojik eşitsizliğin hızla büyümesine neden olan başka bir sebeptir.
Benzer bir çıkmaz, internet erişiminin yaygın ve uygun maliyetli olmadığı ülkelerde de ortaya çıkıyor. Dijital okuryazarlık seviyesinin çok düşük olduğu Yemen ve Güney Sudan gibi ülkeler, internetin fırsatlarından yararlanamıyorlar. Bu coğrafyalardaki insanlar, e-ticaret, online serbest çalışma (freelancing) veya çeşitli dijital hizmetlerden mahrum kalıyorlar. Bu, bireylerin gelir elde etme yollarını daraltırken ülkelerin küresel ekonomik pastadan aldığı payı da küçültüyor.
Peki Afrika..?
Ele aldığımız bu zorluklar, Sahra Altı Afrika gibi coğrafyalarda çok daha derin bir şekilde yaşanıyor. Burada, insanların teknolojiye erişimindeki engeller hayatın her alanında somut bir biçimde hissediliyor. İnternet erişiminin son derece kısıtlı olduğu birçok Afrika ülkesinde çiftçiler, hâlâ geleneksel ve emek yoğun yöntemlerle tarım yapıyorlar.
Bu insanların modern sulama sistemlerine, verimli tohumlara, gübreye ve zirai ilaçlara erişimi ya çok kısıtlı ya da hiç bulunmuyor. Hassas tarım veya drone ile tarla analizi gibi güncel tarım tekniklerinden ise neredeyse tamamen mahrumlar. Oysa aynı dönemde, gelişmiş ülkelerde teknoloji destekli tarım sayesinde verimlilik katlanarak artmaya devam ediyor.
Afrika’daki bu teknolojik geri kalmışlık, bu ülkelerin gıdaya erişimini daha da zorlaştırıyor. Altyapısı zayıf ülkeler, kendi gıda ihtiyaçlarını karşılayamadıklarında kaçınılmaz olarak ithalata bağımlı hale geliyorlar. Bu durum, zaten kıt olan kaynaklarının dışarı akmasına yol açıyor. Öyle ki gıdaya ulaşım zorlaşıyor. Bu manzara onlar için pek de umut verici bir tablo sunmuyor.
Doğal Zenginlik, Açığı Kapatmıyor, Daha da Büyütüyor
Benzer bir çıkmaz, kritik minerallere sahip ülkelerde de yaşanıyor. Örneğin kobalt ve koltan gibi stratejik minerallere sahip olan Kongo Demokratik Cumhuriyeti bunlardan bir tanesi. Kongo, sahip olduğu bu değerli mineralleri işleyecek ve zenginleştirecek yeterli teknolojiye ve altyapıya sahip değil. Bu yüzden madenlerini ham veya çok az işlenmiş halde, oldukça düşük fiyatlara ihraç etmek zorunda kalıyor. Asıl katma değer ve kâr ise bu hammaddeleri alıp ileri teknolojiyle işleyebilen ülkelerin hanesine yazılıyor. Bu örnek, teknolojinin katlamalı olarak zenginliği nasıl artırdığını göstermesi bakımından önemlidir. Doğal kaynaklar bakımından zengin topraklarda yoksulluk derinleşirken, teknolojiyi elinde tutan ülkeler daha da zenginleşiyor.
Bunlar, teknolojik ilerlemenin küresel bir olgu olmasına rağmen, faydalarının ne denli eşitsiz dağıldığını gösteren örneklerdir. Teknolojiye erişimdeki farklılıklar giderilmedikçe refah uçurumunu nasıl daha da derinleştirdiğini gözler önüne seren somut kanıtlardır.
Aslında çizdiğimiz tablo, az gelişmiş ülkelerin bu kısır döngüyü kırması için yapması gerekenleri anlatıyor. Kendi kaderlerini tayin edebilmeleri, biraz da mevcut paradigmaların dışına çıkmalarına bağlı. Yeni bir şey üretmeleri, kendi özgün çözümlerini ve yeniliklerini hayata geçirmeleri bir zorunluluk gibi duruyor. Bunu başarmak şüphesiz ki büyük zorluklar içerse de, imkansız değildir.
Gelişmekte Olan Ülke İçin Çözüm Yine Teknolojide
Teknolojiyi üreten bir ülkede doğanlar, şüphesiz ki bu yarışa bir adım önde başlıyorlar. Ancak, teknoloji yoksulu bir ülkede yaşayan ve onun nimetlerinden ziyade eksikliklerini deneyimleyenlerin de farklı bir avantajı var. Mevcut sistemlerdeki boşlukları veya yerel ihtiyaçlara yönelik özgün çözüm fırsatlarını herkesten daha net görebiliyorlar.
Bu bağlamda, teknolojik eşitsizliği derinden yaşayan bu ülkelerin yerleşik ezberleri bozacak, hatta yıkacak yenilikleri ortaya koyması, bu döngüyü kırmanın en etkili yolu olabilir. Öyle ki, mevcut teknolojiyi taklit etmek yerine, cesur bir “teknolojik sıçrama” gerçekleştirebilirler. Örneğin, gelişim sürecindeki bazı basamakları atlayabilirler. Bunun dışında tamamen yeni bir kulvar açarak küresel rekabette öne geçmeyi de hedefleyebilirler.
Bu duruma çarpıcı bir örneği, bir kez daha Afrika kıtasından verebiliriz. İnsanlığın dünyaya yayıldığı bu kadim kıta, üzerindeki baskılar kalktığında ilham veren başarı hikayeleri yazabiliyor. Sanki insanlığın kökenlerinde olduğu gibi, gelecekte dünyayı şekillendirecek fikirlerin yeniden anavatanı olma potansiyelini içinde barındırıyor.
Kenya’dan doğup birçok Afrika ülkesine yayılan M-Pesa teknolojisi bu potansiyele somut bir örnektir. Mobil para transferi ve ödeme sistemlerini kapsayan bu teknoloji, geleneksel bankacılık altyapısının son derece yetersiz olduğu bir coğrafyada filizlenmiştir. Böylesine yenilikçi bir çözümün hayata geçirilip yaygınlaşması, kıta insanının muazzam yaratıcılık ve adaptasyon kabiliyetini gözler önüne seriyor.
Bu sistemler, gelişmiş ülkelerdeki hantal ve maliyetli yerleşik bankacılık yapılarının adeta arkasından dolaştı. Milyonlarca insan, ilk kez bu teknoloji sayesinde resmi finansal sisteme dahil oldu. Bu gelişme, bankacılık devlerini şaşırtan, tüm yerleşik ezberleri bozan ve devrim etkisi yaratan bir inovasyondur.
Asya Mucizesi: Güney Kore ve Çin
Bir diğer “teknolojik sıçrama” hikayesi ise Güney Kore’den geliyor. Savaş sonrası dönemde büyük bir yoksullukla mücadele eden ülke, elektronik (Samsung, LG) ve otomotiv (Hyundai, Kia) gibi stratejik sektörlere odaklanarak muazzam bir kalkınma hamlesi başlattı. Akılcı devlet politikaları, eğitime yapılan devasa yatırımlar ve ihracat odaklı bir büyüme stratejisi benimsedi. Böylelikle kısa sürede küresel devlere sahip bir ekonomik güç konumuna erişti. Yolculuğuna başlangıçta teknoloji transferi ve mevcut ürünleri taklit ederek başladı. Ancak zamanla araştırma-geliştirmeye (Ar-Ge) büyük yatırımlar yaptılar. Bunun sonucunda kendi özgün teknolojilerini ürettiler ve küresel inovasyon liderleri arasındaki saygın yerlerini aldılar.
Köklü bir medeniyet geçmişine sahip Çin’in özellikle son on yıllarda sergilediği teknolojik atılım dikkat çekiyor. E-ticaret (Alibaba) ve mobil ödeme sistemleri (WeChat Pay, Alipay) gibi alanlarda yakaladığı muazzam başarılarla teknoloji yolculuğunda dev adımlar attı. Günümüzde ise yapay zeka, 5G teknolojileri ve elektrikli araçlar gibi geleceğin kritik sektörlerinde küresel bir güç konumuna ulaştı. Bu olağanüstü dönüşümü, devasa iç pazarının dinamiklerinden, stratejik devlet desteklerinden ve yeni teknolojilere olan olağanüstü hızlı adaptasyon kabiliyetinden güç alarak gerçekleştirdi. Batılı modelleri süratle benimseyip yerel ihtiyaçlara ve kültürel dinamiklere göre yeniden yorumladı. Ayrıca tarihsel birikiminden gelen teknoloji üretme potansiyelini çağdaş inovasyonlarla birleştirmeyi başardı.
Bu “Bilgi Zinciri” Neden Bu Kadar Güçlü?
Ne var ki, günümüzün teknolojik manzarasında bahsettiğimiz bu başarı örnekleri çoğu zaman münferit kalıyor. Zira oluşan “bilgi zinciri”, eskisinden çok daha belirgin ve güçlü. Teknolojideki hız, fırsatların da katlanarak güçlü ülkeler lehine işlemesine zemin hazırlıyor. Çünkü bu ülkeler, yıllar içinde sadece bilgi birikimlerini değil, bu birikimi hayata geçirecekleri altyapıyı, uzmanlığı ve nitelikli insan kaynağını da elde ettiler. Gelişen her ana teknoloji, doğası gereği, yayılabilmek için ihtiyaç duyduğu yan teknolojilerin de filizlenmesini sağladı. Bunun doğal bir sonucu olarak lider ülkeler, köklü üniversitelere, ileri teknolojiye sahip araştırma laboratuvarlarına ve güçlü finansman mekanizmalarına sahip oldu. Ancak belki de hepsinden önemlisi, inovasyonu sürekli besleyen ve teşvik eden bir kültürü yarattılar.
Bu gelişmeler adeta zincirleme bir reaksiyonu tetikledi. Lider ülkeler, yalnızca dünyanın dört bir yanından en iyi beyinleri kendi ülkelerine çekmekle kalmadılar, aynı zamanda bu yetenekleri ülkelerinde tutmayı da büyük ölçüde başardılar. “Beyin göçüyle” gelen bu nitelikli insanlar, lider ülkelerin geniş imkanlarını ve destekleyici ekosistemlerini kullandılar. Bunun sonucunda yeni teknolojilerin geliştirilmesinde çoğu zaman kilit roller üstlendiler. Böylelikle oluşan katma değer o denli büyüdü ki, bu ülkeler, yüksek riskli ancak potansiyel getirisi de bir o kadar büyük olan araştırma-geliştirme (Ar-Ge) faaliyetlerine daha fazla kaynak ayırabildiler.
Bu birikim ve yatırım gücü onlara paha biçilmez bir fırsat daha sundu. Lider ülkeler, teknolojiyi ilk geliştiren olmanın getirdiği öncelikle “ilk hamle avantajını” da yakaladı. Bu avantaj sayesinde, kendi teknolojileri etrafında güçlü bir ekosistem inşa etmeyi başardılar. Öyle ki, endüstri standartlarını belirleyerek tedarikçilerden tamamlayıcı ürün ve hizmetlere kadar güçlü bir zincir kurdular.
Günümüzde kritik öneme sahip patentlerin ve telif haklarının büyük çoğunluğunu ellerinde bulunduran bu ülkeler, teknolojik üstünlüklerini bu yolla perçinliyorlar. Dahası, bu hakim konumları ve fikri mülkiyet kalkanlarıyla, yeni oyuncuların pazara girişini zorlaştırıyorlar. Bu silahları, rekabeti kendi lehlerine şekillendirmek için de etkin bir şekilde kullanıyorlar.
Teknoloji Adil Dağılmazsa Göçün Boyutu Büyüyebilir
Bu noktada “kavimler göçü” kavramıyla, tarihsel olarak tanık olduğumuz türden, milletler arası hareketlenmelere dikkat çekiyorum. Genellikle büyük ölçekli, plansız ve mevcut toplumsal düzenleri derinden sarsma potansiyeli taşıyan kitlesel hareketlere atıfta bulunuyorum. Günümüzde bilgiye erişimsizliğin körüklediği derin umutsuzluk ve fırsat eksikliği, ister istemez bu tarihsel benzetmeyi çağrıştırıyor.
Gerçekten de, bilgiye erişimdeki adaletsizlikler ve bunların tetiklediği olumsuz sosyal dönüşümler, yeni ve kitlesel göç hareketlerini ateşliyor. İnsanlığı bir bütün olarak, bir organizmaya benzetirsek; bu organizmanın bir bölgesinde baş gösteren bir rahatsızlığın diğer kısımlarını etkilememesi düşünülemez. Basit bir tırnak batmasının bünyemizde yarattığı rahatsızlığı düşünelim. Sinir sistemimiz, acı yoluyla beyne o bölgede bir sorun olduğunu ve acil müdahale gerektiğini iletir. Eğer bu uyarıyı dikkate almazsak, başlangıçta küçük olan sorun büyür ve telafisi zor sonuçlar yaratabilir. Tırnak batması gibi küçük bir enfeksiyon iltihaplanır, hatta tedavi edilmezse kangrene kadar varabilir. Başlangıçta önemsenmeyen bu küçük rahatsızlık, öncelikle tüm organizmanın işleyişini derinden sarsar. Ancak en nihayetinde organizmayı farklı bir yapıda, yeni bir dengeye ulaştırır.
Bugün küresel ölçekte şahit olduğumuz durum da bundan pek farklı değil. Teknolojik nimetlerin eşitsiz dağılımı, dünyanın demografik ve sosyal yapısını değiştirme potansiyelini güçlü bir şekilde taşıyor.
Özellikle bu mutsuzluk gençler arasında daha belirgin hale geliyor. Doğdukları topraklarda kendileri için bir gelecek göremeyen genç insanlar umutsuzca bir çıkış yolu arayışına giriyorlar. Bu umutsuzluk anlarında, gitmek istedikleri ülkelerden gelen her olumlu haber kırıntısı, zihinlerinde o coğrafyaları adeta birer “masal diyarına” dönüştürüyor. Sanki o topraklara ulaşmak, tüm sorunları sihirli bir değnekle çözecekmiş gibi bir algı oluşuyor. Bu süreçte, karşılaşılması muhtemel zorluklar ve riskler göz ardı ediliyor. Hayallerle beslenen umutlar gerçeklikten koparak adeta devleşiyor.
En Büyük Tehlike: Kaybedecek Bir Şeyi Olmayan İnsan
Dolayısıyla, yaşadıkları yerde gelecek umudu kalmamış gençlerin göçü bir kurtuluş olarak görmesini yadırgamamak gerekir. Sürekli bir yoksunluk hissiyle boğuşan bu genç insanların, böylesine bir ruh haline bürünmesini anlayışla karşılamak lazım. Zira tarih boyunca büyük göç hareketlerinin ardındaki temel psikoloji “kaybedecek bir şeyin kalmaması”dır. İnsanların umutsuz ama bir o kadar da kararlı ruh hali, bu temel itici güçten kaynaklanır.
Bu potansiyel göç dalgalarının, hedefteki ülkelerin demografik yapısını kuşkusuz derinden etkileyeceği açıktır. Refah seviyesinin artmasıyla zengin ülkelerin doğum oranları düşerken nüfusu giderek yaşlanmaktadır. Bu ülkelerin ağırlıklı olarak, genç bir profilden oluşan göç akınlarıyla demografisi ilk bakışta gençleşebilir. Ancak, bu durum başka bir meydan okumayı da beraberinde getirir. Gençleşme bir avantaj gibi görünse de, kontrolsüz bir göç dalgasının yaratacağı sorunlar çok daha büyüktür. Böylesine kitlesel ve ani bir nüfus hareketine, dünyanın en zengin ülkelerinin altyapılarının dahi dayanması zordur. Örneğin, toplumların etnik, kültürel ve dini yapısını hızla ve radikal bir şekilde değiştirirken uyum, entegrasyon ve toplumsal kabul gibi son derece karmaşık sosyal sorunları da tetikleyebilir. Dahası, sosyal güvenlik sistemleri, yerel iş gücü piyasaları, ücretler ve genel çalışma koşulları üzerinde yönetilmesi güç, aşırı bir baskı yaratabilir.
Aslında bu durum, sadece gelişmiş ülkelerin bir sorunu olmanın çok ötesine geçmiş durumda. Öyle ki, tüm insanlığın ortak akılla ve işbirliğiyle yönetmesi gereken küresel ölçekte karmaşık bir sürece dönüşmüştür. Zira sorun sadece bilgiye, teknolojiye ve insani fırsatlara daha adil bir erişimin sağlanmasından fazlasını içeriyor. Sorun, yoksulluğun önlenmesiyle beraber küresel barış ve istikrarın korunması açısından da hayati bir önem taşıyor.
Doğanın Asli Kuralı: Yüksek Enerji, Az Olduğu Alana Kayar
Tüm bu demografik dönüşümler, aslında doğanın en temel yasalarının bir yansımasıdır. Değişimin yarattığı basınç, tıpkı fiziksel evrendeki enerji akışı gibi dengeli bir dağılım arar. Bir elektronun yüksek enerjili bir ortamdan düşük enerjili bölgeye atlaması gibi, insanlık da refahın, fırsatların ve teknolojinin çekim alanına doğru hareket eder. Göçmenler de tıpkı elektronlar gibi engelleri aşmak için olanaksız görünen yollar bulur. Tarihin kendini böylelikle tekrar etmesi, doğanın kendini yenilemesinin bir yansımasıdır. Tıpkı nehirlerin yamaçlardan ovalara akması veya rüzgârın basınç farklarını eşitlemesi gibi…
Bugün Hintli profesyonellerin Batı’ya göçü de, Kuzey Afrikalıların Fransa’ya yerleşmesi de bu ‘doğal dengeleme’nin tezahürleridir. Bu olguyu destekleyen çarpıcı örnekleri çoğaltmak mümkündür. Mesela 1960’lardan itibaren “misafir işçi” olarak Almanya’ya giden Türkler, ülkenin ayrılmaz bir parçası olmuşlardır.
Benzer şekilde ABD tarihsel olarak her zaman bir göç ülkesi olma özelliğini korumuştur. Ancak son dönemlerde özellikle Meksika ve Orta Amerika ülkelerinden alınan göç, İspanyolcayı birçok bölgede İngilizce kadar yaygın bir dil haline getirmiştir.
Aynı dinamikler, Milletler Topluluğu (Commonwealth) geçmişinin etkisiyle Birleşik Krallık için de geçerlidir. Hindistan, Pakistan ve Bangladeş gibi Güney Asya ülkelerinden ve çeşitli Afrika ülkelerinden alınan yoğun göçler, özellikle Londra ve Manchester gibi büyük metropollerin demografik ve kültürel dokusunu derinden dönüştürmüştür. Öyle ki, bu etkileşimler sonucunda “British Asian” veya “Black British” gibi yeni kimlikler ortaya çıkmıştır.
Burada görmemiz gereken, bilgiye ve fırsatlara erişimdeki küresel eşitsizliklerin demografiyi değiştirdiğidir. Buna ekonomik ve siyasi faktörleri de eklediğimizde değişim kitlesel bir boyut kazanıyor. Mevcut durum bir kavimler göçü niteliğini şimdilik taşımasa da işin ölçeği gelecekte değişebilir. Öyle ki, YZ teknolojisinin gelişme hızı, yakın gelecekte kuantum bilişimle birleştiğinde, takip etmemiz gereken değişkenler sadece teknolojik olmayabilir.
Son Sözler
Teknolojik devrimlerin yarattığı baş döndürücü ilerleme, küresel refahı artırırken, fırsat eşitsizliğini derinleştiriyor. Gelişmiş ülkeler, bu dönüşümlere “bilgi zincirinin” getirdiği avantajlarla daha kolay adapte olabiliyorlar. Ancak Dünyanın güneyi başta olmak üzere birçok bölge, bu yarışın acımasızca gerisinde kalıyor. Dijital sömürgeleşme, beyin göçü ve doğal kaynaklarının değersizleşmesi gibi ağır sorunlarla boğuşuyorlar. Bu derin küresel dengesizlik, insanlığı refahın ve fırsatların yoğun olduğu merkezlere doğru iterken, dünyanın demografik haritasını da geri dönülmez bir şekilde değiştiriyor.
Tarihte, mevcut zorlu koşullara rağmen “zinciri kıran” ve kendi başarı hikayelerini yazan toplumlar olsa da bunun tekrarlanma olasılığı ciddi biçimde düşüyor. Kuantum bilişim gibi teknolojilerin bu gidişatı daha da hızlandırma potansiyeli, “Kavimler Göçü” benzetmesini gerçeğe dönüştürebilir. Teknolojik eşitsizliğin sebep olduğu derin yoksulluk, artık sadece az gelişmiş ülkelerin bir sorunu olmaktan çıkmıştır. Tüm dünyanın istikrarını ve ortak geleceğini tehdit eden, küresel bir sorun haline gelmiştir. Dolayısıyla, bu yeni çağda daha adil bir dünya düzeni inşa etmek, bilgiye, teknolojiye ve fırsatlara erişimde küresel eşitliğin sağlanmasına bağlıdır.
Not: Yazıyı Zihin Karmaşası podcastinde dinleyebilirsiniz.