Beyin: Evrimin Kara Kutusu
Beyin hakkında düşünmenin en iyi yolu nedir? Onu tanımlayarak bir fikir sahibi olabiliriz. Örneğin, her şeyin birbirine bağlı olduğu ve tüm vücut fonksiyonlarımızı düzenleyen karmaşık bir yapıdır diyebiliriz. Biraz detaylandırmak istersek, 1,4 kg ağırlığında, göz gözü görmez bir karanlığın içinde, voltaj tepeciklerinin oluşturduğu mavi bir karmaşa olarak da tanımlayabiliriz. Hatta davranışları açıklamaya gelince iş daha da basitleşir.
Böyle bir giriş bence beynin sadece fonksiyonel tarafını tanımlar ama gizemli doğasını da dışarıda bırakır. Oysa beynin her düzenleme mekanizmasının arkasında, evrimin farklı bir hikayesi vardır. Eğer doğanın nasıl çalıştığını anlamak istiyorsak beyni daha yakından incelemeliyiz. Biraz düşündüğümüzde tabiatın, yapmak istediklerini beynimiz aracılığıyla bize yaptırdığı gibi bir kanıya ulaşabiliriz. O zaman beyni şöyle tanımlayabiliriz. Beyin, çevre koşullarının gereklerine ve vücudun yetilerine uyum sağlamak için devrelerini sürekli değişimden geçiren dinamik bir sistemdir.
Tüm canlılar gibi biz de tamamlanmamış bir beyinle dünyaya geliriz. Bu doğanın en büyük yeteneğidir. Konuşmayı, yürümeyi, görmeyi ve dokunmayı bilmeyiz ama öğreniriz. Beyin, deneyerek ve yanılarak aldığı geri beslemelerle çevreyi tanır ve devrelerini uyumlu hale getirir. Eğer aşağıdan yukarıya doğru bir öğrenme değilde, yukarıdan aşağı bir iletişimle devam etseydi bu bir yerde tıkanırdı. Her şeyi bildiğini düşünen sistem, beklemediği bir sorunla karşılaştığında ilerlemeyi durdurur ve bir dış müdahale beklerdi.
Bunu şöyle de açıklayabiliriz. Eğer her devre kesin talimatlarla sabitlenseydi, bir kazada devre dışı kalan bölge için yeniden bir tasarım gerekirdi. Örneğin bir ayağımızı kaybedersek hayat bizim için bitmez. Seçilimin bir sonucu olarak hayata devam etmenin anlamı daha büyüktür. Bu anlamda her değişen vücut planı ve çevre için doğa yeni bir tasarım yapmak yerine her şeyi anında optimize eden, öğrenerek kendini uyarlayabilen ve yoluna devam eden evrensel algoritmayı DNA’mıza kazımıştır.
Hayata büyük bir avantajla başlarız
Bu anlamda hayata başlarken kendini geliştirebilen bir programla dünyaya geliriz. Doğanın bize yüklediği evrensel algoritma, genomumuzu doğrudan kodlamaz. Aksine katı bir donanım yerine, çevresindeki dünyaya uyum sağlayan esnek bir sistemle başlarız.
İşin doğrusu, sonsuz bir evrenin küçük bir noktasında, üzerimizde deneylerin yapıldığı minik bir organizmayız. Doğduğumuzda beynimizde çok fazla bağlantı vardır. Ancak zamanla kullanmadığımız bağlantılar budanırken ihtiyacımız olan yeni bağlantılar yaratırız. Böylelikle genomumuz, yarım bıraktığı inşa sürecini tamamlama işini deneyimlere bırakır. Sonuç olarak yaşadığımız deneyimler, biyolojik düzeneğimizi belirler.
Bu durum, bana başkasının işlerine karışmama prensibini hatırlatıyor; senin hayatın, senin kararın. Doğa burada beyne şunu söyler; sende bütün veriler var. Gerisini sen tamamla. Toprağa atılan tohum ya da iklim şartlarına göre yetişen bitki gibi genomla başlayan süreç, ondan çevreye uygun bir hayatın oluşmasını sağlar.
Doğanın kendini taklit etmesi, çok akıllıca bir yöntem. Böylece tabiat, yeni bir vücut planı yapmak istediğinde beynin genetiğini yeniden kodlamaz.
Tabi normal insan etkinliklerine ve çevreyle etkileşime dayalı bu yaklaşım biraz risk taşır. Beyin, gelişim süreci için gerekli altyapıyı kuracak sistemi çok kısa bir süre açık tutar. Çevresinden gelecek düzgün girdilere ihtiyaç duyduğu zaman aralığı kısadır. 8 yaşını geçiren çocuğun bağlantıları artık şekillenmiştir. Dolayısıyla değiştirmek imkansız ya da çok zordur. Söylediğimiz gibi, insan beyni dünyaya tamamlanmamış halde gelir ve doğru yöndeki bir gelişim için doğru girdilere ihtiyacı vardır. Bunu da çok kısa bir zaman aralığında yapar.
Beynin evrimi koruyan katı bir hiyerarşisi vardır
Çevre koşullarının hiçbir zaman sabit kalmadığı bir dünyada yaşarız. Mesela bir deprem bütün hayatımızı değiştirebilir. Teknolojinin gelişmesi iş hayatımızı etkiler. Eğer modayı iyi takip ediyorsak oradaki değişimleri daha kolay benimseriz. Ancak kolaylıkla benimsediğimiz değişimleri, beynin daha derinlerindeki katmanlar aynı kolaylıkta benimsemez. Bazı bölgeler, milyonlarca yıllık evrim sürecinde katılaşmıştır. Kazandıkları deneyimleri kolayca başkasıyla değiştirmezler. Bunlar arasındaki iletişim, dirençli ve tutarlı bir yapı kurmamızı sağlar. Hızlı değişim gösteren katmanlar, yavaş olanlara yol gösterir. Böylece her katman daha yavaş olan bir sonrakini harekete geçirir ve bu en hantal katmana kadar ilerler. Derin bir değişim sürecinin başlangıcıdır bu.
Sonuçta genlerimize kazınan ifadelerin değişmesi, çok büyük zaman ölçeğinde ve sürekli tekrarlanan deneyimlerle olur. Bir trendi değiştirmek kolaydır ama çiğnemek, ağlamak ve dik durmak gibi eylemler bir trend değildir. Bu eylemler, organizmanın milyonlarca tekrarıyla yaşamsal olduğuna inanıp DNA’ya kazıdığı ifadelerdir.
Beynimiz de ilkel bölümlerden daha geç evrilmiş bölümlere doğru ilerler. İlk atalarımızın hayatta kalma şartları ile bugünküler çok farklı. Hepsi, dönemin çevresine uyum sağlayacak davranışları geliştirmiştir. O zamanın hafızası ile bugünkü arasında çok fark var. Onlar mamuta kurduğu tuzağı hatırlarken biz yurt dışı seyahatimizi düşünürüz. Bunun, dünyayı algılama biçimimizi nasıl değiştirdiğini bir düşünelim. Örneğin yan mağaranızda bir ayı, üst mağarada bir yılan varken cinsiyet ayrımcılığının yaşanabileceği aklınıza gelir mi? Adam mağaraya girdiğinde, onu ayağa kalkıp karşılayan bir kadın var mıdır sizce? Aksine birbirlerine sımsıkı sarılıp ortak karar almışlardır.
Beynin 3 katmanı: Evrimin sürekliliğini sağlayan algoritmik sistem
Bu evrim sonucunda beyinde hala aktif olan eski bölümlerle beraber 3 katman oluşmuştur. En altta, en eski beynimiz sürüngen beyin gelir. İşin doğrusu, her kadim yaratıkta olduğu gibi bir kertenkeledekiyle aynı kablolamaya sahibiz. Beynin tabanındaki kadim kablolama, ezelden beridir aynı yerdedir. Terlememize neden olan vücut ısımız burada düzenlenir. Kan şekerimizin seviyesi, hormon salgılamak gibi vücudumuzu dengede tutan aktiviteler burada olur.
Bunun üzerinde limbik sistem vardır. Yani tamamen bize özgü olan duygusal dünyamız. Korku, uyarılma ve kaygı gibi atalarımızı hayatta tutan ilkel duygular bu bölgede oluşur. Biz, mamutu bu bölgede avlarız. O dönem için hayati bir bölgedir.
En yeni bölüm ise en son evrimleşen neokortekstir. Yani bizi diğer türlerden ayıran, düşünme eyleminin oluştuğu bölge.
Bu üç bölge birbirini etkileyerek bizi yönetir. Örneğin bir tehdit algıladığımızda duyguları yöneten limbik sistem, sürüngen beyne sinyal göndererek kalp atışımızı hızlandırır. Ya da duygusal bir film izlediğimizde, canlı gördüğümüz karakterler korteksimizde piksellere ayrılır ve bu soyut bilişsel durum duygusal bir tepkiye dönüşür.
Aynı şekilde, üçüncü katman olan korteksimiz birinci katmandaki olayları etkileyebilir. Üzücü bir şey, mesela ölümü düşündüğümüzde kalbimiz sıkışabilir. Bu tip düzenlemeler, genel bir düzenleme amacıyla değil, bir düşünme sonucu olan tepkidir. Sürüngen beyin buna hiçbir anlam veremez. Tamamen bilişsel bir durum söz konusu. Ancak yine de korktuğumuzda ani refleksler göstermemiz, ya da bir şeyi hile yapacak kadar çok istememiz, sürüngen beynin korteksi yönlendirmesiyle olur. Bunlar bilinçsiz bir şekilde meydana geliyor diyebiliriz.
Biz evrim tarihinin sadece küçük bir bölümünü bu kadar hızlı bir teknolojiyle yeni yaşamaya başladık. Beynimiz, hayatta kalmak için ilkel güdülerin geliştirdiği alanlara hala sahip. Bu alanlar, doğanın geçici olarak yoksun bıraktığı şeylerden bizi mahrum etmemek için çalışmaya devam ediyor. Mesela 2 milyon yıllık evrim tarihimizde 200 yıldır elektrik kullanıyoruz. Oysa dünyanın gündüz-gece döngüsünde elektriğin olmadığı dönemlerde insanlar geceleri ışıksızdı. Ancak beyin, oksipital korteksi etkin tutarak görme yetimizi gece boyunca rüyalarla canlı tutmaya hala devam ediyor. Belki gelecekte rüya görmeyeceğiz ama bugün geceleri kullanmadığımız görme yetimiz rüyalar sayesinde körelmiyor. Eğer beynin bu düzenleyici etkisi olmasaydı, beyin içi rekabette diğer duyusal bölgeler görme alanını işgal edebilirdi. Yaşam savaşında bizi esirgeyen ve tutarlı bir dünyaya güvenli geçişimizi sağlayan bu yanılsamalardır.
Doğa yanılsamalar üzerinden amacına ulaşır
Bu anlamda evrim, doğanın harika bir oyunudur diyebiliriz. Konuyu sadece hayat olarak düşünmeyelim. Taşlar, dağlar, yerkabuğu ve denizler defalarca başkalaşmıştır. Dünya, üzerinde yaşam yokken de vardı. Her şey hazır olunca bir bakteriyle başlayan hayat bugün bu duruma geldi. Bunu da bir beyin vasıtasıyla yönetti. Her şeyi sıralı düşünen doğanın algoritmasını uygulayacak araç beyindi. Aldığı sinyallerle stratejisini çizdi ve çevreye uygun ayarlamalar yaptı. Peki doğanın stratejisi neydi?
Eğer hepimiz herşeyi bilseydik paylaşmaya gerek duymazdık. Her şey belli olsaydı hareket etmezdik. Mesela aşık olmasaydık üremezdik. Korkmasaydık birleşmez ve çare aramazdık. Zevk almasaydık sanat olmaz ve zihin dünyamız yaratıcı olmazdı. Üremek, birleşmek, yaratmak ve sorunları çözmek bugün yaşadığımız dünyayı yarattı.
Biz sonluyuz ve öyle düşünmeye programlanmışız. Dayanma gücümüzün bir sınırı var. Her yaptığımız yeni başlangıç, eskinin yeni bir versiyonudur.
Belki de Tanrı’yı olaganüstü yapan özellik, onun yaratma gücünden çok uyum gösterme becerisidir. Tüm kozmosta öngörüsünü zorlayan belirsizlikleri bu şekilde yönetecek cok akıllıca bir yöntemi var. Onun hakkında bir fikir sahibi olmak için çevremize biraz bakmamız yeterli. Nasıl bir düzen kurduğu, nasıl bir şey olduğu hakkında etrafımızda çok fazla veri var.
Doğa bu yanılsamalar üzerinden algoritmasını işletir. Sahip olduğumuz tüm yargıları değiştirecek, tüm inanç sistemimizi sarsacak veriye sahiptir. Kendi yapacaklarını insanın yapması için ona beyin vermiş ve algoritmasını yüklemiştir. Böyle düşündüğümüzde, çok büyük bir sermayeyle dünyaya geldiğimizi anlarız.
Bize acı veren, kızdığımız ya da bize haz veren her şeyde bir şeyin oluşmasına katkı veririz ama biz bunun farkına varmayız. Kendimizi bilinçli ve özgür irade sahibi olarak görürüz ama gerçek öyle mi? Bu iki konuyu kısaca konuşalım.
Özgür irade var mı?
Bizi harekete geçiren, güldüren ya da hüzünlendiren her şeyin altında sağduyuya aykırı büyük bir sistem yatar. Bir şeyi gördüğümüzde ya da duyduğumuzda bunu hissetmek için milyarlarca yapı, sinaps ve sinyal birbiri arasında veri alışverişi yapar. Duyu sinirleri ile topladıklarımızı, motor sinirlerle ilgili organa iletiriz. Böylesine karmaşık bir şebekenin içindeki alanlar birbiriyle konuşur ve birbirini anlar. Alınan sinyalin yorumu, bu karmaşık yoldan geri döner ve biz gördüğümüzü söyleriz.
Bir hareketi nasıl yaptığımızı düşünelim. Kolumuzu indirip kaldırmamız, somurtmamız ya da birisine kızdığımızda kötü sözler söylememiz gerçekten özgür irade midir? Mahkemelerde hafifletici sebep olarak kabul edilen faktörler olduğunu düşünürsek aslında bizi yönlendiren başka bir şey olduğunu kabul edebiliriz. Mesela istemsiz hareketler yapmamıza sebep olan sendromlarımız olabilir. Burada hasta olmamızı geçerli bir sebep olarak gösterebiliriz ama bu doğru mu? Hastalıklar da bazı salgıların eksik ya da fazla salgılanmasından ileri gelmez mi? Örneğin erkeklerin fazladan Y kromozomu, onu doğuştan şiddete meyilli yapar. Testosteron hormonunun bir şekilde fazla salgılanması şiddet eğilimini arttırır.
Demek istediğim sınırlı bir varlığız. Her istediğimizi özgürce yapacak kapasitemiz yok. Mesela kafamızı 360 derece çeviremeyiz. Bunun yanında beynimizdeki devrelerden birinin kopması, sağlıklı yaptığımız davranışların aksamasına neden olabilir. Algıladığımız sinyalleri merkeze ileten bir sinir sistemi ve onu yorumlayıp ilgili organa geri gönderen bir beynimiz var. Özgür irade bunun neresinde olabilir?
Bilinç: Bölümlere erişimi kısıtlı olan başkan
Aynı şeyleri bilinç için de söyleyebiliriz. Araba sürmeyi ilk öğrenmeye başladığımız zamanları hatırlayalım. Gaz, fren, debriyaj dengesini nasıl ayarlayacağımızı düşündüğümüzde hangimiz panik olmadık? Buna aynaları kontrol etmeyi ilave edelim. Üstüne vitesi ne zaman değiştireceğimizin zamanlamasını ekleyelim. İşin zorluğu, o zamanlar belki de kendimizi çok yetersiz hissetmiş olmamıza neden olmuştur. Araba kullanan insanlar gözümüze başka görünmüştür. Muhtemelen, onların bütün bu kadar eylemi, nasıl bu kadar hızlı ve kolay yaptığına hayretler içinde bakmışızdır.
Aynı şekilde, oyun oynayan bir çocuğun konsola olan hakimiyetine bir bakın. Parmaklar sürekli oynarken, karakteri yönlendirecek kurguyu kafasında aynı anda yaratır. Bunu da büyük bir hızla yapar.
Bütün bunlar, bu hareketleri yapabilmemiz, görünmeyen ve karmaşık bir sistemin sonucudur. Oysa bilincimizin bu sisteme girişi yasaktır. Her şeyin farkında olduğunu düşünse de sadece ona verilen mesajları iletmekle yükümlüdür. Bilinç, bu dünyanın çok küçük bir parçasıdır. Bir uçak yolculuğunda uçtuğumuzu biliriz ama kokpite girmemiz yasaktır. Biz, tıpkı uçak yolculuğunun keyfini çıkardığımız gibi, algıladığımız hayatın keyfini süreriz.
Beyinde bilinç olmaz. Alınan girdi bir nöronu hareketlendirdiğinde birbirini tetikleyen milyonlarca nöron otomatik olarak harekete geçer.
Tamamlanmamış bir beyinle büyük bir veri havuzunun içine doğarız. Böyle bir sermayemiz vardır. Her veriden fayda yaratan öğrenen algoritmamız sayesinde kodlarımızı deneyimlerimize göre kendimiz yazabiliyoruz. Bu da bizi diğer insanlardan daha özel yapıyor.
Bu da daha önce belirttiğim gibi doğanın bir numarasıdır aslında. Araba kullanma ya da bir enstrüman çalmanın kuralları ilk başta zor gelir. Eğer kolay gelseydi bir hafızamız olmazdı. Her şeyi hiç çaba harcamadan öğrendiğimizi düşünelim. Zorluklar yaşamasaydık beynimiz yeni çözümler bulacak deneyimler kazanamaz ve geleceğe bir şey bırakamazdık. Oysa kozmik hafızamız sayesinde beynin 3 katmanı birbirini tanıyor ve konuşuyor. Eski olan tamamen yok olmadan önce yeni olana deneyimlerini aktarıyor.
Beyin, çok iyi bir hikaye anlatıcısıdır
Yaşadığımız hayatı bir düşünelim. Zihnimizi meşgul etmeyen bir an var mı sizce? Maddi sıkıntılar, gelecek endişesi ya da her şey çok güzel gitse de onun getirdiği yeni dertlerimiz var. Mesela işlerimizin yoğunluğundan dolayı yapacaklarımızı yetiştirememe kaygısı ya da ilişkimizde beklentilerdeki farklılıklardan kaynaklı sorunlar yaşarız.
Bugün yaşamı sürdürebilmemiz, beynimize işlenen sabit bilginin yukarıdan aşağıya doğru akmasından değil, öğrenmeye programlanmış aşağıdan yukarıya evrensel algoritma sayesindedir. Çevre koşullarında deneme ve yanılmalarla öğrenerek hayat kendini bir üst safhaya taşır. Beyin 3 katmanlı yapısıyla, bize evrimin hikayesini anlatır. 2 milyon yıllık hayat hikayemizin tüm kayıtları bu veri tabanında kayıtlıdır. Gece karanlığında ağaçta uyurken duyduğu bir çıtırtıyla sıçrayan atamızı, evde duyduğumuz tıkırtıyla irkilerek anımsarız. Yaşadığımız her duygu ve eylemin bir nedeni bu kaosun içindedir.
Aslında hepimiz bir kaosun içindeyiz. Bu sınırlarda yaşamak, beklenmedik olaylara karşı hep temkinli olmamızı sağlar. Bu yetersizliğimiz sayesinde, beklemediğimiz olaylarla karşılaştığımızda durumu hızla değiştirebilecek esnekliği gösterebiliriz. Ancak bu sebeple de hiçbir zaman saf bir iç huzur yakalayamayız.
Çözdüğümüz her sorun bir yenisini getirir. Evrimin hikayesi budur. Esnek beynimiz sayesinde doğanın açtığı yoldan ilerleriz. Hayatımız boyunca beyin kendine sürekli yeni bir biçim verir. Biz, hiçbir zaman birisi olmayız ama birisine dönüşürüz. Ben hayatım boyunca hep aynıyım diyen insan hayatı hiç anlamamıştır. Kendini de tanımıyordur.
Beyin: Hızlı ve verimli
Böylece beyin, vücudun karşılacağı zorlukların üstesinden gelecek şekilde kendini sürekli ayarlar. Vücudumuzun donanımı olan kollarımız, derimiz, gözlerimiz ve kulaklarımız, bu yazılımla tamamlanır.
Bu durum beyne bir hız kazandırır. Hangi araç vasıtasıyla gelirse gelsin beyin, gelen sinyaller arasında ayrım yapmaz. Ancak kaynaklarını önceliklere göre dağıtır. Bunu yaparken, kendini oluşturan tüm parçalar arasında bir ölüm kalım rekabetini devreye sokar. Eğer kolumuzu kaybedersek komşu bölge hemen oraya ait alanı işgal eder ve duyu organının çapı büyür.
Beyinde asla boşluk olmaz. Eğer tek hemisfer kalsak bile beyin eski çalışma performansında olmasa da kendini yeni duruma ayarlar. Bunu önce amatörce yapar. Ancak eylemler devrelere kazınınca iş otomatikleşir ve hızlanır. Böylece her hareketi yeniden öğrenmek zorunda kalmadan aşağıdan yukarıya bir öğrenim sistemi ile uyumda hiçbir sorun yaşamaz.
2. avantaj enerji verimliliğidir. Bir şeyi öğrenirken neler yaptığımızı bir düşünelim. Başlarda her şeye çok dikkat eder ve ayrıntılarda boğuluruz. Biz sürekli tekrar yaparken beynimiz her hareketi öğrenmek için çok fazla enerji harcar. Ancak ustalaştıkça, yaptığımız hareketler otomatikleşir ve yavaşça bilinç dışına çıkar. Beyin, burada biriken enerjiyi artık başka yerlere harcamaya başlar. Çok daha düşük beyin etkinliğiyle, hareketleri daha kolay yaparız.
Beyin, beklentileri yönetir
Beynin ne kadar pratik olduğunu gösteren başka örnekler de verebiliriz. Hareketsiz bir cisme seyre daldığımızı düşünelim. Belli bir zaman geçtikten sonra o nesne bizim için görünmez olur. Bilinen bir deney olarak bir çok noktanın ortasındaki noktaya sürekli bakarsak önce çevredeki noktalar sonra da sabit olan nokta görüntü alanımızın dışına çıkar. Bir boşluğa bakmaya başlarız. Oysa noktalardan birini hareket ettirdiğimizde görme korteksinin doğrudan ilgi alanına girer. Beyin, enerjisini böylelikle boşa harcamamış olur.
Buna bir başka örnek de retinamızda bulunan, dış dünya ile fotoreseptörlerimiz arasındaki kan damarlarını verebiliriz. Eğer damarlar bir bilgi taşısaydı, hareket halinde olur ve dünyayı damarlı görürdük. Oysa tamamen hareketsiz kaldığı için görme sistemimiz onu görmezden gelmeyi öğrenir. Sonuç olarak beyin bekleneni algılar ama değişmeyen şeyler bir zaman sonra görünmez olur.
Bu fikir, yaşadığımız gerçeğin daha farklı olabileceğini gösteren mantıksal bir çerçeve çiziyor. Yaşadığımız fiziki dünyayı yöneten kuantum dünyayı da görebileceğimizi gösteriyor. Teknolojinin gelişmesi, yeni bir duyu organıyla bize görünmez ya da duyulmaz gelen kozmik süreçleri takip edebileceğimize işaret ediyor.
Doğa, zekamız arttıkça bize yeni duyu araçları sunar
Teknolojiyle beraber duyu organlarımız fazlalaşıyor. Gözümüzün yetmediği yerde kızıl ötesi ışınları gören gece gözlükleriyle görme alanımızı genişletiyoruz. Daha hassas sensörlerle daha yüksek frekanslı sesleri işitebiliyoruz. Hatta gördüğümüz ve dokunduğumuz gerçek dünyanın aksine beynimizde sanal bir gerçeklik yaratarak paralel bir dünyaya seyahat edebiliyoruz.
Kapkaranlık bir ortamda beynimize gelen sinyallerin yarattığı voltaj tepecikleri, dünyamızı tutarlı bir şekilde anlamlandırmamızı sağlar. Mesela dünyaya kör gelen bir insan, farklı duyu organlarıyla görme hissini yaşayabilir. Kohleaya ya da derisine yerleştirilen sensörlerle sağlanan sinyaller, görme alanına yönlendirilebilir.
Beyin için sinyalin nereden geldiğinin bir önemi yoktur. Bunu umursamaz çünkü her duyu organından gelen sinyal beyin için aynıdır. Mesela gözlerden gelen fotonlar, kulaklarda oluşan ses basıncı ya da deriye uygulanan basınç elektrik sinyallerine dönüştürülür ve onun üzerinde aynı algoritmayı uygular. Beyin, gelen sinyali yorumlar ve ilgili bölgeye geri beslemeyle göndererek bizim için tutarlı bir dünya yaratır.
Ancak teknoloji, artık daha fazla duyu aygıtına ihtiyacımız olduğunu gösteriyor. Yükselen zekanın, evreni daha iyi algılamak için daha donanımlı bir surete ihtiyacı olabilir. Bunu söyleyebiliyoruz çünkü her güç kaybeden alan diğeri tarafından işgal edilip yeniden işlevselliğini korusa da bunun bedeli daha az görme ya da duyma gibi bir kayıp oluyor. Bu yüzden sınırlarımızın ötesinde bir yapıya ihtiyacımız olabilir. Mesela milyonlarca yıl süren evrim sürecini saatlere indirecek teknolojiye sahibiz. Bu bağlamda neden bir sanal avatarı, nöral bir gerçekliğe dönüştürmeyelim?
Sonuç
Beynimiz sadece dış dünyayı değil, bizim özelimizde kendi dış dünyamızı da yansıtır. Hangi bilgiyi sindiriyorsak ona dönüşürüz. Çok iyi bir futbolcu, müzisyen ya da iyi bir satıcı. Beynimiz gerçeği bilmez, onu inşa ederek bizi dönüştürür.
Beyin, doğayla aramızda bir arayüz gibidir. İlk atalarımızla aramızdaki manyetik bağ, beyin sayesinde hiç kopmaz. Çevreyle etkileşimin hiç ara vermeden sürdüğü hayatımızda beynimizde elektriksel dalgalanmalar hiç bitmez. Bu anlamda değişmediğimiz bir an yoktur. Biz, çok değişmediğimizi düşünebiliriz. Oysa 20 yıl önceki resmimize baktığımızda zamanın üzerimizden nasıl geçtiğini anlarız.
Bu anlamda zaman bizim için bir yanılsama olabilir ama beyin için olduğunu düşünmüyorum. Bizim farkında olduğumuz zaman, bilinçaltımızda saklı duran kozmik zamanın çok küçük bir kısmıdır. Kadim zamanlarda çekilmiş fotoğraflarımız, beynin girmemizi yasakladığı arşiv odasında saklıdır.
Kaynaklar:
David Eagleman…………………………Incognito
David Eagleman………………………..Canlı Devre
Ray Kurzweil……………………………..Bir Zihin Yaratmak
Geri bildirim: Veri Çağı: İpler Kimin Elinde? - Monolog
Geri bildirim: Yapay Zekayı Açıklamanın Basit Bir Yolu Var mı? - Monolog