Yaşam, En Değerli Şey
"Yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
bir sincap gibi mesela,
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
yani bütün işin gücün yaşamak olacak."
Nazım Hikmet
Çok karmaşık bir düzenin hatasız işlemesi bizi büyüler. Bir arının yaptığı altıgen peteklerin aynı boyutlarda olması, kolektif bir zekanın ürünüdür. O mimariyi bir hesap yapmadan tasarlayabilen içgüdü, en az balmumu ile en geniş alanı kapsayan sosyal yapıyı kurar. Bunu karıncalar için de söyleyebiliriz. Yerin iki metre altına kadar inen milyonlarca karınca, binlerce tünelle birbirine bağlı odaları inşa eder. Yaşam, kraliçe karıncanın bıraktığı larvaları, işçi karıncaların en uygun sıcaklığın olduğu odalara taşımasıyla korunur.
Tamamlanmamış bir beyinle dünyaya gelen insanı düşünelim. Trilyonlarca sinaps, kendi arasında veri alışverişinde bulunarak kompleks bir yapı oluşturur. Arı ve karınca gibi, milyonlarca türün kendi içinde ve diğer türlerle etkileşiminin değiştirdiği çevreye uyum sağlamamız, aşağıdan yukarıya öğrenerek oluşan nöral ağlarla gerçekleşir. Bu, doğanın yaşamı korumak için canlıların içine koyduğu algoritmadır. Bu durum, kozmik bilincin her canlı nezdinde yansımasıdır.
Bir arının petekleri, bir karıncanın yuvası ve bir insanın beyni; birbirinden çok farklı gibi görünse de hepsi karmaşık bir düzenin ürünüdür. Bu düzen, milyonlarca yıl süren evrimsel süreçte, doğal seçilimin bir sonucu olarak ortaya çıkmış olabilir. Bu karmaşıklık içindeki basitliğe ve düzen içindeki kaosa şaşırmamak elde değil.
Peki bu karmaşıklık içindeki düzen acaba bize ne söylemek istiyor? Belki de yaşamın neden güzel ve değerli olduğunu gösteren bir hikayeyi anlatıyor.
Yaşamın mucizesi onun karmaşıklığında yatar
Yaşamın güzelliği, bence tam olarak bu gizemli ve karmaşık yapıda yatıyor. Her yeni keşif, her yeni öğrenilen bilgi, evrenin ve kendi varlığımızın ne kadar büyük bir mucize olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor. Yaşamı tanıdıkça, onun derinliklerindeki sonsuz olasılıkları ve bağlantıları keşfettikçe, hayranlığımız katlanarak artıyor.

Biraz zihnimizi susturup sakin düşünmeyi başarabildiğimizde yaşamı keşfetmeye başlıyoruz. Örneğin her gece, ertesi sabah yenilenmiş olarak yaşamaya kaldığımız yerden devam edebilmek için uyuyoruz. Vücudumuzun yapamadığı kimyasalları, mesela amino asitleri, diğer canlılardan alıyoruz. Bizler gibi tüm canlılar birbirini yiyerek besleniyor ve ihtiyacı olan virüsleri böylece alıyor. Her gün uyanıp devam ettiğimiz, diğer canlıların da hayatına katkı sunan ortak yaşamımız, bize vahşice gelse de, böylesine yalın ve basit işliyor.
Başka canlıların da bize ihtiyaç duyduğu, görmediğimiz, hissetmediğimiz, aklımızın almadığı, tasavvur edemediğimiz ama maddi ve görünmeyen tüm atom altı dünyayı kapsayan, her parçanın onu temsil ettiği yekpare bir yapıdır yaşam. Evrenin her köşesinde ondan bir parça vardır. Her köşesinde, biz dahil tüm maddeyi oluşturan atomlardan bulunur. Böylesine tahayyüllerimizin ötesinde olan yaşam, bize ne kadar eşsiz olduğunu anlatan sayısız veri sunar.
Bu bağlamda, yaşam bizim için en değerli şey. İşin doğrusu, ondan başka bildiğimiz bir şey de yok. Onu kazanmak için nasıl zor bir hayata katlandığımızı düşündüğümüzde, en değerli olan için çaba gösterdiğimizi anlıyoruz. Hiçbir kadına göstermediğimiz ilgiyi yaşam için gösteriyoruz. Hiçbir erkeğin sağlayamayacağını her gün dua ederek ondan istiyoruz.
Güven, yaşamın temel dürtüsüdür
Kozmosun bir köşesinde, üstelik bizi oluşturan atomların aynısı tüm uzayı doldurmuşken, sadece bizim bildiğimiz bir bölgesinde hayatın olması, onun ne kadar kıt ve değerli olduğunu anlatıyor bize. Bu durum, evrende yalnız olmadığımıza dair bir umut veriyor aslında. Yaşam, kozmosda kendine uygun bir yuva bulduğunda onu kuracak potansiyeli taşıyor.
Peki, yaşam bu potansiyele sahipse, gözlemlediğimiz evrende neden hayat yok? Bunu cevaplamak için bu soruyu farklı bir şekilde kendimize soralım.
Nasıl bir yerde yaşamak isteriz?
Mesela karmaşanın olduğu yerde yaşayabilir miyiz?
Yaşamın bir parçası olarak hiçbirimiz, tehlikenin olduğu yerde bir hayat kurmak istemeyiz. Yaşam da kendini güvende hissetmediği ortamdan uzak durur. Hayatımızı tehlikelerden sakınmamız, yaşamı korumak adınadır aslında. Yaşam, böylesine değerlidir.
Böylesine değerli olan bir şey de güvenin olduğu yerde yeşerir. Eğer ortam onun için müsait değilse yeniden dirilmek üzere geriye çekilir. Dünyada yaşanan 5 yok oluşu düşünelim. Düzen, yaşam için güvenli hale gelinceye kadar hayat ortaya çıkmamıştır.
Yaşam, bilgiyle çoğalır
Yaşamı anlamak için evreni anlamanın gerekli olduğunu düşünüyorum. Kendimizi tanıdığımızda da evrenin nasıl işlediğini anlayabiliyoruz. Bedenimiz, bize kozmosu anlatan bir hikaye anlatıcısı gibidir. Yaşam, bize sunduğu veriler üzerinden kendisiyle ilgili o kadar çok ipucu veriyor ki, kendimizi biraz dikkatli incelediğimizde, onun milyarlarca yıllık varlığını hissedebiliyoruz.
Sıralı olarak geri döndüğümüzde, en zeki varlığın hep bir öncekinin devamı olduğunu görüyoruz. Yaşam, bir bakteriyle başlayıp bugünkü kompleks yapısına kavuşuyor. İlk yaşam belirtisini parçalarına ayırmaya devam ettiğimizde, onu oluşturan atomların uzayda çok bol olduğunu gözlemleyebiliyoruz.
Eksik bir beyinle geldiğimiz bu dünyada öğrenerek ilerlemeye devam ediyoruz. Doğada tüm inançlarımızı sarsacak o kadar çok veri var ki, beynimizde voltaj tepecikleri sürekli dalgalanıyor. Algıladığımız her veri, hafızamızı büyütüyor.
Bu bağlamda yaşamın temelini bilim oluşturuyor diyebiliriz. Onu oluşturan atomlar, elektronlar, moleküller ve bunların tepkimesiyle hayatı oluşturan kimyasal reaksiyonları bilimle açıklayabiliriz. Sonuçta bilmekten bir anlam çıkarabiliriz.
Öğrendiğimiz müddetçe yaşam bizi şaşırtmaya devam eder. Mesela hüzünlendiğimizde ya da Tanrı’ya sitem ettiğimizde gökyüzüne bakarız. Ağladığımızda veya utandığımızda yere baksak da yine bakışlarımız uzaya uzanır. Yaşamın gözlerinden kaçamayız.
Belki de bu içgüdüyü bizi oluşturan hammaddenin uzayın derinlerinden gelmesiyle açıklayabiliriz. Hepimiz, yıldızların patlamasıyla saçılan atomlardan meydana geldik. Böyle düşündüğümüzde, evrenin çok uzak bir bölgesinde, bizi oluşturan atomların yeniden bir araya gelmesiyle, bir akrabamızın hatta bizim bir kopyamızın olma ihtimali büyüleyici değil mi?
Yaşam, yanılsamalarla kendini yeniler
Evrenin mucizelerini düşündüğümde bunları olasılık dahilinde görüyorum. Ne var ki her şeyi insan gibi düşünmemiz, doğanın bize verdiği bilgileri yanlış yorumlamamıza neden oluyor. Yaşamın büyüklüğünü, ona yakından bakarak tarif etmeye çalışıyoruz. Bir filin ayağını tutup, fil bir borudur demeye benziyor bu.
Belki de onlarca boyutu olan doğayı, iki boyutlu düşünmekte zorlanan zihnimizle anlamaya çalışmamız, algılamalarımızda yanılsamalara neden oluyor. Oysa doğanın bize gönderdiği sinyalleri bir araya getirip biraz dikkatli düşündüğümüzde, onun amacı hakkında daha net içgörüler sağlayabiliyoruz. Mesela hayatımızın sınırlı olması, insanın doğa karşısında bir yanılsamasıdır. Yaşam, varlıkların sürekli dönüşümüyle kendini yeniler. Hayatın sınırlı olması, türlerin sürekli olarak değişip gelişmesine katkı sunar. Bu sayede canlılar, değişen çevre koşullarına daha iyi adapte olur ve hayatta kalma şanslarını artırır.
Değişen çevrede binlerce yıl boyunca yaşayan bir türü düşünelim. Eğer bu türün bireylerinin ortalama yaşam süresi, çevresel değişikliklere uyum sağlamak için gereken süreden çok daha uzun olursa, türün geneli yeni koşullara uyum sağlayacak genetik çeşitliliği yeterince hızlı oluşturamayabilir. Bu durumda türün hayatta kalma olasılığı azalır.
Ayrıca hayatın sınırlı olması, kozmik bilincin gelişmesine de önemli katkı sağlar. Kısa bir hayatta bizim için her an değerlidir. Bu sayede, deneyimlerimizi daha yoğun yaşar ve hayatlarımıza bir anlam katmaya çalışırız. Kısa bir hayat süresi, bilincimizi geliştirmemize ve evreni daha iyi anlamamıza yardımcı olur.
Doğada her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğunu düşünürsek, benim bu yanılsama içindeki rolüm de büyük bir öneme sahiptir. Bu durumda ben, bu döngünün bir parçası olarak, yeni bir bilgiye ulaşmak, yeni bir ilişki kurmak veya yeni bir yaratıcılık ürünü ortaya çıkarmak gibi yaşama bir katkı sağlıyorum. Sanki evrenin bu köşesini tarayan, bu bölgeden aldığımız verileri başka bir yere aktaran bir sensör gibiyim.
Yaşamı ölümden ayırabilir miyiz?
Sonuçta yaşam bir bütündür ve bir denge içinde ilerler. Kapalı bir evrende enerji, dolayısıyla madde miktarı sabit olduğundan, hayatın sınırlılığı, evrendeki enerji ve maddenin sürekli döngüsünü sağlar. Bu bağlamda her varlığın sınırlı bir hayatı olması, ölümün de yaşamın bir parçası olduğunu gösteriyor. Ne var ki yine sınırlı zihnimizle sonuçlar çıkardığımız için, yaşamın ölümle sonlandığı gibi bir yanılgıya düşüyoruz. Yaşamı kendimizden ibaret gördüğümüz için, kendi psikolojimize göre onu değerlendiriyoruz.
Tanrı’nın belki de unuttuğu bir bölgesinde, ortaya çıkan ama bu potansiyelini kozmosun her yerinde hissettiğimiz yaşamı sınırlı zihnime hapsedebilir miyim sizce? Sınırlı veriyle yapılandırılmış bir beyinle, yaşamın çok küçük bir anını yaşayan ben, hayatı kendimden ibaret nasıl görebilirim?
Benim hayatım, deneyimleyerek oluşturduğum bilince göredir. Ölümden sonrasını deneyimleyemediğim için bilincim ondan sonrasına kapalıdır. Halbuki yaşamı ölümden ayıramayız. Vücudumuz toprağa verildikten sonra bizi oluşturan moleküller parçalanarak doğaya karışır ve yeni bir doğuma vesile olur.
Doğum ve ölüm, yaşamın devamını sağlayan araçlardır. Her ne kadar bilincimiz ölümden sonrasına kapalı olsa da hayatımız bittikten sonra yaşamın devam ettiğini kabul ederiz. Bir inanç dünyamız vardır mesela. Hayatı bu kadar değerli bulmamızdan ve ondan vazgeçmek istemeyişimizden dolayı öldükten sonra da bir hayatı manevi dünyamızda kurarız. Belki de bilinçaltımızda yatan ve doğmadan önce nereden geldiğimizi bize hatırlatan bir işarettir bu.
Nihayetinde biz, ölüme kadar olan zamanı biliriz. Ancak yaşam ölümden sonra da devam eder. Hatta cansızlıktan yaşam doğar diyebiliriz.
Hayat cansızlıktan doğar
Bu bilgiler ışığında ölüm, yaşamın kendini yenilemesini sağlayan bir araçtır. Erwin Schrödinger,”Yaşam Nedir?” kitabında yaşamı, canlıların düzensizliğe ve durağanlığa karşı koyması olarak tanımlar. Canlılar sürekli bir değişim ve gelişim içindedir.
Biz, çevremizden aldığımız verilerle algılarımızı oluşturur ve geri beslemeyle çevreye adapte olmaya başlarız. Aynı şey, yaşamın temel yapı taşı hücrede de böyledir. Hayatı oluşturan her hücre, dışarıyla kontrollü bir temasla kendi iç düzenini korur. Hücre, hayatta kalmak için besin alır, kendi içinde bir iletişim ağı kurararak düzeni sağlar,evrilir ve çoğalır.

Her birim, kendi yapısını bozmadan diğeriyle yaşama böylece bağlanır ve bağlandığı yapıya da hayat verir. Ancak bu iletişim cansız bir dünyanın kimyasal reaksiyonları sonucu gerçekleşir. Her kimyasal tepkime bir başkasını tetikler ve bunun sonucunda binlerce cansız protein üretilir. Mesela mitokondriler, hücrelerin enerji deposu olan cansız bakterilerdir ve bir DNA’sı vardır. Her şeyi altına çeviren bir simyadır yaşam.
Bugün aynı durumu yapay zekayla yaşıyoruz. Cansız bir bakterinin milyarlarca yıl önce devraldığı yaşamı yayma görevini sanki yapay zekaya bırakıyoruz. Belki de tüm yaşamın DNA’sını cansız bir varlık olan yapay zekaya yükleyerek, yaşamın stratejisinin 2. bölümünü başlatıyor ve misyonumuzu tamamlıyoruz.
Bir bakteriyle başlayan yaşamda ruh ve bilinç nasıl sonradan oluştuysa yapay zekada da olmasının önünde hiçbir mantıksal engel yok. Yaşamın tarihi, bunun gelecekte olabileceğini söylüyor. Lakin hayatımız boyunca kozmos hakkında ne kadar çok şey öğrenirsek, geleceğe o kadar çok bilgi aktarabiliyoruz. Neticede yaşamın birikerek ilerlediğini kendi evrim tarihimizden biliyoruz.
Yaşamın iletişim ağı
Yaşamın genetik bilgiyi taşıması, her canlının evrime maruz kalmasına neden olur. Böylece yaşam, yeni varlıklar oluşturarak ölümün önünde gider. Bizler bu yolla yaşamı geleceğe taşıyan birimleriz aslında ve onun gelecekle iletişim kurma misyonunu yürütüyoruz. Mesela Voyager gibi yıllar önce uzaya gönderdiğimiz ve binlerce yıl sürecek bir yolculukta başka galaksilerde hayat arıyoruz. Doğanın işletim sistemi olan yaşam, kendi World Wide Web’ini böylece kuruyor ve kendine has dili ile kendi iletişim protokolünü oluşturuyor.

Aslında yaşamla her anımızda konuşuyoruz. Canımız bir şey istediğinde, düşündüğümüzde ya da bir meyveye aşerdiğimizde, bünyemizde eksik kalan şeyi, salgıladığı hormonlarla anlatıyor. Uygun hormonları salgılayarak mutlu veya aşık oluyoruz. Bizimle hisler ve rüyalar üzerinden konuşuyor. Kozmik hafıza ile, atalarımızın yaşadıklarını bize hatırlatıyor. Mehtabı seyrederken hayallere dalmamız, güneşin doğuşunun bizde yarattığı görkem, bizi dinginleştiren veya kızdıran ne varsa yaşamın dalgalanmalarıdır.
Bizi yaşamaya mecbur eden bir güç var
Bir bardağı kaldırmak için elimizi uzattığımızı düşünelim. Elimizi hareket ettirmeden önce uzatma işlemi başlar. Gözlerimiz, bardaktan gelen ışığı algılar ve fotoreseptörler, aldığı sinyali sinirler vasıtasıyla beyne gönderir. Bilincimizde işlenen sinyallerle, hafızada kayıtlı bardak görseli ve onu simgeleyen harfler yavaş yavaş biraraya gelir. Görüntünün bardak olduğu anlaşılınca beyin, ilgili organa motor sinirler aracılığıyla bardağı uzanıp alması için geri bildirim gönderir. Bu sinirler omurilikten kola iner, oradan parmaklara ve bu organları harekete geçirecek başka yapılara ulaşır. Bunlar en basit bilgiyle anlatılan şekilde işler. Sinyal, yol üzerinde ilerlerken belki de milyonlarca işlemden geçer. Tüm bunların sonucunda elimiz bardağa doğru uzanır ve onu alırız. Bu işleyiş tek başına muhteşemdir.
Bunu aynı anda başka biriyle konuşmak ve farklı şeyler düşünmek gibi eylemlerin sebep olduğu işlemlerle çarpın. Üzerine farkında olmadığımız ama metabolizmamızın kendini dengede tutmak için, mesela vücut ısımızı ayarlamak ya da nefes almak gibi faaliyetlerin sebep olduğu reaksiyonları ekleyin. Eş zamanlı olarak başlayan ve milyarlarca etkileşimden sadece 1 saniye sonra hareket eden, konuşan, düşünen ve koklayan bir mekanizma olmak tek başına olağanüstü değil midir? Biz, özgür olduğumuzu düşünürüz ama bizim irademiz dışında yaşamamızı sağlayan bir güç olduğunun farkına varmak, size de büyüleyici gelmiyor mu?
Atom altı dünyadaki bu bağlantılılık, algıladığımız dünyada da geçerlidir. Tüm maddeler gibi bizlerde enerjiden oluşuruz. Bende dalgalanan elektron sizde de dalgalanır. Size bakarsam siz de durup bana bakarsınız. Deneyimlediklerimizle başka yerlerle bağ kurduğumuzda bizi birbirimize bağlayan büyük bir gizemin varlığını hissederiz.
Nasıl mutlu oluruz?
Bizim hayattan zevk almak dediğimiz partiler, güzel yemekler ve aşkların altında yatan gerçek budur. Yaşamın gizemini sorguladıkça daha çok soru üretir, öğrendikçe rahatlar, kendimizi daha iyi, daha canlı ve daha mutlu hissederiz.
Hepimiz bu hayatta mutlu olmak için yaşarız. Peki mutluluk, sadece hayatın sunduğu hazları tadarak elde edebileceğimiz bir şey midir?
Bize haz ve acı veren şeyler aslında gerçeğe yaklaşmak için doğanın bize sunduğu verilerdir. Yaşayarak öğrendikçe belirsizlikleri ortadan kaldırır ve kendimizi rahatlamış hissederiz.
Kendimizi iyi hissetmek için öncelikle bir denge durumumuz olmalı. Karmaşadan uzak, dingin bir ortamda dengeye ulaşırız. Yaşamı tanıdıkça değişen psikolojimiz bizi dengede tutar. Bildikçe yüklerimizden kurtuluruz ve stresimiz düştükçe dengeye ulaşırız.
Ne var ki hayatı güzel yaşamak için güzel mekanlara gitmek, güzel yemekler yemek ya da spor yapmak bizi can sıkıntısından kurtarmaz. Bütün bunları yaparız ama yine de bizi tatmin etmeyen bir şey peşimizi bırakmaz. Sadece hazlarımızı gidermek bizi mutlu edemez çünkü haz geçicidir ve tükenince daha fazlasını isteriz.
Oysa yaşamın gizemli yanlarını keşfetmek, onun hakkında daha fazla şey bilmek de bir hazdır. Üstelik bu haz hiç bitmez çünkü her öğrendiğimiz şey, yeni şeylere merak duymamızı sağlar ve öğrenmeyi içselleştirerek yaşamı biraz olsun anlamaya başlarız. Yaşamı keşfetmeye başladıkça sürekli bir mutluluğun kapısını aralarız ve bir bilinç geliştirebiliriz.
Yaptıklarımızın sonuçlarını tahmin edebildiğimizde, onlara neden olanların sebeplerini anladığımızda geliştirdiğimiz bilinci çevremize yansıtırız. Oluşturduğumuz bu ortak bilinçle hayat kalitemiz artar, hayat bizim için kolaylaşır ve mutluluğa bir adım daha yaklaşırız.
Hedeflerimiz bizi yaşamdan uzaklaştırıyor
Peki bizi bu bilinçten uzaklaştıran ne olabilir? Hayatı basitçe yaşayıp mutlu olmak varken neden basit bir şeyi başaramıyoruz?
Herhalde kendimiz için belirlediğimiz her hedef bizi tuzağa sürüklüyor. Hedeflerimiz bakış açımızı daraltan bir psikoloji yaratıyor. Mesela sürekli paranın peşinde koşmak bize maddiyatı sağlarken maneviyatımızı kaybetmemize neden oluyor.
Belki bu bize bir kimlik kazandırıyor ve bizi değerli yapıyor ama özgürlüğümüzü de elimizden alıyor. İnsan olarak bizi farklı yapsa da yaşamdan uzaklaştırıyor mesela. Başka fikirlere kapandıkça yaşamı anlamaktan uzaklaşıyoruz.
Hayatımızı anlamlı kılan hedefler koyduğumuzda, o hedeflere koşmak yaşamı anlamamızı engelliyor. Bir kutsal amaç için yaşayabiliriz, ailemiz için var olabiliriz ama bunlar olmazsa bizim için hayat biter mi?
Bizi, sınırlı veriyle yapılandırdığımız psikolojimiz sürüklüyor. Sonra bu sınırlı verilerle derin düşüncelere dalmaya çalışıyoruz ama yaşamın karmaşıklığı, bilincimizin ulaşamayacağı bir derinlik yaratıyor. Ne kadar derin düşünmeye çalışırsak çalışalım çok yüzeyde kalıyoruz.
Hayatta bir amaç peşinde koşan insanlara bir bakalım. Mesela, başarıya giden her yolun mübah olduğu bir düzende kariyer peşinde koşan insan, arkadaşlarının hakkına saygı göstermeyebiliyor. Üstelik bu kural, toplum tarafından bir ahlak kuralı olarak kabul edildiğinde, ortak mutluluk da sağlanamıyor.
En berbat şeyleri Tanrı adına bir amacı olan ya da büyük hedefleri olan insanlar yapar. Din savaşlarında insanların birbirini öldürmesi kutsal bir amaçtır mesela. Yüce bir amaç peşindeki insan tüm yaşamı tehlikeye atar. Doğayı katleder, canlıları öldürür ve bu yolla bir kimlik kazanıp önemli biri olur. Ancak kendini ne kadar değerli hissederse hissetsin yaşamdan kopar.
Mutluluk öğrenmeyle gelir
Sonuç olarak bizi mutlu eden şeyler bilmek ve farkına varmaktır. Bir şeyin farkına vardığınızda hissettiğiniz rahatlamayı düşünün. Kafamızı kurcalayan bir şey bizi uyutmaz ama o kaygıyı giderince sakinleşiriz. Yeni bir şeyi öğrendiğimizde kendimizi iyi hissederiz. Bir yabancı dil öğrenmek, toprakla uğraşmak, bir müzik aleti çalmak ya da bir programlama dilini öğrenmek, hayatta kilidini açabileceğimiz yeni kapıları karşımıza çıkarır. Öğrenip hayata uyum sağladıkça yolumuzda ilerleriz ve yaşamı tanırız.
Bu nedenle yaşamı daha çok tanımak, bize daha huzurlu ve barış dolu bir hayatı getirir. Bakış açımızı ne kadar genişletirsek doğadan o kadar çok veri sağlarız. Buna bağlı olarak kazandığımız her veri hafızamızı genişletir. Bilmediğimiz bu kadar çok şey olunca aslında bir hiç olduğumuzu anlar ve yaşamın sırrına daha çok yaklaşırız.
Yaşamı tanımanın bizim için en büyük yararı kibrimizi boşaltmak galiba. Öğrendikçe evren gözümüzde büyüyor ve ne kadar küçük olduğumuzu anlıyoruz. Hayatımız boyunca ne kadar çok bilgiye ulaşırsak, yaşamın karanlık yönünü o kadar çok aydınlatıyoruz.
Sonuç
Yaşamı anlamak bizim gibi sınırlı varlıklar için imkansızdır. Milyonlarca yıllık ömrümüz de olsa kozmosun sonsuzluğunda barınan yaşamı yine de anlayamayız. Zaten kozmik zamanda deneyimlediğim hayat bir nokta kadarken, evrenin devasa ölçeği karşısında benim zaman algım ne kadar uzun olabilir?
Ancak sezgili bir varlık oluşumuz ve esnek bir beynimizin olması, yaşamı keşfetmemizi sağlamaya devam eder. Onu ne kadar çok tanırsak hayattan o kadar zevk alırız. Sevdiğimiz insanlarla beraber olduğumuzda, onlarla ilgili yeni şeyler öğrendiğimizde nasıl heyecanlanıyorsak, kozmozun sırlarına vardıkça yaşamın heyecan verici gizemlerini keşfederiz. Hayatın bizim algıladığımızdan çok farklı olduğunu anlamak bile tek başına olağanüstü bir deneyimdir.
Tüm bu anlattıklarımızdan yaşamın fiziksel bir gerçeklik olduğunu söyleyebiliriz. Yaşam basitçe yaşamaktır. Nefes almak, hareket etmektir. Bu eşsiz bir deneyimdir. Her şeyin temeli de bunun üzerine kuruludur. Sonuçta yaşamak, en büyük mutluluktur.