Bu haftaki yazım Budizm üzerine olacaktı. Uzun zamandır Doğu maneviyatı üzerine yazmayı istiyordum. Hazırlıklarımı buna göre tamamladım ve Gotama Buddha‘yı anlatan bir giriş yazmaya başladım. Ancak girizgahı yaparken klavyem beni bambaşka bir yöne sürükledi. Tuşlara bastıkça yazının mucizelerle dolu bir hikayeye büründüğünü gördüm. Aslında inançlarımızı ve tarihi algılayışımızı derinden etkileyen temel bir soruya cevap aramadan, Budizm’i yazmanın tam amacına ulaşamayacağını anladım; Gerçek nedir ve ona ne kadar yaklaşabiliriz?
Sonuç olarak, inançların simgesi olan peygamberlerin ya da bir öğretinin kurucusunun zamanla tanrılaştırılması, “Budha”yı yazmak için başladığım girizgahın, “gerçek” kavramını sorgulayan bir yazıya evrilmesine neden oldu.
Kutsal bir kişilik, gerçek kabul ettiğimiz anlatıların aslında üzeri mucizelerle örtülmüş bir halidir. Dokunmanın yasak ve sorgulamanın saygısızlık kabul edildiği mitlerden ibarettir.
İnsandaki bu yüceltme eğilimi, gerçeğin her zaman bir sis perdesinin ardında kalmasına neden oluyor. Bu durumla inanç dünyasının dışında da sıkça karşılaşıyoruz. Örneğin bazı siyasi liderlerin veya ulusal kahramanların eksiklerini görmezden gelebiliyoruz. Bu, hayatın her alanında, gerçeğin aslında ne kadar yanlı bir hikaye olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Gotama Buddha gibi tarihi bir figürü yazmak, kuşkusuz daha fazlası olduğu halde, çoğunlukla bir toplumun algılarını ve önyargılarını aktarmaktan öteye gitmiyor. Tıpkı diğer tüm tarihi kişiliklerde olduğu gibi..
Netice itibarıyla, Buddha’yı yazma girişimim, beni tarih biliminin gerçeği arayışındaki zorluklara götürdü. Zira gerçeğin doğasını anladığımızda, tarihi figürleri ve olayları tarafsız bir şekilde değerlendirebileceğimizi düşünüyorum. Bu sebeple, bugünkü yazım, gelecek haftaki asıl konumuz olan Budizm’e dair bir önsöz niteliğinde olacak.
Tarih Biliminin Zorluğu
Bir tarihçinin karşılaştığı en zor durum, geçmişi en gerçekçi haliyle ortaya koyabilmektir. En gerçekçi diyorum çünkü saf gerçeği yansıtmak1 neredeyse imkansızdır. Tarihin yazıldığı anda binlerce değişken iş başındadır ve bazıları bir daha ulaşılmamak üzere yok olurlar. Kısacası geçmişte yaşanan her ayrıntıyı, her düşünceyi ve her hissi birebir yeniden yaratmak pratikte imkansızdır. Bu sebeple tarihi, elde kalan kısıtlı malzemeyle görebiliriz ve ona uygun yorumlarız.
Tarih bilimi, geçmişin önemli olaylarını, neden-sonuç ilişkilerini ve ana hatlarını anlamaya odaklanır. Tek bir “gerçek” yerine, birbiriyle iç içe geçmiş, çok katmanlı ve bazen çelişkili gerçeklikler vardır. Tarih bilimi, bu karmaşıklığı basitleştirme ve anlaşılması kolay bir çerçeveye oturtma çabası içindedir.
Bu anlattıklarımıza, tarihin karmaşıklığını net bir şekilde göstermesi bakımından D-Day çıkarması uygun bir örnek olur. Çıkarmanın yakın geçmişte olmasından dolayı gerçeğe önyargılar ve farklı yorumlar daha az karışmıştır. Ayrıca teknoloji, gerçeğe daha da yaklaşmamızı sağlayan fotoğraflar, yazılı belgeler ve hatta video kayıtları gibi araçları bize sunar. Ancak yine de tam kesinliği yakalayamayız.

Mesela, Normandiya çıkarması öncesinde kurmay subayların masa başında yaptıkları kusursuz planlar, doğanın müdahalesiyle arazide bambaşka bir hal alabilir. Öyle ki, okyanustaki gelgitlerin ani yükselişi, bir kum fırtınası veya beklenmedik psikolojik faktörler, kağıt üzerindeki kurgunun sahada farklı bir tezahürüne neden olabilir. Bu olayların Müttefik kuvvetlerde yarattığı küçük değişim, Alman tarafının savunma planlarını da anında etkiler. Örneğin savunma hattı uzayabilir, geriye çekilebilir ya da küçülebilir. Kısacası, zihnimizde kurguladığımız o “mükemmel geometri“, doğanın kurmaylığında gerçek halini alır. Tarih kitaplarına geçen de kimsenin öngöremediği ve kontrol edemediği değişkenlerin şekillendirdiği sadeleşmiş bu gerçektir. Gerçekte yaşanan o kaos ve anlık kararların tüm karmaşıklığına tam anlamıyla ulaşmamız ise imkansızdır.
Tarih Tarafsız Olabilir mi?
Burada gerçeğin grileşmesinde çok önemli bir diğer neden de tarihi yorumlayan kişilerin önyargılarıdır. Tarihçiler, geçmişi anlamak için belgelere, arkeolojik bulgulara, sözlü anlatılara ve diğer kaynaklara bağımlıdır. Ancak bu kaynaklar genellikle eksiktir ve zamanla bozulmuştur. Yazıldıkları dönemin ve yazarlarının önyargılarını, bakış açılarını ve amaçlarını yansıtırlar. Bu sebeple tarihçiler, buldukları kaynakları olduğu gibi sunmazlar. Onları yorumlar, bir bağlama oturtur ve aralarındaki ilişkileri kurarak bir anlatı oluştururlar.
Tarihçinin kendi bilgisi, dünya görüşü, kültürü ve hatta içinde yaşadığı dönemin değerleri bu yorumları etkiler. Yani aynı olay, farklı tarihçiler tarafından farklı şekillerde yorumlanır. Örneğin, bir zafer anıtı, yenilen tarafın bakış açısını hiçbir zaman yansıtmaz. Belki de anıtı dikilen kişi, kendi çıkarına uygun bir şekilde gerçeği saptırmış, gücünü suistimal ederek bir halkın haklarını haksızca gasp etmiştir. Oysa tarihin nesnelliğini kaybetmesi ve bu gaspın yenen tarafa ekonomik refah sağlaması, onu bir milletin gözünde kahraman yapabilir. Hatta tarihin bu özelliği o kişiyi bir milleti yücelten sembol haline de getirebilir. Bu tür anıtlar, yenilen tarafın bakış açısını yansıtmazlar; ta ki tarih yeniden yazılıncaya kadar.
Buna en çarpıcı örneklerden biri olarak, İngiltere’de köle ticaretiyle zenginleşmiş Edward Colston’u gösterebiliriz. Yeni çağın bakış açısı, kölecilik döneminin milli kahramanlarına ait heykellerin indirilmesine sebep oluyor. Bir zamanların “kahramanları”nın tarihte ifade ettikleri anlam, değişen toplumsal değerlerle birlikte değişiyor.
Her Keşif Gerçeği Büyütür
Önyargılar gerçeği gizlese de o, bir yerlerde yaşamaya devam eder. Doğası gereği dışarı çıkacak bir kanal aramayı hiçbir zaman bırakmaz. Tıpkı bir buzula sıkışmış bir hücre ya da bir reçinenin çevrelediği DNA’nın günü geldiğinde hayata dönmesi gibi, gerçek de aynı şekilde kendini göstermenin yollarını bulur.
Ancak işin içinde insan olduğu için, açığa çıkan gerçek yine dönemin önyargılarının örtüsü altındadır. Değişen yalnızca eskinin eksik kalmış gerçeğinin biraz daha tamamlanmış halidir. Biz ne kadar kusurları gidersek de, gerçeğin belirsizliği o oranda artar. Gerçeğin bu şekilde genişlemesini zihnimiz kabul etmez ve biz bu belirsizliği yeni inançlar, yeni teoriler ve varsayımlarla kapatırız. Sonuç olarak bugün ulaştığımız “gerçek”, yeni keşiflere gebe bir şekilde zamanda yeniden donar. Örneğin Isaac Newton’ın kütleçekim yasası, Einstein’ın Genel Görelilik Teorisi karşısında çökmüştür. Aynı şekilde evrenin tekilliği karşısında sallanan Einstein’ın kuramı da bir gün yerini başka bir teoriye bırakabilir.
Yeni bilgiler, eski varsayımları sarstıkça yanıtladığımız her soru yerini, daha derin ve zorlayıcı olana bırakıyor. Bu durum bize “tam gerçeğe” ulaşma ümidini veriyor. Buna karşılık teknoloji, gerçeğin ne kadar geniş ve sürekli evrilen bir kavram olduğunu da görmemizi sağlıyor.
Teknoloji ve Tarih Arasındaki İlişki
Teknoloji, tarihçiliğe birçok yeni araç ve yöntem sunarak geçmişi anlama biçimimizi gerçekten dönüştürüyor. Dünyanın dört bir yanındaki arşivlerde saklanan belgeler, fotoğraflar, haritalar ve diğer tarihi materyaller, dijitalleşme sayesinde çok daha geniş bir kitleye ulaşıyor. Bu, daha önce erişilemeyen veya bilinmeyen kaynakların keşfedilmesine olanak tanıyor.
Dünya’nın bir bölgesindeki değişimin zaman akışını dijitalleşme sayesinde izleyebiliyoruz. Google Earth
Dijitalleşme, bizi yerel ve ulusal kütüphanelere bağımlı olmaktan kurtarıyor. Dünyanın her yerinde dijital koleksiyonlara yatırım yapan kütüphaneler, birbirlerine ödünç vererek kaynaklarını kolayca paylaşabiliyorlar. Bu sayede araştırmacılar, daha önce erişilmesi imkansız olan belgelere küresel çapta ulaşabiliyorlar.
Ayrıca teknoloji, el yazması metinlerin yapay zeka destekli transkripsiyonu sayesinde, okuması zor binlerce belgenin içeriğini okunabilir hale dönüştürüyor. Bu durum, araştırmacıların bu kaynaklara erişimini ve analizini kolaylaştırıyor.
Böylece teknoloji, metin madenciliği sayesinde yeni bağlantılar kurarak gerçeğin de büyümesine neden oluyor. Teknoloji sayesinde bulunan evrimdeki ara formların çoğalması, yaşamın kökenine dair bilgilerimizi genişletiyor. Her yeni teknolojik keşif veya veri, bizi gerçeğe bir adım daha yaklaştırdıkça geçmişin katmanlı ve karmaşık doğası daha da belirginleşiyor.
Bugün gelişmiş veri analizi araçları ve doğrulama teknikleri, kaynaklardaki tutarsızlıkları tespit edebiliyorlar. Bunun yanında gelişen teknolojiler, tahrifatları daha hızlı tespit etme potansiyeline de sahip. Örneğin blockchain teknolojisi, dijital kaynakların orijinalliğini ve değiştirilmediğini kanıtlama konusunda oldukça etkili olabilir. Bu sayede, geçmişte elden ele gezen belgelerin manipülasyonu gibi riskler azalabilir.
Tarafsız Olması Beklenen Teknolojiler de Önyargılı
Ancak teknolojinin tüm bu katkıları, tarihin tamamen önyargısız veya tarafsız hale gelmesi için yeterli olmuyor. Teknoloji bize daha fazla veri sunsa da, bu verinin kendisi geçmişin önyargılarını ve perspektifini içeriyor. Bir belgeyi dijitalleştirmek, o belgenin orijinaldeki taraflılığını ortadan kaldırmıyor. Yapay zeka (YZ) algoritmaları da, eğitildikleri verilerdeki önyargıları yansıtıyor ve hatta pekiştirebiliyorlar. Bir YZ modeli, yanlı bir tarih yazımının verileriyle eğitildiğinde, kendisi de yanlı sonuçlar üretebiliyor.
Teknoloji bize verileri sunar, ancak bu verileri anlamlandırmak, yorumlamak ve bir anlatı haline getirmek hâlâ insanın işidir. Bir olayın nedenlerini, sonuçlarını ve karmaşık insan faktörlerini anlamak, yalnızca teknolojiyle çözebileceğimiz bir şey değildir. Sonuç olarak tarihçi, öznel bir sürecin sonunda elde ettiği verileri bir bağlama oturtur ve bir hikaye inşa eder.
Netice itibariyle teknoloji bir araçtır. Bu aracı kimin, nasıl ve hangi amaçlarla kullandığı, tarihi şekillendirmeye devam edecektir. Doğru bir araç, insan gibi karmaşık bir varlığın elinde yanlış sonuçlar verme potansiyeli taşır.
İnançlar: Düşünce ve Davranışlarımızı Belirleyen En Güçlü Motivasyon
İnsanların önyargılarının kökenine inebilsek, inançların payı şüphesiz çok büyük, hatta merkezi bir rol oynardı. Ancak inançlar eğitim, düşünce yapısı ve hatta soyaçekim gibi diğer faktörlerle karmaşık bir etkileşim içindedir. İnsanın bu önyargılarının büyük kısmında kişisel deneyimler, kültürel çevre ve kalıtsal eğilimlerin etkisi de büyüktür.
İnsanlara veya fikirlere karşı geliştirdiğimiz tutumları büyük ölçüde inanç dünyamız şekillendirir. Örneğin belli bir dine sıkı sıkıya bağlı birisinin, kendi inancı dışındaki gruplara karşı bir önyargı geliştirdiğine sıkça şahit oluruz. Bunun tersi, kendisi gibi düşünenlere karşı da güçlü bir güven ve bağlılık geliştirmesidir.
İnsanların zamanla inançlarına eklediği doğaüstü olayları düşündüğümüzde, sadece gerçekleri değil, insanların davranışlarını ve tarihsel motivasyonlarını da açıklamak zorlaşır. Belirli bir olayı mucize olarak gördüğümüzde, o olay koşullardan bağımsız, zaman ve mekânın dışına çıkar. Örneğin, dini anlatılarda Kızıldeniz gibi devasa bir su kütlesinin ikiye ayrılma olayı, Nil Deltası’nda sığ bir göldeki suyun güçlü bir rüzgarla çekilme olasılığını ihtimal dışı bırakır. Hatta mucizenin gücünü şiddetlendirmek için, Firavun’un denizde boğulması gibi detaylar bir mite dönüşebilir. Oysa son derece titiz kayıtlar tutan antik Mısır medeniyetinde boğularak ölen bir firavun olduğuna dair doğrudan bir kanıt yoktur.
Aynı şekilde, İsa’nın su üzerinde yürümesi de, Kızıldeniz efsanesinde olduğu gibi, göl suyunun çekilme ihtimalini dışlar. Sadece bu olay bile ona inananların Hz. İsa’yı tanrılaştırmaları için yeterlidir. Akdeniz’e yakın bölgelerdeki sığ göl alanlarının coğrafi benzerlikleri, aynı coğrafyada ortaya çıkan efsanelerin de benzer olabileceğini açıklayabilir. Peki, bu efsanelerin, bu mucizelerin, gerçeğin kendisiyle olan ilişkisi nasıl değişiyor?
Kitle Büyüdükçe Gerçek Uzaklaşır
Bir peygamber kendisine verilen görevi kabul ederken neler hissetti? O anki psikolojisi nasıldı, yaşadığı şüpheler, umutlar… bunların hiçbirini bilmemize imkan yoktur. Çünkü insanlar, peygamberleri anında kutsal sembollerden yapılmış bir zırhın içine koyar ve inanan sayısı artıkça “gerçek” bir atom kadar küçülür. Gerçekle inanç arasındaki bu ters orantı, mucizelerle çevrili inanç dünyamızı gerçeğe dönüştürürken, geçmişteki olayları kuantum düzeyinde, hissetmekte zorlandığımız bir belirsizliğe sürükler.
Bu durumu yediğimiz besinlere de benzetebiliriz. Gözle görünür katı gıdalar, aslında ihtiyacımız olan enerjiyi çevreleyen posadır. Bize yaşam enerjisini veren, posanın içindeki yağ, glikoz ve karbonhidratlardan oluşan görülmeyen moleküler yapılardır. Bugünkü inanç dünyamızın tohumları da binlerce yıl önce çevresini katı mucizelerin çevrelediği, çoğu zaman göz ardı edilen moleküler ilişkilerdir.
Oysa peygamberlerin hayatları başlı başına birer efsanedir. Katlandıkları acılar ve aldıkları sonuçlar, daha fazlasına ihtiyaç duymaz. Örneğin Hz. Muhammed’in hayatındaki mucizeler, diğer büyük dinlerin kurucularına kıyasla, nitelik olarak farklı ve sayıca daha azdır. Ancak böyle olsa da, İslam Peygamberinin henüz hayattayken kurduğu inanç imparatorluğu ve toplumsal dönüşüm tek başına mucizevidir. Uzun yıllardır dünyaya yön veren en etkili 100 kişi listesinde hâlâ Hz. Muhammed’in ilk sırada yer alması, bu duruma güçlü bir örnektir. Bu durumun sebebi, belki de en büyük mucizesi Kur’an olan ve kitlesel mucizelere daha az vurgu yapan İslamiyet’in daha nesnel görünmesinde yatıyor olabilir. Belki de diğer dinlere göre daha yakın tarihte ortaya çıkması, onu gerçeklere de yakın tutmuştur. İletişimin daha açık olduğu zamanlar, böylesine önemli bir sosyal olayı gerçeğe en yakın şekilde inceleyebilecek malzemeyi bilime vermiş olabilir.
Dinler kendilerini ne kadar gerçeğe yakın görse de peygamberlerin yaşadığı kırılma anları, çevresiyle yaşadığı çatışmalar ve insanları arayışa iten temel motivasyonlar hakkında bilgimiz, bugünkünden hiçbir zaman fazla olmayacak. Onların insan olarak geçirdiği sıradan bir gününü hiçbir zaman kavrayamayacağız.
Mucizeler, Anlam Arayan İnsana Yön Verir
Burada mucizelerin hiçbir faydasının olmadığı gibi bir anlam çıkmasın. Hikayelerin olmadığı bir insan dünyası son derece yavandır. Bu anlamda mucizelerin, eksik yanımızı tamamlayan hayati bir yönü vardır. Mucizeler, yolumuzu şaşırdığımızda dönüp arkamıza baktığımız, çok gerilerde kalmış ve yeniden yönümüzü belirlememizi sağlayan bir deniz feneri görevi görür.
Mucizelerin varlığı, bizim hikayelerle beslenen duygusal varlıklar olmamızdan kaynaklanır. Saf mantık üzerine kurulu bir yapay zekanın ürettiği “gerçek” bize kuru ve itici gelir. Bizler, anlatılan hikayelerden anlam çıkarıp kendi dünyamızı yaratmayı severiz. Zekamızın yetersiz kaldığı yerde merak ettiğimiz şeye hayal gücümüzle ulaşırız. Eğer inançlarımız hayal olmasaydı, bir zamanlar sadece masal olan insan dışı zeki yapay varlıklar, gerçeğe dönüşmezdi.
Aslında Tanrı’ya ulaşma çabası olan bilim ve teknoloji, yarattığımız bu doğaüstü hikayelerden aldığımız ilhamdır. Mucizeler, yaşamın bir türlü bitmek bilmeyen gizemlerini çözme arzumuzun bir yansımasıdır.
Bizi bilmediğimiz zamanlara taşıyan masallar bu yüzden vardır. Hafızamızın ulaşamadığı ama bizi yönlendiren o ortak mirasın kapısını “bir varmış bir yokmuş” diyerek çalarız. Hikayeler, geçmiş ve gelecek arasında köprü görevi görür. Eğer şu ana kadar bu yazıyı okuduysanız, “saf gerçeğe ulaşmanın zorluğu” gibi soyut bir konuyu hikayeleştirebildiğim içindir. Saf gerçeğe hiçbir zaman ulaşamayacak olmamız ama onu durmadan aramamız, insan doğasının bu temel çelişkisinden kaynaklanır.
Son Sözler
Modern tarih bilimi, doğaüstü olaylara yaklaşırken onları rasyonel bir yapıya oturtmaya çalışır. Anlatılan mucizelere makul, doğaüstü olmayan, fiziksel ve sosyal yasalara uygun bir açıklama bulmayı hedefler. Burada tarih, mucizelerin varlığını inkar etmez, sadece onları tarihsel araştırma kapsamının dışında tutar.
Bu bağlamda tarihçiler, mucize anlatılarını olayın kendisi olarak almaz. Aksine dönemin insanlarının inançlarının, dünya görüşlerinin ve anlatı geleneklerinin bir parçası olarak incelerler. Yani, hikayelerin altındaki nedenlere, hangi amaca hizmet ettiğine ve somut sonuçlarına dikkat ederler.
Hayallerimizde yaşattığımız kişileri kusursuz görme eğilimindeyiz. Eğer gerçek halini görebilseydik, insanın kusurlu doğası, hayallerimizdeki varlığı bir anda yerle bir edebilirdi. Bir gülüş, ondan beklediğimizden farklı bir ses tonu ya da bir tavır.. inançlarımızı sarsabilirdi. Bu durum, bir dinin kurucusu için geçerli olduğu gibi, aynı zamanı paylaştığımız insanlar için de geçerlidir. Örneğin, hayatım boyunca hiç görmeyeceğim Al Pacino’yu ben hiçbir zaman ‘Baba’ filmindeki karakterinin dışında düşünemem.
Mucizeler, sınırlı hafızaya sahip insanların geçmişlerini unutmamaları için varlar. Doğamıza uygun böyle bir anlatı modeli, bundan binlerce yıl önce meydana gelmiş olayların hafızamızda canlı kalmasını ve inancımızı diri tutmamızı sağlar.
Ne var ki, ruhumuzu hikayeler besliyor olsa da çelişkili doğamız gerçeği aramayı bırakmıyor. Bu sonsuz arayış, gerçeğin sürekli genişlemesine neden oluyor. Bu yolculukta yapay zekayla geldiğimiz son noktada gerçek, ağacın gövdesindeki yeni bir dal gibi uç veriyor. Bu durum beni çok farklı bir düşünceye götürüyor. Öyle ki, 5000 yıl sonraki bir “hafıza”, o gün ile şimdiki zaman arasındaki yolculukta, hiçbir şeyi unutmadan, her noktasını işleyerek, böyle bir mesafeyi milisaniyeler içinde katettiği bir seyahatte belki de içinde mucizelerin olmadığı bir gerçekliği yazacak.
Açılan bu pencereden bütün geçmiş önümden geçerken geleceği de kavrayabiliyorum. Bence çevremize baktığımızda, bir zamanların karanlığında tercih edilen yanlı bir gerçekliğin içinde yaşadığımızı bilmeliyiz. Milyonlarca yıl önce, bir laboratuvarın ve bilimsel araçların olmadığı zamanlarda kabul edilen bir “gerçeğin” üzerine hayatımızı kurmuş bulunuyoruz. Muhtemel milyonlarca gerçek arasından seçtiğimiz bir tanesi, dallanıp budaklanarak evrende yoluna devam ediyor.
- Felsefeye Giriş……………………….Hilmi Ziya Ülken ↩︎
Not: Yazıyı Zihin Karmaşası podcastinde dinleyebilirsiniz.