Edebiyat Bana Ne Kazandırdı?
Edebiyat, herkesin kendi dünyasında farklı yankılar uyandırsa da, hepimize ortak bir dil, ortak bir düşünme biçimi sunar. Edebiyat, dünyayı farklı perspektiflerden görmemize ve daha derin bir anlayışa sahip olmamıza yardımcı olur.
Her kitap okuyuşumdan sonra beni sarmalayan manevi dünyamın daha da genişlediğini hissediyorum. Hepimizin ihtiyacı olan estetik fikir ve geniş bakış açısını edebiyat okuyarak kazandığımı düşünüyorum.
Edebiyata olan ilgim çocukluk yıllarıma uzanır. Öyle ki kendimi bildim bileli okurum diyebilirim. Kitaplara olan sevgim beni her zaman okuyabileceğimden daha fazla kitap almaya zorlar. Böyle de olsa aldığım kitapları belli bir sürede okuyacak disiplinim vardır çünkü belirli bir zaman sonunda yeni kitaplar alamazsam huzursuzlanmaya başlarım. Herhalde kendimi yenileme konusunda bir saat ayarım var.
Okumaya olan hevesimin altında ilkokul yıllarımdan kalan bir eksiklik yatıyor olabilir. İlkokul 1. sınıfta elması son düşenlerdendim. Bana bakan harfleri birleştirmeye çalışıp onları anlamlı hale getirmeye uğraşırken arkadaşlarımın rahatça okumasına imrenirdim. Belki de okumaya olan ilgim, çocukluk yıllarımda okuyamadığım zamanlardan kalan bir intikam hevesidir.
En sevdiğim şeylerden biri de caddelerde gezerken rastladığım kitapçıları gezmektir. İnternette de en iyi sörfü, kitap sitelerini gezerek yaparım. İnternetin yeni yayılmaya başladığı yüzyılın başında, beni işe götürecek servisi beklerken gazeteyi okumaya başlar, ofise varıncaya kadar tüm köşe yazarlarını neredeyse okurdum. Güne okuyarak başlama o zamanlardan kalan bir alışkanlık, hatta bir mesai niteliğine büründü.
Her şeyi okumayı severim ama eskileri okumayı daha çok severim. Edebiyatın yanında onu zenginleştiren mitoloji, felsefe ve tarih okumak benim için keyiflidir. Ancak bilimin bende başka bir uyanışa sebep olduğunu söylemeliyim. Böyle düşünmemdeki sebep bilimle edebiyat arasındaki ince bağlantıdır. Bilim, kozmosta sonsuzluğun peşinde koşarken, edebiyat kozmosun minyatürü olan insanın iç dünyasını keşfetmesini sağlıyor.
Edebiyat, Bilimi Popülerleştiriyor
Bilim kitapları her zaman ilgimi çekmiştir ama anlayamayacağıma inandığım için almaya çekinmişimdir. Ancak işsiz kaldığım bir dönemde ilk bilim kitabımı almak zorunda kalmamla bu kitaplara olan önyargımı yıkmayı başardım. O zamana kadar sadece edebiyat okumuş biriydim ama o günden bu yana bilime karşı olan ilgim gittikçe arttı.
Benim bugünlerde yazmamı sağlayan belki de bilim kitaplarıdır. İş aradığım zamanlarda kitap için kaynak yaratmak beni zorluyordu. Kitap fiyatlarının yüksek olması ve benim paramın çok sınırlı olması, kitap okumama engel oluyordu. Kitapçılarda rafları karıştırıyor, önsözleri ve kitabın arka kısmında yazılı kısa özeti okuyor sonra da bir umut fiyata bakıyor ancak kitabı tekrar yerine bırakıyordum. Ama okumam lazımdı. Yine böyle bir gün, önyargımdan dolayı uzak durduğum bilim kitaplarının dizili olduğu rafın önüne geldim. Tübitak Yayınları’na ait, Edmund Blair Bolles’un “Galileo’nun Buyruğu” adlı derlemesini elime alıp biraz inceledim, biraz okuyup anlamadım sonra da fiyatına bakıp hemen aldım çünkü diğer kitapların yarı fiyatına satılıyordu. Üstelik benim aldığım ciltsiz baskısı %20 daha ucuzdu. Kitap fiyatlarının 25 TL olduğu o dönemde ben 10 TL’ye kitap alabilmiştim. Üstelik 25 TL’ye satılan kitaplar 250-300 sayfayken bu kitap 540 sayfadan oluşan, dünyanın en büyük bilim insanlarının yazılarını kapsayan bir antolojiydi.
İlk zamanlarda okuduklarımdan bir şey anlamadım çünkü teknik terimler vardı ve ne kadar popüler de olsa bu tür kitaplar temelde bilim hakkında bir birikiminiz olduğunu kabul eder. Ancak bunun bir önemi yoktu çünkü elimde okuyabileceğim bir kitap vardı ve zor da olsa kitabı bitirmeyi başardım. Sonraları farklı yazarların benzer konularda yazdığı kitapları okuyarak kavrayışım arttı. Bilim insanlarının da edebiyata ilgili olmaları, yazdıkları kitapların daha kolay okunmasını ve anlaşılmasını sağlıyor.
Farklı okumalar kişiliğimizi zenginleştiriyor
Bugün aynı konuları anlatıyor olsalar da farklı bilim insanlarının kendi bakış açılarından yazdıkları bilim kitaplarını okumayı çok seviyorum. Mitoloji, felsefe ve tarih okuyarak yazarın nelerden beslendiği hakkında da bir fikrim oluyor. Böylece okuduğum edebiyat kitaplarında sadece yazarın anlatmak istediğini anlamakla kalmıyor, kendimde onu eleştirebilecek yetkinliği de hissediyorum. Okuduğum kitabı daha da zenginleştirerek benim için daha anlamlı hale getirebiliyorum. Bu, farklı okumaların bana kazandırdığı ilk fayda oldu.
Bu anımın bana sunduğu ikinci katkı ise her metni anlayabileceğimdir. Bugün bu merakımın derin okuma yeteneğimi geliştirdiğini düşünüyorum. Metinle daha az kavga ederek tüm metinden bir anlam çıkarabiliyorum. En azından bugüne kadar okuduklarımla arasında bir bağlantı kurabiliyorum. Bilirsiniz, herkes tarzı olduğuna inandığı kitapları okuduğunu söyler ama bu doğru bir yaklaşım değil. Okuduğuna yeni bir anlam katabilmek için farklı okumaları yapmanın da gerekli olduğunu düşünüyorum.
Edebiyat: İçimizdeki Gizeme Yaklaşmak
Düzenli okumalarla farkında olmadığımız bir değişim sürecinin içine gireriz. İnsanın yavaş yavaş zengin olması gibi bir şey bu. Tutkuyla çalışırken çevremizi de dönüştürdüğümüzü önceleri farketmeyiz. İşimize o kadar odaklanırız ki yarattığımız etkiyi hem kendimizde hem de çevremizde sonradan hissederiz. Herkesin aynı şekilde davrandığını düşünürüz ama zamanla bir fark yarattığımızı anlarız.
Edebiyatın bizi dönüştüren bir simya olduğunu söyleyebilirim. Ham bir cevher olarak geldiğimiz bu hayatta edebiyat bizi altına çeviren şeydir. Kozmos, evren, hayat ya da yaşam artık adına ne derseniz deyin, bu şey bütün sonsuzluğuyla olduğu gibi yerinde duruyor. Biz de bu heybetli sonsuzluğun içinde bir zerre parçası bile değilken içimizde onun bir parçasını taşıyoruz. Sonsuz evreni oluşturan enerjiyi içeren toplu iğne başı kadar olan kütle gibi biz de bir zerre parçası olarak kendi evrenimizi yaratacak sıkıştırılmış potansiyeli içimizde taşıyoruz.
Kuantum fiziği standart kuramı, birbirimize alanlarla bağlı olduğumuzu söyler. Biz yakınımızdakine, yakınımızdaki onun yakınındakine, o da kendi yakınında bulunan kişiyle temas halindedir. Bu zincir, beni de temas etmediğim insanlarla bağlantılı hale getiriyor. Edebiyat, bana bunu hissettiriyor. Bir romanda benimkine benzer bir hayatın kurgusunu okuyorum. Okuduğum şiirler, bana yaşayabileceğim yeni duyguların olduğunu söylüyor. Aslında yeni değil, kolektif bilinçte saklı kalan ama çağlar boyunca değişen çevreyle dönüşen ya da anlamını kaybeden duygularımı hatırlatıyor. Dünyanın başka yerinde ve zamanında kuantum dalgalanmalarla bağlı olduğum hayatları edebiyatla hissediyorum. Birimizin yaşadığı aydınlanma, diğerimizin içindeki karanlığı aydınlatan ışığın şalterini kaldırıyor.
Bir Kitap, Dünyamızı Değiştirebilir
Bir şeyin varlığının farkına varmamız için onu görmemiz gerekir. Bunu sadece bir maddeyi görmek anlamında söylemiyorum. Zihnimizde de bir aydınlanma yaşayarak soyut bir şeyi somutlaştırabiliriz. Bir şeyi görünür kılmak için de ışığa ihtiyacımız vardır.
Ne var ki ışığın oluşması için gerekli enerjiyi sağlayamazsak görebileceklerimiz karanlıkta kalmaya devam eder. Elektrik devrelerindeki akımı kesen anahtarı kapattığımızda ışığı nasıl ortaya çıkarıyorsak, kitaplarla da gizli hayatları ortaya çıkarırız. Her kitap bir hayatı anlatır ve biz o kitabı okuyarak onu hayata getiririz.
Bu bağlamda bizim için kitabı okurken değil okuduktan sonra yeni bir hayat başlıyor. Kitap, içimizde bir şeyleri uyandırıyor ve biz yeni bir hayata başlayabiliyoruz. Hayatımızın seyri bir gün içinde farklı bir yöne evrilebiliyor mesela. Kiminin yaşadığı bir acı ya da yolda yürürken aklına gelen bir fikir hayatını değiştirebilirken okunan bir kitap da insanı farklı bir dünyaya taşıyabiliyor. Hayatta yaşamadığımız acıları, roman ve şiirde başkalarının yolculuklarını okuyarak tanıyoruz.
“Bir kitap okudum, hayatım değişti” derken, kitapta yazılan hayatı okuyarak onu biz hayata taşıyoruz. Kitapta canlandırılan karakteri kendimize benzetiyoruz. Aslında hepimiz yazılmakta olan bir edebiyat eserinin birer parçasıyız. Belki de yazar, milyonlarca hayat arasından bizi yazmıştır ve onu okuyarak eksik bir tarafımızı yakalamışızdır. Sonuçta dünya değişmiyor. Biz değiştikçe dünyamız değişiyor. Biz, yaşamın göremediğimiz tarafını gördükçe büyüleniyoruz.
İlhamın Nereden ve Nasıl Geleceği Belli Olmaz.
Benim de hayatımı değiştiren kitaplar var. Bunlar arasında “Karamozov Kardeşler” gibi klasik eserlerin yanında adını hatırlamadığım sıradan kitaplar da var. Çok ünlü bir yazardan alamayacağımız ilhamı çok sıradan birinden de alabiliyoruz. Biraz tuhaf gelecek ama yıllar önce hayatımda çok önemli değişikliğe sebep olan kitabın adını hatırlamıyorum mesela. Kitabın yazarı, iş hayatından biriydi ve kendi deneyimlerinden çıkardığı sonuçları anlatan sıradan bir kişisel gelişim kitabı yazmıştı.
İş hayatına yeni atıldığımız yıllar, aklımızda kariyer hayallerinin olduğu yıllardır. Hiç deneyim yaşamadan oluşturduğumuz prensipler vardır ve tecrübe kazandıkça bu ilkeler değişir. Bizi başarıya götürecek enerjiyi içimizde değil de tecrübeli kişilerin deneyimlerinde ararız. Bu bir yere kadar işe yarar ama bende olduğu gibi kariyer yerine kendimizi keşfedebileceğimiz bir iç yolculuğu da çıkarabilir.
Kitabın beni etkileyen tarafı, yazarla aynı şeyleri yaşıyor olmamdı. Sürekli verimsiz toplantılarla işin gerçeklerinden uzak, müşterilerden kopuk bir iş anlayışını anlatmasıydı. Müşterilerin ve çalışanların beklentilerini hiç dikkate almayan, her şeyi rakamlarla açıklayan, içinde insanın olmadığı ve aynı şeylerin sürekli tekrarından ibaret sonuçsuz toplantılardı. Mutsuzdum ve kitap beni mutsuz eden çevremi dönüştürebilecek ip uçlarını veriyordu. Ben de klasik bakış açısından farklı, insana dokunan ve satış dostlukları kurduğum bir strateji geliştirdim. Sonuç inanılmazdı. İçimde bir devrim yapmıştım. Şirketin hedeflediği adetleri tek başıma gerçekleştirdiğimi hatırlıyorum. Bu bakış açısını hayatımın her alanına taşıdım.
Ancak kitabın, o güne kadar okuduğum klasik eserlerin bende biriktirdiği potansiyeli ortaya çıkaran ateşleyici görevi gördüğünü söylemeliyim. En iyi kişisel gelişim kitaplarının klasik eserler olduğunu düşünüyorum. O günden sonra edebiyata ilgim daha da arttı. İnsanları tanımanın en iyi yolunun edebiyat olduğunu düşünerek beraber çalıştığım arkadaşlarıma her zaman edebi eserler okumalarını tavsiye etmişimdir.
İnsanları Tanımak mı İstiyorsun? Edebiyat Oku
Bu bağlamda zor günlerimizde edebiyatın dayanma gücümüzü arttırdığını düşünüyorum. Kötü günler yaşayabiliyoruz ve kötülükler de olduğu gibi yerinde duruyor. Hayat bizim için bir tahteravalli gibi bir iniyor bir çıkıyor.
Biz kötülükleri yok edemeyiz ama dünyamızı büyüterek bize zararsız hale getirebiliriz. Bir zamanlar aşılmaz görünen engelleri üzerinden çok rahat atlayacak hale dönüştürebiliriz. Buna bir örnek vermek gerekirse yaşadığımız tahammülsüzlükleri gösterebilirim. Karşımızdaki insanın bizden farklı olduğunu kabul edebilsek sorunları daha kolay çözebiliriz. Oysa kendi fikrimizi dayattığımız için içimizde suni bir gerginlik yaratıyoruz. Kendi fikrimizi dayatmamızın kökeninde de insanları tanıyacak yetenekten yoksun oluşumuz yatıyor bence. Oysa bir romanda hayatta karşılaşabileceğimiz karakterleri yazarlar bizim için yaratmıştır. İlişkileri bizim için tanımlamış ve ne düşünebileceklerini farklı bir perspektifle vermiştir.
Kısacası bakış açımız genişledikçe çoğu insanın dert kabul ettiğini biz sorun olarak görmeyiz. Hayatın zor olduğunu ama zannettiğimiz kadar da katı olmadığını, aksine esnek olabileceğini öğreniriz.
Hayatı Esnetmenin Yolu: Edebiyat
Hayatın bu esnek yapısı, ona her yönden ve açıdan bakmamızı sağlıyor. Ancak onu esnetebilecek bir gücümüzün olması lazım. Elimize aldığımız bir yayı germek için nasıl teknik bilgi ve güce ihtiyacımız varsa hayatın bu plastik tarafını görmek için de nemli bir zihne ihtiyacımız var. Üzerine ektiğimiz her düşüncenin dallanıp budaklanacağı açık bir zihin.
Edebiyat, beğeni ve zevkleri değiştirdiği için insanın başına bela olan hırs, kibir ve aşırı gurur gibi duyguları her insanda olması gerektiği seviyeye çekiyor. Bunun tersi olan dayanışma, empati ve alçakgönüllük gibi duyguları daha çok öne çıkarıyor.
Algılarımın da gelişmesinde edebiyatın büyük bir yeri olduğuna inanıyorum. Hayatı algılama biçimim benim geleceğimi şekillendirir. Yaşamın genişliğinden ne kadar yararlanabilirsem seçeneklerim çoğalır ve başıma gelebilecek zorluklardan kurtulma şansım o kadar çok olur. Mesela edebiyatın insanı daha genç gösterdiğine inanıyorum. Zaman, günü rutin yaşayan için hızlı akar. Sabah kalkar, işe gider, gelir, yer ve yatar. İçinde olağanüstü hiçbir şey yaşamaz. Oysa edebiyat zamanı yavaşlatır. Ben, her okumadan sonra dünyaya yeni biri olarak geldiğimi hissediyorum. Bendeki eksik parçalardan birini daha bulduğumu sezinliyorum. Dünya, benim için edebiyatla her zaman taze ve güzel kalıyor.
Geçmiş ve Gelecek Arasında Bir Köprüdür Edebiyat
Bugün Orhan Pamuk’u şahsen tanımak zorunda değiliz. Kitaplarını okuyarak da onunla konuşabiliriz. Marcel Proust artık hayatta olmayabilir ama “Kayıp Zamanın İzinde” bize edebiyatın önemli bir işlevini hatırlatmıyor mu? Uzay-zamanın bir noktasında Marcel Proust hala yaşıyor. Bana göre özel göreliliğin romanını yazarak Einstein’ın kuramını çağın bilim insanlarından daha iyi anlatmıştır.
Seyahat edecek paramız olmasa da kitaplarla her yere gidebiliyoruz. Zamanda yolculuk bile yapabiliyoruz. H.G Wells’in zaman makinesiyle geleceğe yaptığımız yolculukta, bugün insanların yer altına yaptığı yapılarda yaşayanların yukarıda yaşayanlara göre nasıl dönüşüp başka bir tür olduğunu hayal edebiliyoruz mesela. Aynı şekilde yukarıda yaşayanların da eski akrabalarına yem oldukları bir dünyayı yaşayabiliyoruz.
Edebiyat geçmişten bugüne uzanan bir tamamlayıcı gibidir. Biz anı yaşarken geleceğe bir yol açıyoruz ama bugüne hangi yoldan geldiğimizi ve açtığımız yolun nereye gidebileceğini anlamıyoruz. Oysa edebiyatçı, geçmiş ile bugünün bağlı olduğu patikayı bir otobana çevirir. Gizli geçitleri bulur ve ara yollarla birbirine bağlayarak mesafeleri kısaltır. Gelecekteki dünyanın nasıl olabileceğini hayal edebileceğimiz yeni hayaller uyandırır içimizde. Zihnimizin derinlerinde yatan evrensel mirastan bir kesiti alır, onu zenginleştirir ve ortak mirasa armağan eder.
Tolstoy “Savaş ve Barış” ta Rusların Borodino Savaşını, Başkomutan Kutuzov’un alçakgönülü ve sabırlı kişiliği sayesinde kazandığını yazar. Hem Çar’ın hem de askeri bürokrasinin yoğun muhalefetine rağmen Kutuzov’un bilgeliğinin zaferi getirdiğini tespit eder. Çoğu tarihçi bunu atlar ama Kutuzov’un her iki tarafta verdiği mücadeleyi Tolstoy eserinde anlatarak insanlığın ortak mirasını böylece zenginleştirmiştir.
Edebiyat bize doğru soruları sormamızı sağlar ama cevapları vermez çünkü doğru cevap diye bir şey yoktur. Hep bir öncekinin yerini alan yeni bir şey vardır. Geçmişin üzerine kurulan bugün, gelecekte kurulacak yeni yapının eksik halidir.
Edebiyat Bize Yalnız Kalabilmeyi Öğretir
Romanlarda, yaşanmamış hayatları okuruz. Benim zevkle okuduğum romanları yazanların çektiği sıkıntıları düşünürüm hep. Bunu nasıl yazabiliyorlar? Örneğin Anna Karenina kendini trenin altına attığında Tolstoy o anki duyguları nasıl tarif edebildi? Eğer bunları yazabiliyorsa iç dünyasında bunları yaşamış da olmalı.
Dünyanın en büyük yazarları, en büyük eserlerini çektikleri en büyük acılardan sonra yaratmıştır diyebiliriz. Bu insanların yaratıcılığının yüksek olması yalnız kalabilmelerinden kaynaklanıyor galiba. Dış etkilerden kurtuldukça hayal güçleri çok daha etkin çalışıyor.
Bunu kendimize şöyle yansıtabiliriz. Uzun zamandır planladığımız bir yolculuğa çıkmak üzere olduğumuzu düşünelim. Çok iyi planlanmış bir yolculuğa çıkarken bile içimizde bir tedirginlik vardır. Bütün seyahati en ince detaylarına kadar düşünsek bile çevrenin yarattığı belirsizlik bizi yine de temkinli olmaya zorlar. Yola çıkarken yedek bir telefon hattı, seyahat bütçemizin dışında ayrı bir yerde sakladığımız ekstra para ya da kredi kartı gibi tedbirler alırız. Seyahat gibi planlı bir organizasyonda dahi karşımıza çıkabilecek belirsizliklerden korkarken yaşam gibi tedirgin edici genişliği olan bir olgu karşısında güvenli alanımızı terketmek istemeyişimiz gayet doğal. Aslında merak ettiğimiz ama cesaret edip bir türlü adım atamadığımız o yalnızlığa geçemeyişimize de “sakin bir hayatı tercih ediyorum” gibi bir mazeret uydururuz.
Oysa edebiyat, kendimizi keşfedebileceğimiz bu belirsizliğe bizi iter. Akıllara sığmayan bir sonsuzluğa adım attığımızda tüm yaradılışın içinde hiç de önemli olmadığımızı görür ve daha çok öğrenmeye odaklanırız. Öğrendikçe evrenin karşısında daha da küçülürüz. Kozmos bizim için daha büyüdükçe kendimizi hapsettiğimiz çevremizden sıyırırız. Sonuç olarak edebiyat, bizi beslendiğimiz yalnızlığımızla yüz yüze getirecek cesareti kazandırır.
Yalnızlık, çoğumuzun düşündüğü gibi her zaman kötü değildir. Çevreyle etkileşimimiz azaldıkça içimizdeki yaratıcı güç yüzeye yaklaşır ve onun sesini daha çok duymaya başlarız. Dışarıdan gelecek onaylara bağlı bir hayat yaşayarak yıkıcı bir yalnızlığa sürüklenmektense kendimizi keşfetmemizi sağlayan muhteşem bir yalnızlığı yaşayabiliriz. En ihtiyaç duydumuz anda yalnızlığımız bizim için somutlaşır ve bizimle konuşur. Hüzünlü şeyler söyleyebilir ama gerçek bir dosttur. Yazarların da böyle hissettiğini düşünüyorum.
Edebiyat ve hikaye anlatımı
Farklı olduklarından dolayı bize çekici gelen insanların hikayelerini okumak, yaşamın bilmediğimiz taraflarını görmemizi sağlıyor. Biz, sözcüklerden bağımsız olarak hikaye anlatabilen bir varlığız. Nefes almaya başlamamızla hikayemiz de başlar. Yeteneklerimiz, acılarımız, başarılarımız, kısacası bizi biz yapan şeyler bizden bir öykü yaratır. Bu hikaye bizi hiç gitmediğimiz bir yere taşır. Hiç görmediğimiz ve tanımadığımız insanlara bizi anlatır. Paylaştığımız ortak duyguları, bizim yerimize anlatıcı başka insanlara anlatır. Hikayemiz, sosyal hayatta yerimizi belli eden yazılı olmayan bir CV’dir. İnsanlar hikayeler aracılığıyla birinden nefret edebilir, onu sevebilir hatta birbirlerine aşık olabilirler.
Edebiyat insanları hikaye anlatımıyla biraraya getiren çok iyi bir anlatıcıdır. Bunu kelimelerden daha çok eserlerle anlatmak daha doğru bence. Benim en çok beğendiklerimden biri, Cyrano de Bergerac’ın hikayesidir. Edmond Rostand’ın 17. yüz yılda yaşamış şair ve silahşör Savien Cyrano de Bergerac’ın gerçek hayatından esinlenerek yazdığı oyundur.
Oyunda Cyrano, burnunun büyük olmasından dolayı genç ve güzel kuzenine aşkını ilan edemez. Onun yerine Roxane’in da etkilendiği, emrinde yeni yetme yakışıklı bir silahşör olan ama duygularını Cyrano kadar güzel sözlerle ifade edemeyen Christian üzerinden aşkını ilan eder. Roxane, Christian’a değil Cyrano’ya aşıktır çünkü onun bir hikayesi vardır. Cyrano bir şairdir, iyinin ve kötünün birbirine karıştığı bir dünyada aşkı, sadakati, dürüstlüğü ve cesareti şiirle anlatır. Roxane, bu duyguları Christian’ın yakışıklı simasında değil, Cyrano de Bergerac’ın duygu yüklü sözlerinde hisseder.
Edebiyat, ruhumuzu aydınlatır, bize bir değer katar ve hikayemizi zenginleştirir.
Sonuç
Hepimizin mutluluğu aradığı sırlarla dolu bir dünyada yaşıyoruz. Ancak mutlu olmak, biraz da çevremizi saran bu gizemlerin farkına varmamıza bağlı. Bu gizemlerin ayırdına varmamız da bize yaşamı keşfetmemiz için verilen zihnimizi genişletmekle mümkün.
Edebiyat, bana hayatın bütün karmaşıklığı içinde yönümü bulmamı sağlayan ipuçları veriyor. Sayfalar arasında kaybolurken kendimi daha iyi anlıyorum ve dünyayı farklı açılardan görmeyi öğreniyorum. Sıradan bir okuyucudan düşünen, sorgulayan ve empati kurabilen bir bireye dönüşüyorum. Yaşamın genişliği karşısında bir hiç olduğumun farkına varıyorum. Mutluluğun öğrendikçe elde edildiğini ve öğrendikçe hayatıma ve çevreme daha çok değer kattığımı anlıyorum. Okuduğum her kitapta yeni insanlarla tanışıyor, onlarla yeni bir dünya kuruyor ve gelecek için umutlanıyorum.
En önemlisi, insan olmanın yolunun nereden geçtiğini anlıyorum. Edebiyat bana bunları kazandırıyor.