Mastodon

Monolog

Kişisel görüşler, düşünceler ve deneyimler. Her şeyin dönüştüğü bir çağda söyleyecek bir şeyim var.

Kültür

Unutulmayanların Kitabı: Tutunamayanlar



Ben Oğuz Atay’ı ilk kez okuyorum Olric.

Geç kaldınız efendimiz.

Peki onu unuttuğum için bana kızmış mıdır?

Hatırladığınız için size teşekkür ederdi… Tıpkı Selim’in, onu dirilten Turgut’a sessizce teşekkür ettiği gibi.



Bu satırları okurken Atay’ın asla unutulmayacak bir yazar olduğunu anlıyorum. Çünkü bilinç zamanla değişirken, yalnızlık kalıcılığını koruyor. Ancak zaman ve bilincin karmaşık etkileşimini bazı yazarlar o kadar derinlikli ve evrensel bir şekilde yakalıyorlar ki, eserleri insanlık var oldukça yaşamaya devam ediyor. James Joyce’un Ulysses‘i, Marcel Proust’un Yakalanan Zaman‘ı ve şimdi Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar‘ı tam da böyle eserler.

Bu kitaplar kalıcıdır, çünkü bize yalnızca zamanın nesnesi değil, aynı zamanda tutsağı olduğumuzu hatırlatırlar. Hepimiz bir Marcel, Bloom ya da Turgut olarak kendi öznel zamanımızı yaşar, onu paylaşmaya çalışırız. Ne var ki farklı bilinçlerimiz, zamanı farklı algılayışımız, bizi anlaşılmaz yapar. Bu yalnızlık, bazen bir çığlıkla, bazen suskunlukla, bazen de Selim’in yaptığı gibi bir intiharla dışa vurulur.

1970’lerin betonlaşan Türkiye’sinde bir apartman dairesine hapsolmuş Oğuz Atay, bugün yaşasaydı belki de dijital yalnızlığın kıskacında olacaktı. Atay “Tutunamayanlar”ı bugün yazsaydı Selim, bir ghosting kurbanı; Turgut ise onun ekran karşısında donup kalmış avatarını arayan bir karakter olarak karşımıza çıkabilirdi. Ancak zamanın bu psikolojik akışı ve yalnızlığın evrenselliği yine de değişmezdi.

Bilinç değişse de yalnızlık bizim için tarih üstü bir gerçektir. Her şeyin bir zamanı olsa da, yalnızlığın zamanı olmaz. Tutunamayanlar, zamansız yalnızlığa dokunabildiği için hep kalıcı olacaktır. Romanı 2070’lerde okuyan birisi, Selim’in “Beni kimse anlamıyor” çığlığını duyduğunda, kendi yalnızlığını bulacaktır içinde. Bu söz, 2070’lerde yankılandığında, romanı okuyan insanlar 1970’ler ve daha öncesi zamanlarla bir bağ kuracaktır. Çünkü yalnızlık, zamanın ötesinde ortak bir dildir.

Teknoloji ne kadar değişirse değişsin, insan bilincinin kırılganlığı aynı kalacak gibi duruyor. Belki bir gün makineler dünyasında yaşayacağız, ama robotların algoritmalarında yalnızlık diye bir kod olmayacak.

Oğuz Atay: Yalnız ve Romantik

Her roman yazarı başka hayatları anlatsa da kendinden izler taşıyor. Oğuz Atay Tutunamayanlar’ı 1970 yılında yazdığında roman beklenen ilgiyi görmemiş. Hatta 1-2 yıl hiç hatırlanmamış.

Oğuz Atay bu duruma “Ben yaşarken unutulmuş biriyim” diyerek sitemini dile getirir. Belki de bu sitem, Atay’ın Türk aydınına duyduğu öfke ve onun yalnızlığını paylaşamayışının sonucudur. Bundan farklı olarak, unutulmayı kişisel olarak algılamayıp, bir gün kendisi olmadığında romanının yaşayamayacağından duyduğu tedirginlikle de bu sözü söylemiş olabilir. Çünkü gerçek unutulma o zaman yaşanır.

Oğuz Atay, kültürlü bir insan
Oğuz Atay (1934-1977) unutulmaktan korkuyordu. Ancak ölümünün 25. yılında Unesco, “Tutunamayanlar”ı İngilizceye çevrilmesi gereken seçkin edebiyat eserleri listesine aldı. Atay’ı bugün dünya hatırlamaya devam ediyor.

Oğuz Atay, kültürlü ve zeki bir insan. Bunu fotoğraflarından da anlayabiliyoruz. Varlıklı ve kültürlü bir aileden geldiğini söyleyebiliriz. İç dünyasının ve yaşadığı hayatın izlerini yüzündeki ifadeden yakalayabiliyoruz. Atay’ın entelektüel birikimi ve hassasiyeti, biyografik bilgilerinden ve romanındaki derinlikten de anlaşılıyor. “Yayımcının açıklamasında”nda yaşanan olayların günümüze uymadığı sözü, Oğuz Atay’ın aslında o dönem Türkiyesinde çektiği yalnızlığı bize anlatıyor.

Batsın Bu Yüzeysel Hayat

Aslında çoğumuzun yalnızlığı, hayatı körelten, yaratıcılığı öldüren rutin hayattan kaynaklanıyor. Bu, insana atalet veren bir güven sağlarken hayatı da anlamsızlaştırıyor.

Derin gizemler barındıran doğada yaşamı temsil eden karmaşık bir varlığız. Kendi hayatımız gibi başka hayatları da çok yüzeysel tanıyoruz. Alışkanlıklar hayatı kesikli yaşamamıza sebep oluyor. Düşünceler yarım kalıyor, kendimizden uzaklaşıyor ve insan olma vasfımızı yitiriyoruz. Düzen içinde fark yaratan detayları göremiyoruz. Bir canım Selim’i göremiyoruz mesela.

Aslında hayata gelmemizle beraber rutin hayatın kuralları bizi bir çemberin içine alıyor. Bir ezberin tekrarını yaşamayı yaşamak olarak kabul ediyoruz. Alışılmış hayatın oyununu oynuyor, doğarken elimize verilmiş replikleri okuyoruz.

Maddi hayat zihnimizi öyle bir uyuşturuyor ki, çok düşünmek ortak bir hayat yaşamak için durumu karmaşıklaştırıyor. Tüketmek olarak anlamlandırdığımız hayatın dışına çok çıkmadan, eşya dışında başka bir şey düşünmediğimiz ortak bir bilincin içine hapsoluyoruz. Her şeyin kendiliğinden dengeye oturduğu hassas ama eksik bir denge kuruluyor. Turgut, hayatındaki eksik kalan tarafın büyüklüğünü Selim’i keşfettikçe görüyor. Onun “Bat dünya bat”ı, anlamını bu eksik hayatın içinde buluyor.

Tutunamayanlar: Bir Bilinç Akışı

Tutunamayanlar, James Joyce’un Ulysses‘indeki bilinç akışını hatırlattı bana. Romanda, bireysel bilinçlerin iç içe geçtiği, birbirine benzer duygu ve düşüncelerin yansımalarını izliyoruz.

İnsan doğası gereği farkedilmek, değer görmek ve gelecekte de hatırlanmak ister. Gelecekte de kendinden bahsedilmesi için çalışır. Bunu başaramayıp hayatına son veren insanlar dahi, tıpkı romanda Selim’in yaptığı gibi, intiharlarının kendilerini hatırlatacak bir olay olmasını isterler.

İnsan için en büyük acı, kendini ifade edememektir. Çevresine duyduğu yabancılık, bunu daha da zorlaştırır. Selim, daha küçük bir çocukken kendini böyle yarattığı için Allah’a yakarır. Sanki onun yarattığı dünyaya “Bat Dünya Bat” isyanını haykırır.

Bu sitemler ve söylenmeler, yetişkin mantığından uzak, saf ve doğrudan bir çocuk bilincinin Tanrı’ya olan naif beklentilerini ve hayal kırıklıklarını gösterir. Tanrı’dan detaylara biraz daha dikkat etmesini rica eder Selim. Mesela İsa’yı neden daha önce tanıtmadığı için ona sitem eder. Yalnızlığının verdiği çaresizlikle can sıkıcı ilişkiler kurmasına sebep olduğu, geçirdiği her dakikanın hesabını sorduğu ve korkularını göğsünden çekip almadığı için Allah’a söylenir.

Oğuz Atay Tutunamayanlar‘da, çocuksu hayalleriyle özlem duyduğu dünyayı mizahi bir dille anlatır. Selim’in ağzından, Allah’a yarattığı dünyada bir hata olduğunu bildirir. “Bat Dünya Bat”, Atay’ın Turgut karakterinde cisimleşen isyanını vurgulayan ama mutlu bir dünyaya olan inancının da haykırışıdır.

Romanlar: Aynı Dünyaya Farklı Gözlerle Bakmak

Romanlar, karakterler aracılığıyla hayatla bir bağ kurmamızı sağlar. Kendimizi roman karakterleriyle dışarıdan seyredebiliriz. Ben de Tutunamayanlar’da Selim kadar saf, Turgut gibi bıçkın, Esat gibi bilge ve Metin kadar sinsi olduğum anları hafızamda yakalıyorum. Ancak geçmişte takındığım sinsi ya da saf tavrı bugün göstermeyebilirim çünkü zamanın genişlemesi bilincimi de değiştiriyor. Yazarın bakış açısı kendimi sorgulamamı sağlıyor ve ben eski benliğimden çıkıyorum. Bu sebeple her roman okuyuşumdan sonra farklı biri olduğumu hissediyorum.

Bu birazda yazarın yeteneğiyle alakalı bir durum. Oğuz Atay’ın yaptığı gibi söyleyeceklerini farklı söylediğinde olayların aslında hiç de düşündüğüm gibi gerçekleşmediğinin farkına varıyorum. Mesela romanı okuduktan sonra benim de hayata Selim gibi kitaplar üzerinden tutunan biri olma ihtimalim yüksek görünüyor.

Bu bağlamda farklı bir insan olmam sebebiyle olaylara Oğuz Atay’ın anlattığından farklı bir yorum getirebilirim. Onun aklından geçenlerin dışında şeyler üreterek romanı zenginleştirebilirim. Aslında bir sanat eserinin görevi de bu değil midir? Dipsiz bir kuyu olan insan ruhunu keşfetmek için onu kışkırtmak ve aklındakini dışarı çıkarmasını sağlamak değil midir amacı? Romanlar, aynı dünyaya farklı pencerelerden bakmamızı sağlar.

“Tutunamayanlar”da da Selim’in Turgut’u kışkırtması, doğanın bu gizli amacını gösterir. Selim, anılarında Turgut’a seslenerek hapsolduğu hayattan onu çağırır. Arkadaşını çok iyi tanıdığını düşünen Turgut aslında ona ne kadar yabancı olduğunu görünce çok şaşırır. Selim’in tanıtmadığı arkadaşlarıyla konuştukça onu daha iyi anlar. Bu kadar kör olduğu için kendine kızar. Canım Selim’e bu kadar duyarsız kaldığı için pişmanlık duyar.

Her İlişkiye Uygun Farklı Benliklerimiz Var

Yakınlarımızı çok iyi tanıdığımızı düşünürüz ama bu doğru değil. Çocuklarımızı, eşimizi ve dostlarımızı tanıdığımızı zannetsek de hepimizin içinde kimsenin ulaşamayacağı gizli bir tarafımız var. İlişkilerimizde karşımızdakinden aldığımız sinyallere göre farklı benlikler sergileriz. Selim’in naif duyarlılığını ya da Burhan’ın iki yüzlü maskesini takmamız gibi..

Ne var ki bu karşılıklı performans sırasında, bilinçdışı izler bırakırız. Turgut da Selim’in tanıştırmadığı arkadaşlarına bıraktığı bu izleri takip ederek onun iç dünyasına ulaşır. Ancak bu keşif, beklediğinden daha derin bir kimlik bunalımını tetikler.

Sürekli birlikte olduğumuz insanların değiştiğini gözlemleyemememiz normal. Ancak yıllar sonra karşılaştığımız bir dostta veya ikinci kez okuduğumuz bir romanda yeni şeyler keşfetmemiz, aslında hem onların hem de bizim dönüşmüş olduğumuzun kanıtıdır. Her yeni deneyim, bizi bir önceki versiyonumuzdan farklı yapar.

Sürekli değiştiğimiz böyle bir dünyada hep bir belirsizliğin güzelliği içinde yaşıyoruz aslında. Bu belirsizlik, bize yaşayarak kendimizi keşfetmemizi sağlıyor. Oğuz Atay, Turgut’un yeni farkına varmaya başladığı bu durumu, Esat ve Aysel’le gazinoya gittiği bölümünde şöyle anlatıyor:

“Birbirinden habersiz yaşantılar içinde olmak ne güzeldi. Daha önce bilinmeyen bir kapıyı çalmak, yeni bir sesi dinlemek, yeni yüzler görmek..

Daha bilmediği ne odalar ne insanlar vardı kim bilir o evde? Yeni imkanların heyecanı vardı. Bildiği sokaklardan yeni insanlarla birlikte geçiyordu. Ne güzeldi her zaman gidilen bir lokantanın tanıdık garsonlarını yabancı bir sesle, yeni dostların yabancılaştırdığı bir sesle çağırmak..

Kendini yenilemek..

Elbisenin üstüne sinmiş olan eski kokulardan, bakışlardan, seslerden, ilgilerden temizlenmek..

Yeni yüzleri, yeni adlarla çağırmak..

Yıpranmış ümitlerden taze ümitsizliklere kesiksiz bir geçiş..

Esat’la Aysel’i tam o anda tanımış olsaydı! Bir gün önce tanımak, bir günün getirdiği düşünceler, duygular; bu kadarı bile fazlaydı.”

Zamanın doğası ancak bu kadar güzel anlatılabilir.

Doğru Değil, İlginç Olanın Düzeni

Oysa Selim, İsa gibi dünyaya değişimden muaf geldiğine inanıyor. Ancak hayata Hz. İsa gibi mutlak mutluluğun farkında olarak gelse de onun kadar güçlü olamıyor. Kendini böyle bir hayata o kadar yabancı buluyor ki, kendi başarısızlığına kimseyi ortak etmek istemiyor. Aşık olduğu kadına bile zarar vermemek için ondan uzak durmaya çalışıyor. Öyle ki, Günseli’ye en büyük kötülüğü onu görmeye çalışarak yaptığını düşünüyor.

Onlara benzeyebildiği sürece başarılı sayıldığı düzende bir benlik kaybı yaşıyor. Selim bu duruma çok dirense de net bir tavır geliştiremiyor. Hayır demeyi öğrenemediğinden hayat onu sıradanlığın içine çekiyor.

Selim’in trajedisi, doğru olanın değil ilginç olanın fark edildiği bir düzende yaşamak zorunda olmasıdır. Selim için böyle bir hayatı kabul edenlerle konuşmak duvarla konuşmak gibidir.

Selim’in durumunda olan yüzbinlerce insan hayattan bu şekilde daha da uzaklaşıyor. Hayata uyum gösteremeyen insan, eve gitmek için söylenen çocuk gibi geldiği yere dönmek istiyor.

Gerçek, Zıtların Ahenginde Yatar

Bir görev olarak geldiğimiz bu hayat eğer yaşamayı keşfedersek güzel. Bunu da zıtlıkları kıyaslayarak yapabiliriz. Herkes, baktığı dünyaya başka açıdan bakan bir ikizini arar. Mevlana ve Şems-‘i Tebrîzî veya Karagöz’le Hacivat gibi.. Selim de Turgut’la böyle bir ikili oluşturuyor.

Turgut, Selim’in aksine dışa dönük ve cesur biri. Onun özlem duyduklarını yaşamış. Sokaklarda büyümüş, bıçkın diyebileceğimiz bir karakter. Hayat tecrübesini öğütlerle değil, yaşayarak kazanmış. Selim gibi adam olacak çocuk olmamış mesela. İlk sokağa çıktığı zamanlarda top oynayan çocukların arasına teklifsizce giderek ilk dayağını yemiş. Çocuğu şikayet etmek için annesine koştuğunda, hayatın en önemli ikinci dersini aldığı dayağı yemiş. Asla şikayet etme..

Bu anlamda her ikisi birbirinin eksik tarafını tamamlıyor. Selim, Turgut’u yaşadığı zamanın dışına taşımayı başarıyor. Bir resmin farklı açılardan incelendiğinde farklı anlamlar kazanması gibi, Turgut da Selim’in gözüyle kendi geçmişine ve bugününe farklı bir mesafeden bakabiliyor.

Bu sebeple hayatımız bize ait görünse de aslında başkasının izlerini taşır. Çünkü hayat her etkileşimde yeni bir şekil alan esnek bir yapıdır. Bizim için sıfır noktasında günahsız başlasa da bedeller ödeyeceğimiz bir hayata geliriz.

Selim, Tutunamayanlar İçin Yeniden Döndüğünde Kendi Krallığını Kuracak

Selim’in İsa’ya olan hayranlığı da kendisi gibi bedeller ödemesinden ileri geliyor. İsa, ilk günahının kefaretini ödeyerek insanlığı kurtardı ve zamanı resetledi. İnsanlığı, bir sonraki gelişine kadar öğretisini yayma görevini verdiği havarilerine emanet etti. Böylece Gökyüzü Krallığı’nın zamanını bekleyen insanlar arasında hiç unutulmadı.

İsa’nın doğumundan 1936 yıl sonra Selim de “Tutunamayanlar” için dünyaya gelir. Selim’in yeniden dirilmesi, Turgut’un onu anlama çabasına bağlıdır. Turgut’un zihninde doğduğunda artık o da İsa gibi unutulmayacaktır.

İşin doğrusu hem İsa hem de Selim, kitlelerinin zihninde uyandığında yeniden dönmüş olacaklardır. Bu da onların yolundan gidenlerin çabalarına bağlıdır. Peygamberler de sonuçta insandır ve eksik taraflarını diğer insanlarla kapatır.

İsa, insanın ilk günahı için nasıl kendini feda ettiyse, Selim’de tutunamayanlar için kendini feda eder. Selim’de İsa gibi kötülüklere direnmeye çalışır. Ancak onun üstlendiği günahlar uyumsuzluk, anlaşılamama ve yalnızlıktır.

İsa’nın öğretmen rolü, Selim’i etkilemiş olabilir. Selim’de İsa gibi insanların doğasına uygun olmayan bu hayattan kurtulmaları için çalışır. İnsanlara dokunmak ve gerçeğin farkına varmaları için kendinden çok şey verir ama kendini anlayabilecek birisine askerlik yıllarına kadar rastlayamaz. Askerlik görevini yaptığı Ankara’da Süleyman Kargı’yla tanışır ve tutunamayanların kutsal metni “Şarkılar”ı yazarlar.

Ne var ki İsa’nın havarileri tarafından ihanete uğraması gibi, Selim de arkadaşlarının yüzeyselliği nedeniyle hayal kırıklığına uğrar.

Selimin Trajedisi

Selim’in İsa’ya ilgisi, daha çok küçük yaşlarda, düşüncelerinin henüz oturmadığı çocukluk evresinde başlar. Sevdiği Hıristiyan çingenelere mahalle çocuklarının kötü davranması onu etkiler. İstavroz çıkaran çingeneleri taklit eden çocukların alayları onu İsa’ya yaklaştırır. Zavallı İsa’yı ve Petrus’u anarak bu hareketin anlamını sorgular.

Ne var ki İsa kadar imanlı olamaz Selim. Ondan farklı olarak hayatın pratiklerinden yoksundur çünkü. Mesela İsa ihaneti görmüş, dayak yemiş ve otoriteye başkaldırmıştır. Hırsızlar ve fahişelerle gezmiş, yormuş ve yorulmuştur. Peygamber de olsa neticede İsa bir insandır. Pratik bir hayatın içinde zorluklarla yaşayan biridir.

Oysa Selim için bütün olaylar kendinden uzakta olmuştur. Büyük adam olacağı söylenerek oyunun dışında tutulan, bir romanın önsözünden öteye gidemeyen ve korkuları yüzünden kendini hayatta bir türlü özne yapamayan biridir Selim. Ancak çevresi onu yücelttikçe o daha çok zehirlenir. Yanlışlarla ilerlemesi gereken hayatta hata yapmasına izin vermezler.

Halbuki onun da insanlara verebilecek bir şeyleri vardır ama onu reddederler. Selim’i bir fanusun içinde yalnızlığıyla baş başa bırakırlar. Kendi anlam dünyası dışarıya o kadar yabancıdır ki, herkesin konuştuğu kelimelerle bunu izah edebilmesi imkansızdır.

Yeterince acımasız bir dünyada bazen insanlar hayatı kitaplardan tanıyabiliyor. Eğer bir toplumsallaşma sorunu yaşıyorsa başka da bir şansı kalmıyor. Selim’de Tutunamayanlar‘da başaramadığı hayata kitaplarla tutunmaya çalışıyor.

Ancak herkes Selim gibi Kafka’yı ve Don Kişot’u okusaydı belki anlaşırlardı. Çünkü Selim, deneyimleyerek öğrenemediği hayatı kitaplardan öğrenmeye çalışıyordu.

Kaybolmuş Canım Selim

Selim’in yaşadıklarını İsa’yla özdeşleştirmesini, farkedilmek için iç dünyasında aradığı geçerli bir sebep olarak görebiliriz. İnsanların kendini kabul etmesi için iyiliği yaymayı bir görev olarak üstlenmiş olabilir. Çocuk aklıyla kurduğu bu fantezi, büyüdükçe içinde gizli tuttuğu bir dünya görüşüne dönüşür.

İnsanların yalan söylemesi için bir gerekçe görmediğinden onlara inanmakta güçlük çekmez. İnsanlara inanmadan, onlarla birlikte olmanın mümkün olmadığına inanır. Mitolojide insanlığın ilk dönemlerinden utanç devrinde yaşamış biri gibi, insanlığın saf cevheridir Selim. Doğduğu gibi günahsız devam edebilen biridir.

Ancak bir çembere girerek kendini bu bakış açısına hapsettiğini sonradan farkeder. Geri dönmek istese de bir tutunan gibi olamaz. O artık bir tutunamayandır. Hayata hep kendini hapsettiği bu demirparmaklıkların arkasından bakar. Altından kalkamayacağı bir yükün altına girerek onun altında kalır ve işin başında ezilip kaybolur.

Selim, insanlara yardımcı olmak için ruhundan vermek istedikçe insanlar onu dışlar. İnsan her zaman kendisi gibi olamazki.. Başkaları gibi de olmaya ihtiyaçları vardır.. Bu akılla izah edilen bir durum değildir.

Akıl: En Aptal Tarafımız

Akıl olarak gördüğümüz şey aslında toplumun etkisiyle oluşturulan kalıplar. Aklın çevresinde oluşturduğumuz kurallar, hayatı karşılama biçimimizi de o şekilde belirliyor. Oysa saklı gerçek bu kalıpların çok altlarında kalıyor. Akıl belki de bu düzene “Bat Dünya bat” diye isyan etmemize sebep olan en aptal tarafımızdır.

Selim hastalandığında gittiği doktorlar bile kurulu düzenin ağzıyla konuşur. Bir mantık ve akıl.. Hep madde..

Oysa biraz aşk ve hüzün gibi aptallıkları da arıyor insan. Bir hastalığın panzehiri damarına şırınga edilmezse insan sağlığına nasıl kavuşabilir? Çevre akılla dolu olunca insan nasıl iyileşebilir?

Ne var ki Selim’e her şeyin yaşanırken öğrenileceğini değil, öğrenilerek yaşanacağını öğretirler. Kısacası yaşamayı öğretmezler çünkü insanlar buna izin vermez. Sonunda eli tabancalı insan içinde görünmeye başlar. Ancak Selim, hayatına son verse de bu durum başarmasına engel olmaz. Bu görevi başarmasının önündeki engeller Turgut için geçerli değildir çünkü. Turgut onun için bir Aziz Petrus gibidir ve tutunamayanlar için o da bir aziz olabilir. Selim’de İsa’nın havarilerine yaptığı gibi Turgut’a dokunarak onu tutunamayanlara rehber yapar.

İnsanlar ölüp yeniden doğmaya yakınları ile başlıyor. Bizi üzen her ölüm ya da olay, üzerimize bir tarafını yükleyerek bizi yeni biri yapıyor. Anılar o insanı bizde yaşatmaya devam ediyorlar. Her şey unutulur gibi görünse de karakterimizde, sözlerimizde ve davranışlarımızda yaşıyorlar. Belki azalıyoruz ama hayatı da böylece zenginleştiriyoruz.

Yalnızlık: Deliliğe Övgü

Selimin psikolojik yıkımı, çevresinde hiç insan olmamasından dolayı değil. Aksine insanlara düşüncelerini açıklamakta çektiği sıkıntı. Kendini ifade edemedikçe kendini soyutlaması ve sonucunda içine düştüğü kötü yalnızlık.

Aslında bütün mesele belki de kimseye bir açıklama yapmadan gerçekten biraz yalnız kalabilmekte. Bazen kelimeler biriktikçe içinden çıkılmaz bir hâl alabiliyor. Oysa düşünceleri hiç kelimelere dökmeden aracısız bir şekilde kendimizle konuşabiliriz. Okuduğumuz her kelimenin içimizde uyandırdığı duyguyu sadece kendimize açıklayarak dengemizi yakalayabiliriz. Kutsal kitaplar da öyle değil midir? Tüm evrenin gizemini kaç sayfaya sığdırabiliriz? İmanımızın Allah’la aramızda saklı kalmasının sebebi, düşüncelerimizi aracısız okuyabilmesi değil midir?

Şarkılar da bu yüzden dağınıktır. Dağınık olan bu anlamları her insan kendi katkısıyla toplayabilir. Sonuçta her kelimenin içinde ayrı bir gizli hikaye, bir insan gibi ayrı bir macera olabilir. İnsan kendiyle yalnız kaldığında düşüncelerini sınayabilir, onları ayıklayabilir.

Ne yapmalı?

Selim, bu yoz hayatı kendinden uzak tutacak çareleri düşünmemiş değil.. İşe önce insanın hayatını değiştiren şu soruyu sorarak başlar. Ne yapmalı?

Bu sorunun insanı kendini tanımaya götürdüğünü görür. Madem mutluluk toplumu dönüştürmekten geçiyor, o zaman değişimin en küçük atomundan başlaması gerektiğini kavrar. Çünkü bizi soyutlayan toplumun zihniyeti de, başlangıçta bir kişinin diğerine baskın gelmesiyle başlar. Bu sebeple insan önce kendini tanımalıdır. Bu, bizi başkasına benzemeye çalışmaktan alıkoyarak hayatımızı kazanmamızı sağlar.

Sonrasında kendimizi tanımanın kendimizi eleştirmekten geçtiğini farkeder. Böylece geri beslemeyle kontrol ettikçe dışarıdan yapılan değiştirici etkilere karşı daha uyanık oluruz.

Bu aydınlanma, bizi belirsiz gelecek karşısında proaktif olmaya götürür. Tehlikeleri beklemek yerine risklere karşı ön alarak hayat karşısında etken hale geliriz.

Ancak bu süreci de herkese anlatmaya çalışmak, Selim’e beklediği sonuçları vermez. Kendini herkese ifade etme çabası daha da boğulmasına sebep olur.

Sonuç

Selim, var olan düzende bir çıkıntıydı. Vücutta saat gibi işleyen düzenin akışını bozan bir hücreydi. Bu, sonu ölüm olan hastalığı başlatsa da aslında yaşam savaşında bünyede mutasyon üreten bir gendi. Selim’in naifliği de toplumu dönüştüren bir başkaldırıydı.

Selim’in trajik hayatı her gün binlerce kişi tarafından yaşanmaya devam ediyor… Belki de Turgut’un yaptığı gibi Selim’i anlamak, içimizdeki ötekinin farkına varmak için ilk adımdır.



Bitti mi Olric?

Hayır efendimiz. Şimdi başlıyoruz.

Nasıl yani?

Çünkü siz okuduğunuz her kitapta yeniden doğarsınız. Ve şu an Tutunamayanlar sizin için yazılıyor.



Not: Yazıyı Zihin Karmaşası’ndan dinleyebilirsiniz.

Hakan Tanar

Hakan Tanar, 1971 yılında Adana’da doğdu. Evli ve 2 çocuk babası. 30 yıl satış ve pazarlama sektöründe çalıştı. Satış temsilciliğinden üst düzey yöneticiliğe kadar farklı kademelerde görev yaptı. Kendi işini kurarak perakende sektöründe 8 yıl faaliyette bulundu. Edindiği en büyük tecrübe öğrenmenin hayat boyu sürdüğüdür. Yazmaya olan isteği ve öğrenmeye duyduğu merakı kendisinde kişisel blog kurma fikrini geliştirdi. Bilim, edebiyat, tarih ve felsefeye ilgi duyuyor. Bugün ilgi duyduğu konular hakkında bildiklerini ve öğrendiklerini Monolog’da paylaşıyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir