Mastodon

İsrail’in Kadim Stratejisi, Kral Davut’un Sapanı, Barışı da Getirir mi?



Hayat, hepimiz için sevinçler, hüzünler, kayıplar ve mücadelelerden oluşan bir döngü içinde yaşanır. Bu kısa ömrün içinde edindiğimiz her tecrübe, kişisel bilincimizi şekillendirir. Ancak bu, tek başına bize ait bir bilinç değildir. Yaşadığımız coğrafyanın ve atalarımızın bize bıraktığı ortak hafızanın bir devamıdır. Yarattığımız öznel bilinç, mensubu olduğumuz milletin ortak ruhunu ve tarihini zenginleştiren bireysel bir katkıdır. Bizler, farkında olsak da olmasak da geleceğimize, atalarımızdan izler taşıdığımız geçmişimizin gölgesinde yürürüz.

Bu kader yolculuğunda bireyler gibi milletler de benzer zorluklarla karşılaşır. Hayatlarında karşılaştıkları bu zorluklar, tıpkı kişisel deneyimlerimiz gibi, ortak tarihlerinde yaşananların genel bir tekrarı niteliğindedir. Tarihinde benzer sorunlara bulduğu çözümler, aynı acıları, hüzünleri ve sevinçleri paylaşmalarına neden olur. Tıpkı her toprağın belli ürünleri vermesi gibi, belirli coğrafyalarda kök salan inançların ürettiği değerler de, gelecekte bizi nelerin beklediğini öngörmemizi sağlar.

Bu coğrafyalardan çıkan inançlar Dünya’nın düşünce ve inanç yapısını şekillendirmiştir. Örneğin Çin, İran, Mısır ya da Anadolu’da ortaya çıkan medeniyetler Dünya hafızasının büyük bölümünü yansıtır. Bunlar arasında Musevilik, kökleri Müslümanlık ve Hıristiyanlıktan daha eskiye dayanan, neredeyse yazılı tarihle başlayan bir geçmişe sahiptir.

Ancak Museviliği diğerlerinden ayıran temel bir fark vardır. Bu inanç, Ahiret ya da Göksel Krallık gibi manevi bir dünyadan ziyade kendisine vadedilen toprakları kazanmanın peşindedir. Yahudiliğin tarihi, kendisini bu coğrafyaya bağlayan varoluşsal hedefin etrafında yazılmıştır.

Musevilik: Bir Milletin Hikayesi

Bu bağlamda Musevilik, bireysel bir inanç sistemi kadar kolektif bir kimlik ve bir milletin hikayesidir. Belki tarihte Yahudiler kadar baskıya uğrayan bir toplum yoktur. Yaşadıkları zulümler, varlıklarını ve kimliklerini koruma konusunda onlara olağanüstü bir direnç ve dayanışma duygusu kazandırmıştır.

Vadedilmiş Topraklar’a dönme ve egemen bir Yahudi devleti kurma fikri (Siyonizm), Musa’nın onları Mısır’dan çıkarmasıyla başlar. Binlerce yıldır süregelen bu umut, dağılmış cemaatleri bir arada tutan en güçlü motivasyondur. Bu ülkü, Yahudi toplumunu gerçekten de her zaman uyanık ve hedefli tutmuştur.

Böyle bir kolektif bilincin şekillendirdiği Davut ve Golyat gibi hikayeler, bir efsane olmanın ötesinde, mensubu olduğu halkın geleceğine ışık tutan birer kılavuzdur. Onlar, zayıf insan hafızası unutmasın diye mitlere dönüşen ve ondan dersler alınan ortak mirastır. Hatta öyle ki, Davut ve Golyat efsanesi, hem bireysel gelişime hem de tüm insanlığın zorluklar karşısında strateji geliştirmesine yardımcı olan evrensel bir derstir.

Davut’un Sapanı: Zeka, Strateji ve İnancın Gücü

Davut, İsrail Halkı’nın tarihteki en büyük kralıdır. Sadece Musevilikte değil, Hıristiyanlık ve Müslümanlık da Davut ve Golyat efsanesinden bahseder. Eski Ahit’e göre, Filist ve İbrani orduları Ela Vadisi’nde karşı karşıya geldiğinde zayıf ve çelimsiz Davut, devasa yapılı, son teknoloji silahlara sahip Golyat’ı tek bir sapan darbesiyle yere serer. Davut, yakın dövüşe girmeden, beklenmeyeni deneyerek ve tahmin edilmeyeni uygulayarak imkansızı başarır. Davut’un verdiği ilham, İsrail’lilerin kendilerinden daha güçlü Filist ordusunu yenmesini sağlar.

Efsanede Davut’un küçük ama etkin gösterilmesi, Yahudilerin vadedilen topraklara ulaşana kadar dağınık, küçük ve etkin cemaatler halinde yaşamasını simgeler. Bayrağında Davut Yıldızı’nı taşıyan İsrail, Davut’un cisimleşmiş bir hali gibidir.

Davut, Golyat’ı deviren sapanı, hayatının her anında bir kaldıraç gibi kullanır. Kral Saul gibi bir heybete sahip olmayan Davut, cesaretini ve çevikliğini bir sapan gibi kullanır. O, gözle görülmeyen atomlar arasındaki açıklık gibi, şiddetle aşılamaz görünen yapıların da açık bir tarafı olduğunu zekasıyla kavrar. Küçük farkları görme ve bunlardan faydalanma üzerine kurulu bu öğreti, bugün yalnızca Yahudilerin değil, tüm dünyanın strateji belirlerken dikkate aldığı eşsiz dersler içerir.

Kral Davut’tan Günümüz İsrail’ine Rehberlik

İsrail’in bugünkü politikaları ve savaş stratejilerinin izlerini Kral Davut’un hikayelerinde takip edebiliyoruz. Örneğin Kral Saul’dan kaçamayacağını anladığında düşmanı olan Gat kralı Akiş’le yaptığı işbirliği, günümüz stratejilerinin inceliğini yansıtır. Onun güvenini elde etmek ve uzun vadeli planlarını gizlemek adına İsrail’e akınlar düzenleyebilmiştir. Hatta düzenlediği akınlarda soydaşlarının planları hakkında Filistlilere yorum yapmaması için kimseyi esir almadığını Tevrat yazar. Bu, şüphesiz büyük bir stratejinin taktiksel adımlarıdır. Sonuçta kısa vadede İsrail Halkı ondan nefret etse de planı başarılı olmuş ve krallığı kazanabilmiştir. Böylelikle zamanında işbirliği yaptığı düşmanlarını alt edecek güce ulaşmayı da başarmıştır. Kendi halkının tepkisini çekse de yaptıkları inancıyla tutarlıdır.

Adil olmanın erdemini ve sonuçlarını, yine Eski Ahit’in 1. Samuel bölümünde, Davut’un Ameleklilerle yaptığı savaştan öğrenebiliyoruz. Davut, Ameleklilerin peşinden gittiğinde eşyaları beklemek için akına katılmayan 200 kişiye ganimetten eşit pay verir. Buna karşı çıkanlara söylediği “Savaşa gidenle eşyanın yanında kalanın payı aynıdır” sözü İsrail için bir ilke haline gelir. Davut, adil olmanın karşılığını, kendisine inanmayanların sadakatini kazanarak alır ve lider olarak konumunu güçlendirir.

Saul’un soyuyla giriştiği iktidar mücadelesinde de akılcı bir siyaset yürütür. Öyle ki, rakipleri öldüğünde dahi taraftarlarının onun haklı olduğuna inanmalarını sağlar. Davut, İsrail’in birliğini sağlayan kraldır.

Davut, bir peygamber de olsa günahları olan bir insandır. Uriya’nın ölümüne sebep olup karısı Bat-Şeva’yı kendine eş olarak alması gibi büyük günahlar işler. Bunun sonucunda Tanrı Davut’u cezalandırsa da o, Tanrı’dan umudunu hiçbir zaman kesmez. İmanının hiç sarsılmaması, onu peygamber yapan en önemli özelliklerdendir.

Oğlu Avşalom’un ayaklanmasını bastırarak birliği yeniden sağlaması, defalarca düşüp yeniden ayağa kalkabilmesi, dünyaya farklı bakabilmesindeki esneklikte yatar. Avşalom’un yanına soktuğu casus Arklı Huşay’ın rolü, bugün İsrail’in İran karşısında uyguladığı istihbarat oyunlarını hatırlatır. Savaşın başında İran’ın tüm komuta kademesini öldürmesi, elindeki sapanı kullanmayı nasıl içselleştirdiğinin en iyi kanıtıdır.

İnancın Merkezindeki Dünya: Yahudi Kimliği ve Coğrafya

Şu ana kadar kaba hatlarıyla anlattığımız bir hafızaya sahip İsrail’in dış ve güvenlik politikalarını sadece güncel jeopolitik dengelerle açıklamak yetersiz kalır. İsrail, özünde inançlarıyla yaşayan bir din toplumudur. Bir Musevi bebeği dünyaya geldiğinde, Tanrı’ya olan borcu diğer dinlerdekinden farklıdır. Bu borç sadece iyiliği yaymak veya manevi bir cenneti kazanmakla sınırlı değildir. Onun inancı dünya merkezlidir ve gerçek cenneti, kendisine Tanrı’nın vadettiği topraklardır. Bir Yahudi, dünyaya bu kadim hafızanın içinden gelir.

Bunu, casusluk filmlerinde izlediğimiz, beyni yıkanmış ajanların dünyanın dört bir yanına gönderilip daha sonra göreve çağrılmasına benzetebiliriz. Geçmişlerini unutmuş gibi yaşarlarken, bir gün gelen soğuk bir telefon veya karşılarına çıkan birinin fısıldadığı bir şifreyle yedek hafızalarından çıkar ve saklı gerçekliklerine dönerler. Her şifre, bilinçaltında uyuyan gizli görevi yüzeye çıkarır. Bir Yahudi’nin gizli gündeminin şifresi de “Vadedilmiş Topraklar”dır.

Vadedilmiş Topraklar: Coğrafi Sınırları Aşan Bir Ülkü

Genelde ülkeler ulusal hedeflerini, siyasi coğrafyanın dayattığı mecburiyetlere ve çıkmazlara göre belirlerler. Rusya’nın sıcak denizlere inme emelinde olduğu gibi, diğer siyasi dengeler değişse de Rusların emeli değişmez. Sonuçta bir Rus’un sıcak deniz hayali, şu an sahip olduğu topraklarda varlığını sürdürdüğü müddetçe geçerlidir. Bir gün Ruslar Çin’e ve bugünkü Rusya’ya Çinliler yerleşse, aynı emellere Çin sahip olurdu. Oysa dünyanın her tarafına yayılmış olsalar da Yahudilerin “Vadedilmiş Topraklar” dışında bir ülküsü yoktur. Onların jeopolitiği, doğarken zihinlerine işlenmiş mobil bir nitelik taşır. Bu, coğrafyanın belirlediği ulusal emellerin sınırlarını aşan ve nesiller boyu aktarılan benzersiz bir varoluşsal hedeftir.

Bu denli yönlendirici bir inanç, doğal olarak başka akımlara kapalı bir yapı oluşturur. Yahudilik dışında insanlar dinler arası geçiş yapabilirler. Oysa Musevi toplumunda bir Yahudi dışında başka birinin bu ortak mirası devralması sözkonusu olamaz. Bir Müslüman ya da Hıristiyan, başka topraklarda da dinini barış içinde yaşayabilir. Aynı şekilde bir Yahudi de dinini barış içinde yaşayabilir, ancak vadedilen topraklar ona ait olursa.. Bu sebeple, Yahudilerin bu inancı, Ortadoğu’ya hiçbir zaman barışı getirmez. Sadece Ortadoğu halkları değil, tüm dünya siyaseti, Musevilerin bu kadim inancını dikkate almak zorundadır.

Küresel Etkinin Sırrı: Davut’un Sapanı ve Efsanevi Dersler

Tek bir yüce amaç etrafında birleşme fikri, Yahudilerin bu kadar etkili olmasının temel sebebidir. Yani “Vadedilmiş Topraklar” (Eretz Yisrael) ve Yahudi halkının (Am Yisrael Chai) varlığını sürdürme ülküsü…

Peki, İsrail gibi küçük bir ülke bu büyük ve dünyevi ülküyü gerçekleştirmek için neye güveniyor? Nüfus ve toprak büyüklüğüne baktığımızda, muamma görünen bu kadar büyük bir küresel etkiyi nasıl yaratabiliyor?

Bunun yanıtı, bir din toplumu olan İsrail’in kutsal kitabı Tevrat’ta anlatılan efsanelerde gizlidir. Bu efsaneler, toplumların karşılaştığı devasa sorunları nasıl çözdüğünü anlatan, nesilden nesile aktarılan stratejik akıldır. Davut’un Golyat’ı yenmesi, kendinden büyük olana karşı galip gelmenin küçük detaylarda yattığını anlatır.

Davut’un Sapanı: Evrensel Bir Stratejinin Kadim Mirası

İsrail’in varoluş felsefesini ve politikalarını şekillendiren Davut’un Sapanı stratejisi, tarih boyunca kendini çeşitli şekillerde gösterdi. Bu strateji, sadece askeri çatışmalarla sınırlı kalmadı. Diplomasi, teknoloji ve küresel ilişkilerde de belirleyici rol oynadı.

Çinli komutan Sun Tzu’nun “Savaş Sanatı” kitabındaki askeri ve siyasi stratejileri, adeta Tevrat’ta Kral Davut’un yaşadıklarının özeti gibidir. Bu kurallar, artık tek bir dine veya medeniyetin hâkimiyetine bağlı değildir. Aksine, dünyanın kullandığı evrensel ilkeler haline gelmiştir.

Tıpkı İtalya’yı istila ederken Davut’un sapanının Hannibal’ın elinde olduğu gibi, Scipio Africanus da Hannibal’ı yenerken sapan Romalıların elindeydi. Napolyon, 1805’te Austerlitz’de kendi ordusundan daha büyük bir Avusturya-Rus ordusunu yendiğinde bu sapanı nasıl ustaca kullandıysa, Atatürk de Büyük Taarruz’da aynısını yapmıştır. Arkasında dönemin süper gücü İngiltere’nin olduğu Yunan ordusunu, tıpkı Davut gibi, son taşını fırlattığı sapanıyla devirmeyi başarmıştır.

Farklı coğrafyalarda yaşanan bu savaşlarda generaller, yetenek ve bilgi birikimlerine göre bu sapanı zihinlerinde ustaca kullanmışlardır. Tarih, Davut’un Golyat’ı yendiği efsaneyi, insanlığın ortak hafızasına adeta nakşetmiştir. Kral Davut’un hikayesi, stratejik dehanın ve imkânsızı başarma azminin evrensel bir sembolü haline gelmiştir.

Davut’un Sapanı İş Başında: Modern İsrail Örnekleri

Davut’un Golyat’ı alt etme hikayesinin günümüzdeki anlatımlarından bir tanesi, 1967 Haziran’ında yaşanan Altı Gün Savaşı‘dır. Belki de “Önleyici Darbe Doktrini”nin dünya savaş tarihine girmesine neden olan ilk Arap-İsrail çatışmasıdır.

Mısır, Suriye ve Ürdün sınıra askeri yığınak yaptığında İsrail’in tepkisi sert ve hızlı olmuştur. Tarihi boyunca varoluş riskini yaşayan İsrail’in bilinçaltındaki duyguları bu duruma ani refleks gösterdi. İsrail, kendinden misliyle büyük bu güce karşı, 5 Haziran 1967’de eş zamanlı bir saldırı düzenledi. İlk olarak İsrail Hava Kuvvetleri’nin Mısır’a yönelik baskın niteliğindeki hava saldırısı, Mısır’ın neredeyse tüm hava gücünü havalanmasına fırsat vermeden imha etti.

Hava üstünlüğünü ele geçiren İsrail, ardından üç farklı cephede eş güdümlü bir kara operasyonu başlattı. Altı gün gibi kısa bir süre içinde Sina Yarımadası, Gazze Şeridi, Batı Şeria, Doğu Kudüs ve Golan Tepeleri gibi stratejik bölgeleri ele geçirdi. Altı Gün Savaşları’nın Arap Dünyası’nda yıkıcı etkileri olmuştur. Davut’un sapanı o gün oradaydı; tüm ihtişamına rağmen Golyat bir kez daha diz çöktü.

Yom Kippur Savaşı: Diplomatik Sapanın Gücü

İsrail’in 1973 yılında Mısır ve Suriye ile girdiği Yom Kippur Savaşı’nda da Kral Davut’un stratejisinin gölgesini hissedebiliyoruz. Bu çatışma, “Davut’un Sapanı”nın yalnızca sahada gösterilen çeviklik ve cesaretle sınırlı olmadığını gösterdi. Diplomasi ve siyaset alanında da en az sahadaki kadar büyük sonuçlar verebileceğini gözler önüne serdi. Altı Gün Savaşı’ndan farklı olarak, sapan bu defa Mısır ve Suriye’nin elindeydi.

Savaş, Yahudi Devleti’nin en kutsal günü olan Kefaret Günü’nde (Yom Kippur) Arapların şaşırtıcı saldırısıyla başladı. Savaşın başlarında İsrail oldukça zor anlar yaşadı. Ancal İsrail ordusu mühimmat ve malzeme sıkıntısı çekmeye başladığında, ABD hızla devreye girdi. ABD, kapsamlı bir hava köprüsü kurarak İsrail’e devasa bir askeri malzeme sevkiyatı sağladı. Bu kritik yardım savaşın seyrini değiştiren olaydır. Bunun sonucunda Yahudi Devleti kaybettiği teçhizatı yerine koymuş ve güçlü bir karşı saldırıya geçebilmiştir.

ABD: Devasa Bir Gücün Hassas Noktaları ve İnancın Etkisi

ABD’nin İsrail’e böylesine yaşamsal destek vermesinin ardında, Amerikan İsrail Halkla İlişkiler Komitesi (AIPAC) gibi güçlü İsrail lobilerinin etkisi büyüktür. Bundan ayrı olarak ABD nüfusunun %25’ini oluşturan Evanjelik Hristiyanların baskıları da önemli rol oynamıştır. Bu gruplar, Amerikan siyasetindeki muazzam nüfuzlarını kullanarak Washington’ı İsrail’e destek vermeye ikna ettiler. Burada “Davut’un Sapanı” kendini askeri bir araçtan daha çok, diplomatik ve lobicilik gücü olarak gösterdi. İsrail, ABD’nin bu inanç kaynaklı “yumuşak karnına” Davut’un sapanını ustaca savurarak, Washington’ın koşulsuz desteğini garantilemiştir.

İsrail’in hayatta kalma ve büyüme stratejisinde en kritik “sapan” hamlesi, kuşkusuz dünyanın en büyük gücü ABD ile kurduğu eşsiz ilişkidir. İsrail ve ABD’nin ilişkisi stratejik bir ortaklığın ötesinde farklı bir doğaya sahiptir. Ancak ABD’nin Yahudi Devleti’yle olan ilişkisinde asimetrik bir yapı olduğunu söylemek yanıltıcı olmaz. İsrail, ABD’nin bölgesel çıkarlarını koruyor olsa da bu ilişkiden daha kazançlı çıkan taraf gibi duruyor. Şüphesiz, ABD gibi devasa bir gücün, İsrail gibi küçük bir ülkenin politikalarına bu denli hassas yaklaşmasının ardında karmaşık ilişkiler ve farklı sebepler vardır. Ancak bu dinamikte Evanjelik Hristiyanların etkisi, Amerikan iç siyasetinin görmezden gelemeyeceği kadar güçlüdür.

Evanjeliklerin Yahudiliğe Yönelik Hassasiyetinin Kökenleri

Hristiyanlık, yeni bir din olmasına rağmen, teolojik olarak Museviliğin bir devamı niteliğindedir. İsa’nın kendisi bir Yahudi’dir. Hristiyanlığın Musevilikten ayrılması, temel inanç farklarından ziyade, sünnet ve dinin evrensel yayılımı gibi konulardaki görüş ayrılıklarıyla olmuştur. Bu nedenle Eski Ahit’teki Tanrı’nın vaatleri ile Yeni Ahit arasında kopmayan güçlü bir bağ vardır.

Evanjelik Hristiyanların Yahudiliğe ve İsrail’e karşı duyduğu derin hassasiyet, ağırlıklı olarak teolojik ve kıyamet inançlarındaki yorumlara dayanır. Kutsal Kitapta Yaratılış’ın 12:3 bölümünde Tanrı, Avram’a (Henüz İbrahim olmamışken) şöyle seslenir: “Seni kutsayanı kutsayacak, Seni lanetleyeni lanetleyeceğim. Yeryüzündeki bütün halklar senin aracılığınla kutsanacak”. Bu, günümüzdeki siyasi çıkarlardan ziyade, yüzyıllardır süregelen dini yorumların bir sonucudur.

Eski Ahit’te Tanrı, İbrahim’e Harrandan Ürdün Vadisi’nin aşağısını da kapsayan geniş ve verimli toprakları İbranilere vadediyor. Evanjelikler, henüz Musevilik daha ortada yokken Tanrı’nın bu sözlerinin tüm inananları bağladığına inanıyor.

Evanjeliklerin İsrail’e olan bu inanç temelli hassasiyetleri, özellikle İncil’deki kehanetlerin yorumlanmasına dayanır. Örneğin Yahudi halkına verilen ilahi vaatler arasında Mesih’in ikinci gelişine yönelik beklentiler bu hassasiyetlerde etkilidir. Evanjelikler, Eski Ahit ve Yeni Ahit’in bazı bölümleri (özellikle Vahiy Kitabı), Yahudilerin kutsal topraklara dönüşünü ve İsrail devletinin yeniden kuruluşunu Tanrı’nın planının bir parçası olarak yorumlar. Örneğin, 1948’de İsrail Devleti’nin kurulması, Evanjelikler için İncil’deki “Yahudilerin kendi topraklarına geri dönecekleri” kehanetinin kanıtıdır.

Bu kehaneti güçlendiren başka bir kanı da İsrail’in varlığı ve Kudüs’ün özel statüsüyle ilgilidir. Kehanete göre İsa Mesih’in ikinci gelişinden önce gerçekleşmesi gereken son zamanlar yaşanmaktadır. Evanjeliklere göre, İsrail’in güçlenmesi ve Kudüs’ün Yahudi kontrolünde olması, Mesih’in dönüşüne giden yolu açar. Bu sebeple Evanjelikler için İsrail’i desteklemek, bir siyasi duruşun ötesinde, Tanrı’ya bir boyun eğiştir.

Evanjeliklerin Musevilere duyduğu sempatinin önemli bir nedeni de tarihte Yahudilere yapılan şiddet ve zulümden kaynaklanıyor. Geçmişte uğradıkları haksızlıklar, holokost ve her türlü zulüm karşısında sessiz kalan Batı’nın suçu büyüktür. Bu ahlaki çöküşünü telafi etmesi ve onları koruma sorumluluğunu üstlenmesi, Evanjelik hassasiyetin bir parçasıdır.

Dini Yorumlar ve Jeopolitik Riskler

Ancak bu tür dini görüşlerin çok tehlikeli potansiyel sonuçlar doğurabileceğini bilmeliyiz. Özellikle gücü elinde tutan liderlerin, kehanetlerdeki mesihin kendileri olduğuna inanmaları tarihte sıkça karşılaştığımız bir durumdur. Netanyahu ve Trump gibi liderler de bu tür düşüncelerden etkileniyor olabilirler.

İnsanlar Tanrı’nın sözlerini genellikle yanlış yorumlarlar. İsrail’in tarihinde yaptığı tüm savaşların bir din savaşı niteliğinde olmasının sebebi belki de budur. Böyle düşündüğümüzde Allah’ın önceden haber verdiği “Armageddon”un, İslamiyette “Melhame-i Kübra”, muhtemel sebebi insanın gereksiz şövalyeliğidir diyebiliriz. İnsanların bu gereksiz ihtirası, kutsal metinlerde yazılanların gerçekleşmesi için kendilerine gereksiz vazifeler çıkarmasına neden olur.

Sapanı Ele Geçirmek ve Geleceği Şekillendirmek

“Vadedilmiş Topraklar” ülküsünün bir Musevi’nin hafızasından silinmesinin imkânsızı istemekten başka bir şey olmadığını kabul etmek zorundayız. Bu sebeple, Orta Doğu’da yaşayan halklar, bu inancın eyleme geçebilme potansiyeli karşısında siyasetlerini belirlemek zorundadır. Bu durumun bir varoluş mücadelesine dönüşmemesinin tek yolu, mücadeleyi İsrail’in sahasında kabul etmektir. Yani çözüm, Davut’un Sapanı’nın ilkelerini benimsemekte yatar.

İsrail’in karşısına katı bir dini tutumla çıkmak, belki de onun en arzuladığı durumdur. Tıpkı İran örneğinde olduğu gibi, tüm yaşamını bir varoluş mücadelesine adamış bir toplumun karşısına düşmanca bir tavırla çıkmak, İsrail’in kendinde müdahale etme hakkını görmesine neden oluyor. Tarihleri boyunca dışlanmış ve şiddete maruz kalmış Yahudilerin kolektif hafızasında, bu tür durumlara karşı geliştirilmiş köklü çözümler vardır. Zaman değişse de, aynı mücadelede aynı yöntemler farklı teknolojiler kullanılarak uygulanmaya devam ediyor.

İsrail, yenilikçi teknolojilerle çorak toprakları bir tarım ülkesine dönüştürdü. Modern şehirler kurdu.

Bugünkü Orta Doğu’nun durumu, bu dinamiğin adeta bir özeti gibi.. Oysa devletlerin yapması gereken, İsrail’in elinden o sapanı almak değil, kendi Davut’larının sapanını edinmektir.

Son Sözler

Davut’un Sapanı esnektir ve çağın doğasını yansıtır. Bugün İsrail gibi küçük bir devlet, bilim ve teknolojiye yatırım yaparak etki alanını büyütüyor. Çoğu zaman Yahudiler için dağınık durumdaki diaspora bir dezavantaj gibi görünür. Ancak mobil olmanın avantajlarını kullanarak bulunduğu ülkelerde güçlü lobi faaliyetleri yapabiliyorlar.

Bu sebeple, bir Musevi nasıl “vadedilmiş toprakları” bir ülkü kabul ediyorsa, bizlerin de demokrasiyi bir ülkü haline getirmemiz gerekiyor. “Vadedilmiş topraklar” karşısında Davut’un sapanının modern karşılığı, artık daha çok bilim, teknoloji demokrasi, adalet ve bunların getirdiği refahtır. Refahın olmadığı, adaletin eksik olduğu, bilimin geride kaldığı ve demokrasisi işlemediği için iç barışını sağlayamayan ülkeler, tam da Kral Davut’un sapanının menziline giriyor.

“Vadedilmiş Topraklar” gibi bir ülkü, doğası gereği karışıklıktan beslenir. Bundan kurtulmanın yolu, her zaman İsrail’in bir adım önünde olmaktır. Yahudi toplumu pragmatiktir, anlaşmayı bilir. İnançları gereği bu ülkülerinden vazgeçmeyeceklerine göre, bunun hayallerinde sükun içinde kalmasını sağlayacak bir denge kurmamız gerekir. Sözün özü; o sapanın kılıfından çıkmaması, bizim de sapanlarımızın olduğunu İsrail’in görmesine bağlıdır.



Not: Yazıyı Zihin Karmaşası podcastinde dinleyebilirsiniz.

Yorum yapın