İyiliğin Zorluğu, Kötülüğün Sıradanlığı
Bugünlerde eksikliğini en çok hissettiğimiz şey, galiba empati yoksunluğu. Sosyal medyada birbirimize attığımız kibirli yorumlardan, trafikte birbirimize gösterdiğimiz sabırsızlığa kadar… Neredeyse her an, birbirimizi dinlemek yerine, hep bir açık arıyoruz. İçimizdeki iyiyi kaybetmiş gibiyiz. Belki de iyilik, kötülüğün bu kadar sıradanlaştığı bir zamanda, bizden umudunu kesip, içimizdeki en korunaklı köşeye sığınmış durumda. Onu saklandığı yerden çıkarmak, belki de kendimizi yeniden keşfetmekle başlıyor.
Halil Cibran, kötülüklerin en sonunda iyiliğe döndüğünü bir şiirinde şöyle anlatır.
“Yalnızca içinizdeki iyilikten bahsedebilirim, kötülükten değil. Çünkü kötülük, kendi açlık ve susuzluğu içinde azap çeken iyilikten başka ne olabilir ki?”
Bu mısralardan ne anlamalıyım?
Kötülüğün tatmin edilmemiş iyilik olduğunu mu?
İyiliğin ve kötülüğün birbirinin sebebi ve sonucu olduğunu mu yoksa birbirini tamamlayan zıtlıklar olduğunu mu?
Yoksa insanın özünde kötü olmadığını, kötülüğün iyiliğin bozulmuş bir versiyonu olduğunu mu?
Belki de hepsi..
İyilik: Hayat Yolculuğunda Nihai Hedef
Dünyaya boş bir bilinçle, günahsız bir bebek olarak gelsek de koşulları zor olan bir hayata başlarız. Zorluklarla dolu bu dünyada, doğanın içimize yerleştirdiği zihinle yolumuzu bulmaya çalışırız.
İyi, bir ödül gibi labirentin sonunda bizi bekler. Hepimiz, bu labirentte yolumuzu ararken, algılarımızı çalıştırır ve kendi yolumuzun doğru olduğunu düşünürüz.
Hayatta kalmamızı sağlayan kuşkucu doğamız aşırıya kaçtığında, karakterimizdeki denge bozulur ve öz güvenimizi yitiririz. Başkalarına karşı güvensizliğe neden olan bu zaaf, empati yeteneğimizi kısıtlar. Bencilliğimizle çevrelenen doğamız, içimizdeki iyiliği tatmin edemediğinde, nihai hedefi iyilik olan hayat yolculuğumuzda kötülük üretmeye başlarız.
Her iyiliğin kötülüğe dönüşebildiğini, kötülüklerin de en sonunda doğduğu iyiliğe geri döndüğünü söyleyebiliriz. İnsan doğasını dengeleyen duygularda ahenk bozulduğunda iyi niyetle başlayan faaliyetler, bir yıkıma dönüşebiliyor. Mesela insanlığın ortak yararı için üretilen atom enerjisini, türümüzü yok edebilecek bir bombaya çevirebiliyoruz. Hırsımız ihtirasa dönüşüyor ve bilinç altımızda yatan hükmetme arzusunu baskılayan irade zayıfladıkça, vahşi doğamız ortaya çıkabiliyor.
Yıllarca kötülük yapan insanların son anlarında nedamet getirdiklerine de çokça şahit oluyoruz. İçimizdeki hırs ve kibir gibi keskin duyguları törpüleyen merhamet ve empati gibi yumuşak duygular, bozulan duygusal dengemizi yeniden ölçülü doğasına kavuşturuyor.
Bizi İyiye Taşıyan Zıtlıklardır
Mevlana, her şeyi zıddıyla değerlendirmemiz gerektiğini söyler. Belki de onlarca boyutu olan doğa karşısında farklı perspektifler geliştirmek için bu bakış açısı değerlidir. En fazla üç boyutlu düşünebilen bizler için yaşam, tahayyül edebileceğimizden daha geniş bir kavramdır. Mesela ne kadar ilerlediğimizi geçmişimize bakarak ölçeriz. Barışın değerini savaş zamanlarında anlarız. Yokluğunu hiç çekmediğimiz oksijenin yaşamsal değerini nefessiz kaldığımızda hissederiz. Kış mevsiminde yazı, yaz mevsiminde kışı özleriz.
İçimizde, eksikliğini hissettiklerimizden oluşan bir dünya yaratırız. Savaşta bizi hayatta tutan dostlukları, canımızı emanet ettiğimiz cephe arkadaşlarımızla kurarız. Bugünümüz, geleceğin bir provasıdır. Kışın sert soğuklarda, üzerimize kalın şeyler giyerek vücudumuzu yaz sıcaklığına kavuştururuz. İçtiğimiz sıcak bir çay, yaşadığımız kış mevsiminde, içimizde baharın sürmesini sağlar. Yazın sıcağını da klimalı ortamlarda kışı yaşayarak dengeleriz.
O an ki doğruyu, zıtların kıyasını yaparak buluruz. Doğru, zamanın ruhuna uygun, koşulların gereğini yerine getiren ama zamanla değişebilen bir kavramdır. Geçmişte doğru kabul ettiğimiz yargılarımız bugün geçerli olmayabilir. İçinde yanlışın da olduğu esnek bir doğanın belirsizliği, doğru ve iyi gördüğümüz bir yargıyı değişken kılar. Mesela 20. yüzyılın değer yargılarıyla artık yaşayamayız.
Eksikliğini hissettiğimiz, özlem duyduğumuz şeyler iyidir. Onun yokluğunu bize hatırlatan, değerini anlamamızı sağlayan ve iyiyi aramak için bizi eyleme sürükleyen de bize rahatsızlık veren şeylerdir.
Bu, hayata bizi tamamlanmamış bir beyinle başlatan yaratıcı gücün mükemmel bir tasarımıdır. Bilincimizin yükselmesini sağlayan, her şeyin değişken olduğu bir dünyada bizi doğru yola sevk edecek verileri sunan bir tasarımdır bu. Sonsuz kozmosun belirsizliğinde, uyum ve adaptasyon üzerine kurulu bir algoritmayla yolumuza devam ederiz.
Bu bağlamda, iyiliğin nasıl ortaya çıktığını sorguladığımızda, bunun kötülüklerle mücadeleden doğduğunu söyleyebiliriz. Kötülükler ise, sıradanlığın ve duyarsızlığın içinde kolayca yayılır.
Kötülüklerin kaynağı: Sıradanlık
Sıradanlık, genel olarak toplumda yaygın olan, alışılmış, olağan şeyleri ifade eder. Sıradan bir insan, genellikle toplumun genel normlarına uyan, dikkat çekici olmayan bir hayat yaşayan kişidir. Genel kalabalığın içinde kaybolmuş, farklılık yaratmayan kişilerdir. Kendisinden bir şey beklenen değil, kendisi için iyi olanı başkasının karar verdiği, edilgen insandır.
Genel kitle için bu hiçbir sorun yaratmaz hatta toplumun devamı için bu durumu sağlıklı bulur. Bu görüş bir yere kadar doğru olsa da içinde önemli bir riski barındırır. Toplumun sıradanlığı makul kabul etmesi, vasatlığı ve kalitesiz bir hayatı da beraberinde getirir.
Bir toplumda yaşamamız değer yargılarımızı etkiliyor. Bu durum bizi toplumsal bir varlık yaparken özgürlüğümüzü de kısıtlıyor. J.J Rousseau, toplum sözleşmesi kitabında, bir toplumda yaşamanın karşılığında sağladığımız güvenliğin bedelini, özgürlüğümüzden fedakarlık yaparak ödediğimizi söyler. Mesela bir savaş döneminde savaşa karşı olsak da ülkemizi savunuruz. Barış döneminde olsak dahi orduya hizmet ederek vatan borcumuzu ödemiş oluruz.
Toplumun Düşünce Eşiği Düştükçe, Bireysel Mutsuzluklar Artıyor
Bu genel tutum, özünde doğru olsa da sıradanlığı içselleştirmemize neden oluyor. İyiliğin ortaya çıkmasında yaşadığımız zorluklardan biri olan toplum baskısı, düşüncelerimizi özgürce ifade etmemizi sıklıkla engelleyebiliyor. Çoğu zaman, bize ters gelen düşünceleri savunmak zorunda kalabiliyoruz. Bunun sonucunda, çevremizde çok kişi varken dahi kendimizi yalnız hissedebiliyoruz. Bir zaman sonra bizi rahatsız eden vasatlığa karşı bir düşünce geliştirmek istediğimizde, sıradanlık bir girdap gibi bizi içine çekebiliyor. Genel kitle gibi olmadığımız için eleştiriliyor, dışlanıyor hatta ayıplanıyoruz. Bu duygular içinde konfor alanımızın dışına çıkmak istemiyor ve edilgen bir hayatı tercih ediyoruz.
Toplum karşısında direncimiz düştükçe mutsuzluğumuz psikolojimize yansıyor ve yakınlarımız üzerinden topluma sirayet ediyor. Mesela biraz düşüncelere daldığımızda, yakınlarımız psikolojik bir sorunumuz olduğundan şüphelenerek neden düşünceli olduğumuzu sorguluyor. Halbuki en doğal şeyi, düşünme eylemini yapıyoruz.
Hepimiz, olumlu katkılarımızla mutlu olabileceğimiz bir toplumu hayal ediyoruz ancak herkesin başkası üzerinde iktidar kurmaya çalıştığı bir toplumda bu mümkün olmuyor. Bireysel mutluluk, başkalarının onayına bağlı bir kural haline geliyor. Oysa bugün çevremize baktığımızda bizi mutsuz eden şeyin, toplumun bu duyarsızlığı olduğunu görüyoruz.
Peki kendimizi de kaptırdığımız bu sıradanlık, sizce de kötülüğü üretmiyor mu? Bunun sonucunda yaşadığımız vasatlık, bizim tercihimiz olmuyor mu?
Sıradanlık, Toplumun Kendini Yenilemesini Engelliyor
Bizi zehirleyen, toplumu durağanlaştıran alışkanlıklarımız, iyiliğin ortaya çıkmasını engelliyor. Denenmiş ve sonuç vermiş deneyimler hemen bir alışkanlık haline gelerek bizi yeni bir sıradan hayata taşıyor. Alışkanlıklarımızdan vazgeçmek zor olduğu için değişime direniyoruz. Yaratıcı düşünceyi etkileyen bu direnç, aslında gerilemek anlamına gelen, toplumun kendini tekrar etmesine neden oluyor.
Halbuki toplumun, kendini tekrar etmeye değil yenilemeye ihtiyacı vardır. Bugün hiçbirimiz, yüz yılın başındaki hayatımıza dönmek istemeyiz. O zamanlardan gelsek de artık bize uzak ve yabancı bir hayattır. Yapay zekanın olduğu bugünlerden yakın geçmişimiz bize ilkel dahi görünebilir. O günkü toplumun değerleri ile bugünkü yeni toplum arasında yaşam kalitemizi de belirleyen çok önemli farklar vardır. Bu farkı yaratan da sıradanlığın içinden filizlenen bir kaç aykırı fikirdir.
Her Şey Gibi Sıradanlığın da Bir Seviyesi Var
İnsanların paylaşımı arttıkça fikirler zenginleşir ama toplum özünde dinamik olsa da kendini hemen değiştirmez. Bu yüzden her aykırı fikir bir değişim yaratacak diye bir şey söz konusu değildir. Toplum, hemen etkilenen esnek katmanlardan, değişmesi daha zor katı katmanlara doğru ilerleyen bir düzen içinde düşüncelere filtre uygular. Mesela moda hemen değişebilir ama toplum düzenini sağlayan yasaların değişmesi çok zordur. Toplumsal hafızanın en esnek bölümünden gelen mesajın, bir alttakinin uygun görmesiyle, daha katı olan alt katmanlara iletildiği bir değişim yasası vardır.
Böyle düşündüğümüzde, çoğumuzun sıradan bir hayatı yaşaması, işin doğasına uygun görünüyor. Sonuçta tüm bireylerin yüksek bir entelektüel seviyesi olsa da toplumda ona uygun bir sıradanlık yine de oluyor. İnsan zihni ne kadar gelişmiş olursa olsun yarattığı düzenin çevresinde hemen bir rutin oluşuyor. Bunu, bir sonraki değişimi sindirecek zihinsel olgunluğa erişme süreci olarak görebiliriz. Zamanı geldiğinde vasatlığın yarattığı memnuniyetsizliğe tepki olarak yeni fikirler çıkıyor ve topluma sirayet ediyor.
Ancak burada her toplumun sıradanlığı arasında da hayati bir fark olduğunu söylemeliyim. Sıradanlık, toplumların kaderini belirleyen görünmez bir güçtür. Bu süreci sağlıklı yürüten bir toplumla, hiç ilerleme sağlayamayan bir toplum arasında yaşamsal bir fark oluşuyor. Sorgulayan ve düşünen bireylerden oluşmuş bir toplumun geleceği, bu sorumluluğu almayan bir topluma göre daha umut dolu oluyor. Birisi değişen doğaya uyum sağlayıp var olma mücadelesinde avantaj kazanırken, diğeri bundan mahrum kalıyor. Mesela Dünya, bir yapay zeka gerçeğini yaşarken bazı ülkelerde bunun önemini kavrayamamış bilim insanlarının olması, ülkenin geleceği açısından hiç iyi bir manzara çizmiyor. Üstelik bilginin geometrik arttığı teknoloji çağında aranın kapatılması gittikçe zorlaşıyor.
Bu, yaşamın var olma ile yok olma arasındaki goldilocks bölgesini hatırlatıyor bana. Bu ince çizgiyi yakalamak, evrenin sıradanlığı içinden bize yaşam gibi değerli bir hediyeyi veriyor.
İyiliğin Mütevazı Doğası
İyiliğin az ve değerli olması da, yaşam gibi, daha az görünmesinden kaynaklanıyor. Kötülüklerin daha görünür olmasının, iyiliklerinse sessiz kalmasının makul sebepleri var. Bu sebepler, iyiliğin zor, kötülüğün neden kolay olduğunu anlatıyor. Mesela neden savaşları ve faciaları seyretmek istiyoruz da iyi olan şeyleri izlemiyoruz? Yolda arabayla ilerlerken, meydana gelen bir trafik kazasına bakmak için neden yavaşlıyor ve başkasının hakkına saygı göstermeyerek bir kötülük üretiyoruz? Böyle davranmamızın sebebi, kötülüklerin genellikle daha çarpıcı ve etkileyici olmasından kaynaklanıyor. Doğamız gereği, kötülükler ruhumuzda daha derin izler bırakır.
Kötülük veya bencillik, genellikle daha az dirençle karşılaşır. Örneğin, birine zarar vermek, yalan söylemek veya adaletsiz davranmak, kısa vadede kişisel çıkar sağlayabilir. Bu tür davranışlar, insanların içgüdüsel olarak “kolay olanı” seçmesine neden olabilir. Neticede kolay ve görünür olanın bir cazibesi vardır. Goethe’nin Faust eserinde Şeytan’ın temsilcisi Mephistopheles, bilge Faust’a dünyanın tüm zevklerini ve bilgisini önüne serer. Yaptığı bu peşin ödemenin karşılığı olarak vadesi geldiğinde ruhunu teslim etmesini ister. Faust, ne uğruna olduğunu çok düşünmeden, belirsiz bir gelecekte elde edeceği hazzı, bugün yaşamak için iskonto eder.
Oysa iyiliğin doğasında sessizlik ve tevazu vardır. Birine yardım etmek, küçük bir nezaket göstermek, genellikle toplumda büyük bir yankı uyandırmaz. İyilik, uzun vadeli bir bakış açısı ve toplumsal fayda gerektirdiği için daha fazla düşünce, çaba ve sabır gerektirir.
Bizi hataya götüren, yaptığımız iyiliklere bir karşılık beklemektir. Hepimiz Faust’ın karşısındaki Mephistopheles’i oynuyoruz. İyiliği yanlış yerde aradığımız için bir türlü mutluluğu da yakalayamıyor ve iyiliğin varlığını farkedemiyoruz. Bunun sonucunda, içimizdeki iyiyi uyandırmak ve bunu çevremize yansıtmak yerine, başkalarının onayına bağımlı yaşamayı tercih ediyoruz.
Karşılık Bekleyerek İyi Olamayız
Burada iyiliği birilerine yardım etmek, adaletli olmak ya da başkalarının hakkını savunmak gibi, onaya bağlı bir kavram olarak düşünmüyorum. Başkalarından daha az şey beklediğimiz, düşünen ve empati yapabilen özgür bireyler olmanın iyiliği temsil ettiğini anlatmaya çalışıyorum. Bunu başarabildiğimizde, takdir ölçülerimizin değişebileceğini öngörüyorum. Mesela, insana değer katan ve onu mutlu eden şeyin paradan daha çok yetenekleri olduğuna inanıyorum. Kısacası özgür olabildiğimizde, diğer erdemleri de karşılık beklemeden yapabileceğimizi hissediyorum.
Böylelikle zihnimizi genişlettiğimizde kötü olma eğilimimizin azalacağını düşünüyorum. Böyle düşünüyorum çünkü bugün yaşadığım çevre, sıradanlıktan üreyen ve bizi mutsuz eden kötülüklerin düşünce yoksunluğundan geldiğini anlatıyor bana. Kendimizi eleştirecek kadar dürüst olamadığımızda, empati yapamadığımızda, sıradanlığın alışılmış ezberini tekrarlamaya başlıyoruz. Bizi vasatlığa sürükleyen bu anlayış, dünyaya bir şey kazandırmıyor. Çevremizi geliştirmiyor ve Dünya’yı daha güzel yapmıyor. Her şey birbirine benzeyince, farkı görmemizi sağlayan ayırt etme ve estetik yetimizi kaybediyoruz. Konuya böyle yaklaştığımızda iyiliği dışarıda değil, içimizde aramamız gerektiği anlamı çıkıyor.
İyilik, Bir Kimlik Meselesi mi?
Ne var ki rutin hayat, bahsettiğim gibi düşünme yeteneğimizi köreltiyor ve bizi iyiye götürecek farklı olmanın değerini unutturuyor. Her gün peynir ekmek yiyerek proteini unutmak gibi, hayatın bundan daha fazlası olamayacağını kanıksıyoruz.
Bizi sıradanlığa mahkum eden alışkanlıklar, edilgen bir hayat yaşamamıza sebep oluyor. İçsel dengemizin bozulmasıyla çareyi, bundan avantaj sağlayan, vasatlığın ürettiği kişilerde arıyoruz. Bunun sonucunda depresif bir yalnızlığa düşüyor ve kendimizle beraber çevremizi de mutsuzluğa sürüklüyoruz.
Mutsuzluktan kurtulmak için başkalarının neler yaptığına bakıyoruz. Ancak bunu kendimizi keşfetmek yerine başkalarına benzemeye çalışmak için yapıyoruz. Mesela sosyal medyada çok takipçisi olanları kendimizle kıyaslıyor ve onlar gibi olmayı başarmak olarak görüyoruz. Halbuki onların da mutlu olduğunu nasıl bilebiliriz? Her gün yeni içerik üretmenin baskısıyla, karşısına çıkmaya hiç hazır olmadıkları büyük kitlenin önünde, kendilerine gösterilen yapay ilginin bir gün kesileceğini belki de hiç düşünmeden, buradan aldıkları cesaretle verdikleri açıkların farkında olmadan, bu ilgiyi kaldırabilecek ve bunu yönetebilecek zihin genişliğini kazanmadan, kendilerini nasıl bir sona hazırladıklarını farketmeden, yetenek geliştirmeden, her şeyden önemlisi bir değer üretmeden mutlu olduklarını söyleyebilir miyiz? Bunu sadece çok azının başarabildiğini düşünüyorum.
Bu durumda kimlik bir dert olmaya başlıyor. Kendimiz dışında bir kimlik kazanmaya çalışmak, yapmamız gereken her şeyi engelliyor. Mesela empati yapamıyoruz, cömert ve açık görüşlü olamıyoruz. Sonuçta öz benliğimizden daha da uzaklaşıyoruz. Dengemizi kaybediyor ve yaşamdan tat alamıyoruz. Bize ait olmayan, yabancı bileşenleri kendimize yüklememiz bizde ekstra baskı yaratıyor. Bu tutarsızlık, bizde zaaf yaratıyor ve iyi biri olmak bir kimlik meselesi haline geliyor.
Hepimizi Eşsiz Yapan Özelliklerimiz Var
Oysa yapmamız gereken, eşsiz olduğumuzun farkına varmamız. Bunu başarmak için de öncelikle kendimizi olduğumuz gibi kabul etmemiz gerekiyor. Hepimiz aynı şeyleri yaptığımızda aynı sonuçları alamayacağımız gibi aynı hazzı da yaşayamayız. Kendi kusurumuzu başkalarının doğrularıyla gideremeyiz. Bir ağacın kendi türüne özgün büyüme şekli, bir çiçeğin kendine has rengi ve kokusu gibi bizim de farklı algılarımız, bilincimiz ve beklentilerimiz, bizi bu dünyada biricik yapan unsurlardır.
Herkesten farklı bir geçmişimiz, ve bunun oluşturduğu farklı anılarımız var. Bunun sonucunda oluşan benzersiz hafızamız, geleceğimizi de benzersiz yapıyor. Mesela bir ev hanımının, zihnindeki verilere uygun yetenekler geliştirmesi onun doğasına uygun olur. Tarihiyle bağını koparmadan kazandığı yeni yeteneklerle bir iş kadını olup statüsünü dahi değiştirebilir. Kendine özgü bir spesiyal geliştirip internet çağında bunu pazarlamasının önünde hiçbir engel yoktur mesela.
Bahçesine çeşit çeşit çiçekler dikmek isteyen bir bahçıvanı düşünelim. Her çiçeğin farklı ihtiyaçları olduğunu bilir. Örneğin bazı bitkiler güneşi severken, bazısı gölgede büyür. Hangisinin daha çok su istediği, hangisinin uzun süre susuz kalmaya dayanacağı bilgisi hafızasında saklıdır. Bahçıvan, her çiçeği kendi ihtiyacına göre yetiştirir. İşte bu hafıza, onun içindeki iyiyi ortaya çıkarır, başkalarına ilham olur, takdir edilmenin verdiği gurur ve öz güvenle yaşamı keşfetmenin hazzını yaşar. Kötülüklerin doğması, geçmişimizden kopup mizacımıza aykırı bir hayat yaşamaya çalıştığımız içindir. Halbuki hafızamız, bir geminin okyanusta yolunu bulmasını sağlayan pusula gibidir.
Göklere Değil, İçimize Bakalım
Bu bağlamda her birimiz farklıyız ve farklı ihtiyaçlarımız var. Özgünlüğümüzü keşfedip kendimizi ona göre geliştirdiğimizde büyük resmi daha iyi görebiliriz. Biraz sakin kalıp düşündüğümüzde, iç dünyamızı gözlemlemekten daha iyi yapabileceğimiz bir şey olmadığının farkına varırız. Başımızı yukarı çevirip evreni belki anlayamayız ama edindiğimiz duyguların bizde yarattığı yeni düşüncelerle, kozmosun sonsuz boşluğuna açılan iç uzayımıza dönebiliriz. İç denizleri okyanuslara bağlayan boğazlar gibi, kendimize sorduğumuz sorular, iç uzayımızı evrene bağlayan kapıları bulmamızı sağlar. Bunun sonucunda kendimizi daha şeffaf gözlemler, kibrimizden kurtulur ve yanılgılarımızla daha fazla yaşamayız.
Ne var ki toplumun dayattığı güzellik anlayışı ve başarı tanımları, bu iç yolculuğu yapmamızı zorlaştırır. Toplum baskısı dışında bu yolculuğa çıkmak bize de zor gelir. Kolay bir hayattan ayrılıp sürekli yanan bir çıra ile karanlıkta altın aramak gibi, emek ve sabır isteyen bir mücadeleyi yapmak istemeyiz.
Bağımlılıklarımız Arttıkça Kendimize İyi Olma Fırsatını Vermiyoruz
Halbuki kendimize bir fırsat verdiğimizde, aradığımız iyinin çok da uzakta olmadığını görebiliyoruz. Biraz düşündüğümüzde, bizi kötüye sürükleyen şeylerin bağımlılıklarımız olduğunu anlayabiliyoruz. Daha çok para, daha fazla şöhret, sosyal medyada daha çok görünmek ya da evimizde bizimle yaşayan köpeğimiz, bizi kendimizden uzaklaştırabiliyor. Sahip olduklarımızdan daha fazlasını istememiz, bizi hep birilerine borçlu bırakıyor. Mizacımıza uygun olmayan bağımlılıklar, doğru yere harcamamız gereken enerjimizi tüketiyor.
Oysa kendimizi tanımamız için çok güçlü sebeplerimiz var. İç sesimiz, bize neyi yapmaktan keyif aldığımızı, nelerde yetenekli olduğumuzu fısıldıyor. Ne var ki hayatımız üzerinde çok düşünmediğimiz için savruluyor ve bugün dediğimizin yarın tersini yapabiliyoruz. Belki bugün kazandığımızı düşünüyoruz ama bu işin sonunda bundan bir iyi çıkmayacağını anlayamıyoruz.
İyiliğin En Önemli Unsuru: Tutarlılık
Tutarlı bir karakterimizin olması, denizde bir dalga gibi bir o yana bir bu yana salınan hayatın yüzeyinde tutunmamızı sağlar. Sonuçta dalganın tepesinde sürekli duramayız. Onu istediğimiz şekilde yönlendiremediğimiz gibi hayatımızı da düşündüğümüz şekilde yaşayamayız. Dalgaların yükselmesi ve alçalması nasıl hava koşulları ve yer hareketleri gibi doğa olaylarına bağlıysa, hayatımızın akışı da kontrol edemediğimiz birçok belirsizliğe bağlıdır.
İyiliğin ortaya çıkması, birçok bileşenin bir araya gelmesine bağlı. Kendimize karşı dürüst olmak, empati, açık görüşlülük, cömertlik gibi unsurların kişiliğimize tutarlı bir şekilde yerleşmesi, içimizden iyi şeylerin çıkmasını sağlıyor. Ancak iyiliğin zorluğu da buradan geliyor. Sürekli bilinçli gezmek gibi çok zor bir şeyden bahsediyoruz. Kendimizle sürekli konuşmak, içimize bakmak, kendimizi eleştirmek enerji ve çaba gerektiren bir şey. Lakin yapması kolay olan alışkanlıklarımızdan vazgeçemiyoruz ve vasatlık böylece egemen oluyor. Oysa hepimiz doğada iyiyi ortaya çıkaracak potansiyel taşıyıcılarız. Hepimiz, paylaştıkça diğerinin içindeki iyiliği ortaya çıkaracak elektronlarız aslında.
Bizi iyi olmaktan alıkoyan kibri, sürekli kendimizle dürüstçe konuşarak yenebiliriz. Yaptığımız hatalara bahane bulmak için aklımızı kandırmaktan vazgeçtiğimizde, onlardan dersler çıkardığımızda, iyiliğin hazzını yaşayabiliyoruz. Bizi sıradanlığa mahkum eden siyaseti yönlendirmek bizim nasıl düşündüğümüze bağlı. Bugün düşünmediğimiz için trafikte yol verme kavgaları yaşıyoruz. Böyle basit bir nedenden dolayı insanlar birbirini vurabiliyor. İnsanlar düşünemediği için, onun kadar yakışıklı olmayan, diğerini öldürebiliyor. En zeki insanların yanı sıra köklü tarihi olan milletlerin de en tepeden diplere düşmesi, düşünce yoksunu olmalarından ileri geliyor. Mesela bir ulus, Hitler gibi bir insana aklını emanet ettiği için hak etmediği bir alçalmayı yaşayabiliyor.
Sonuç
İyilik ve kötülük arasındaki denge, bireysel ve toplumsal çabaların bir sonucudur. İyiliği artırmak, bilinçli bir çaba gerektirir. Kötülüklerin varlığı, iyiliğin değerini daha da artırır ve insanları daha adil, merhametli ve dayanışmacı bir toplum inşa etmeye teşvik eder.
Bu bağlamda Halil Cibran’ı daha iyi anlıyorum ve ben de iyi olmanın sadece zorluğunu anlatabiliyorum. İnsanın içinde kötü olamaz, sadece ihtiyaçları giderilmediği için tatmin edilmeyen bir iyilik olabilir. Onu büyütmek, beslemek bizim tercihlerimize bağlıdır.
Sonuç olarak iyilik her zaman bir seçimdir ve bugünden yarına kazanacağımız bir şey değildir. Bu seçimi yapmak zor gelebilir ama dünyayı daha güzel hale getirecek olan da bu zor tercihlerdir.