Tarihe Yön Veren Kadınlar
İlkçağlardan günümüze kadar toplumu yöneten yasaların ruhuna erkek bakış açısı hakimdir. Geleneklerin ve örflerin de ayrımcılığı doğru kabul etmesi, yasaların cinsiyetçi olmasında etkilidir. Örneğin evin reisi erkektir. Yakın geçmişe kadar bir kadının erkek karşısında hak araması, daha fazla şahitliğe ihtiyaç duymuştur. Seçme ve seçilme hakkının kadınlara verilmesi 20. yüzyılda gerçekleşen bir devrimdir. Böyle bir toplum sözleşmesinde de yönetim için rekabet, genelde erkekler arasında olur. Bu anlamda hala bir erkek dünyasında yaşıyoruz diyebiliriz.
Oysa ilk çağlarda, kadın ve erkeğin eşit olduğunu görüyoruz. Her iki cinsin birbirini tamamlayan bir bakış açısıyla yönettiği çağlara arkeolojik çalışmalarda rastlıyoruz. Ancak zamanla kültürel inançlar, sosyal şartlar ve savaşlar yüzünden kadınlar giderek arka planda kalmaya başlamış.
Buna rağmen erkeklerin egemen olduğu dünyada kadınların tarihe yön verdiği dönemler oldu. Yumuşak güçlerini kullanarak kaba gücü önlerinde boyun eğdirmeyi bildiler. Bunu da sezgilerinin yön verdiği akıllarını kullanarak başardılar. Kadın, yeteneklerini gösterdiğinde, bunu bir kadından beklemeyen erkeğin üzerinde hakimiyetini kurmayı başardı.
Tarihe yön veren onlarca kadın var. Hatta tarih, adını duymadığımız ama geride kalarak imparatorları ve kralları yöneten kadınlarla dolu. Bu anlamda bugüne kadar erkeklerin egemen olduğu dünyada yönetimde kadınların etkisinin büyük olduğunu söyleyebiliriz. Hatta daha açık olursak, tarihte gücü elinde tutanların kadınlar olduğunu söylemek için haklı sebeplerimiz var.
Bu yazı, bugün de başarılı olmuş kadınlara ilham olan 4 kadının hayatının kısa bir özetidir.
Kleopatra: Bilgi erkeği etkiler.
İnsanların kaderi, yeteneklerinden ziyade talihleriyle daha çok yürür. Kleopatra’nın şansı, herhalde Sezar gibi Roma Tarihini yönlendiren bir insanla aynı dönemi paylaşmış olmasıdır.
Kleopatra, Batlamyus soyundan gelen, XII. Auletes’in’in kızıydı. Her kadına hitap eden bir hikayesi vardır. Bir bilgin olan Kleopatra, muhtemelen siyahiydi ve güzel bir kadın değildi.
Kleopatrayı Plutarkhos şöyle anlatır: “Diğer kadınlardan çok güzel değildi ya da ilk bakışta insanı çok etkileyecek bir güzelliği de yoktu. Ancak konuşmaya başladığında karşısındakini kolaylıkla etkilerdi. Güzelliği, konuşmasının inandırıcılığıyla ve çevresindekilere karşı davranışlarından anlaşılan karakteriyle birleştiğinde insanı canlandıran bir dürtü ortaya çıkıyordu. Ses tonları bile apayrı bir zevkti. Sanki çok telli bir müzik aleti gibi, bir lisandan diğerine dilediği zaman kolaylıkla geçebilirdi. Bu nedenle yalnızca birkaç ulusa çevirmen aracılığıyla seslenmiştir. Egemenliği altındaki birçok millete kendi dilinde seslenebiliyordu. Bu durum çok garipti. Kleopatra’dan önceki Mısır kralları yerli halkın dilini bile öğrenmemişler ve Makedonya dilini olduğu gibi kullanmaya devam etmişlerdi.”
Kleopatranın şansını arttıran olay, Sezar’ın düşmanı ve damadı Pompey’in öldürülmesidir. O dönem Kleopatra’nın kardeşi ve kocası XIII. Ptolemy, hadım Potnia’nın kışkırtmasıyla kendi müttefiki Pompey’i öldürdü. Bunu Sezar’ın hoşuna gideceği düşüncesiyle yaptılar ve kendilerini korumak istediler.
Kleopatra, iyi bir askeri stratejist, diplomat ve çok zeki bir kadındı. Mısır’ın müttefiki olan Pompey’in öldürülmesine karşı çıktı. Romalılar arasında, düşman da olsa akrabalığın bir saygısı vardı. Eğer bir ceza verilmesi gerekiyorsa bunu da bir Romalı vermeliydi. Bu anlamda zamanın ruhunu XIII. Ptolomy ve Potnia’dan daha iyi okumuştur.
Kleopatra, çok yönlü bir kadındı
O dönemde Kleopatra kadar entelektüel donanıma sahip bir kadın yoktu. Sezar, Kleopatra’ya tutkuyla bağlanmıştır. Öyle ki ondan Sezariyon (Caesarion) doğmuş ve Sezar onu meşru oğlu olarak kabul etmiştir.
Ne var ki Roma bir erkek cumhuriyetiydi. Kadınlar ev hayatıyla sınırlıydı ve Kleopatra ezberleri bozuyordu. Sonuçta bir kraliçenin, üstelik bir Mısır kraliçesinin ülkeyi yönetmesi diye bir zihin dünyası yoktu. Kleopatra’nın Sezar üzerinde böyle bir gücü olması, Cicero gibi insanları tedirgin etti. Neticede Sezar’ın bir suikastle öldürülmesi, Kleopatra’nın hayallerini suya düşürdü.
Kleopatra ve Sezar’ın karşılaşması, iki büyük zekanın karşılaşması olarak değerlendirilebilir. Bu karşılaşmaya yön veren kaderdi. Hırs, strateji, aşk ve ihtiras bu zekayla birleşince tarihin yönü, belki de dünyanın kaderi değişti. Roma’nın kaderinde etkili olmuş 2 erkeğin yazgısında önemli yeri olması, Roma’nın mukedderatında Kleopatra’nın etkisini arttırmıştır.
Marcus Antonius ve Kleopatra’nın ortak kaderi
Kadınların siyasi mücadeleleri o kadar büyük olur ki etkisiz bir lider olmalarına imkan yoktur. Kleopatra bunu Antonius’un Part seferinde ispatlar. Partlarla yapılan savaşta Antonius’a finansal ve askeri destek verdiğinde aslında durumu yöneten Kleopatraydı. Başarısız olduğunda dahi Antonius’u ayağa kaldıracak motivasyon ondaydı.
Kleopatra, Antonius’a 3 çocuk verdi ve onunla evlendi. Başlangıçta siyasi hedeflerle başlayan birliktelik sonradan aşka dönüştü. Ne var ki Antonius, Sezar’ın mirasını birlikte paylaştığı Octavian’ın (Augustus) kardeşiyle evliydi. Bu sebeple Antonius’un yaptıkları Roma’da hoş karşılanmadı. Ancak Sezar ve Pompey arasındaki savaştan sonra iki Romalı arasında bir iç savaş daha olamazdı. Antonius’un evlilikten sonraki bağışları, Octavian’a savaş fırsatı verdi. Bu yüzden Octavian, Kleopatraya savaş ilan etti.
Antonius bu ilişki de daha duygusal ve kozu az olan taraftı. Bu sebeple tüm kontrolü kaybetmiştir. Aktium savaşında Kleopatra’nın savaşın gidişatıyla ilgili kararlar alması, Antonius’un sadık generallerinden bazılarının Octavian’ın tarafına geçmesine neden oldu. Ayrıca Antonius, bir Romalı generale yakışmayan bir tavırla Kleopatra’nın peşinden giderek savaş meydanını terk etmiştir.
Kleopatra Mısır’ seviyordu ve bağımsız kalmasını istiyordu. Ayrıca Ptolomy hanedanı devam etsin istiyordu. Bu sebeple çok büyük oynadı ama Roma onu hiçbir zaman kabul etmedi. Belki hanedanını Roma’ya taşıyamadı ama kızı Selene ve torunu ile Moritanya kraliçesi olarak onu korumayı başardı.
Romalı olmak bir ideoloji ve bunun mirasını bugün de batı dünyasında görüyoruz. Romaya başkaldıran tarihi kişilikler bunun bedelini ödemiştir. Öyle ki bugün Roma’nın mirasçısı Batı, Roma adına bu savaşı sürdürmeye devam ediyor. Afrikalı bir kraliçe olan Kleopatra’yı beyazlaştırırken, dünyanın en büyük askeri dehasına bir yamyamın ismini verebiliyor.
Böyle olsa da tarih Roma’ya karşı başkaldıranları ödüllendiriyor. Öyle ki, Batı’nın bilinçaltında yaşamayı sürdürüyorlar. Bu tarihi figürler, mazlum halkların öykülerine konu olarak bugün de Romayla mücadelesine devam ediyor.
Hypatia: Bir erkek mücadelesinde kaybolan değer
Hypatia, doğayı matematik, mantık ve deney ile anlamaya çalışan Neoplatoncu Yunanlı filozoftur. Öğretisinde, insan dahil her şeyin içinden çıktığı yüce varlık “Bir”e ulaşmayı anlatır. İnsanlar, Hypatia’nın felsefesini pagan olarak görse de Hıristiyanlar “Bir”i kendi tanrılarıyla özdeşleştirdiler. Böylece hem paganlar hem de Hıristiyanlar, bu felsefe etrafında birleştiler.
Hypatia, öğretisi önemli olmakla beraber daha çok ölümüyle gündeme gelir. Belki de şanssızlığı, Hıristiyanlığın Roma’da yeni yayıldığı bir dönemde yaşaması ve bunun sonucunda bir güç mücadelesinin kurbanı olmasıdır. Devrin en güzel kadınlarından biri olduğu ve Vali Orestes’in de Hypatia’ya aşık olduğu söylenir.
Hıristiyanlık Roma’da çok yavaş yayılmıştır. Başlarda kimsenin önemsemediği ama hoşgörülü davrandıkları bir inançtı. Ancak Batı’nın tam anlamıyla kabul etmesinden sonra Batı’nın düşünce dünyasını çok kalın çizgilerle şekillendirmiştir. Öyle ki, Hıristiyanlık, Doğu Roma’da 380 yılında I. Theodosius tarafından ilan edildiğinde imparator, paganlığı ve diğer inançları yasakladı. Hıristiyanlığı kabul etmeyenlerin cezalandırılmasını emretti.
Hypatia bu dönemde, her iki tarafı birbirine kışkırtmayan barışçıl konuşmalar yapıyordu. Bu üslubunun, Hıristiyanlar da dahil olmak üzere, şiddetten hoşlanmayanlar üzerinde olumlu bir etkisi vardı. Ne var ki bu tavrından Patrik Kiril hoşlanmıyor ve Hypatia’yı kendisine rakip görüyordu. Hypatia, Hıristiyan olan İskenderiye Patriği Kiril ile Romalı vali Orestes arasındaki mücadeleye istemeden dahil olmuştur. İşte Hıristiyanlığın yayıldığı bu dönemde, inanç sahiplerinin kendi aralarındaki mücadeleye paganların hıristiyanlara gösterdikleri tepkiler de eklenince Hypatia hedef haline geldi.
Bir kadını topluma hedef göstermek isterseniz onu kadınlığı üzerinden vurmak çok kolaydır. O zamanlarda da Kiril’in Hypatia’yı cadı gösteren faaliyetleri ve iftiraları, toplumun ondan soğumasında etkili oldu. Hypatia’da bu propagandanın etkisiyle sokaklarda çıplak gezdirilmiş ve derisi yüzülerek vücudu parçalanmıştır.
Jeanne d’Arc: 16 yaşında bir azize
Jeanne d’Arc’ın motivasyonu, diğer tarihi kişiliklerden biraz farklıdır. O, Tanrıdan doğrudan emir aldığını söylüyor ve ilahi bir gücün onu harekete geçirdiğini düşünüyordu. Bu bağlamda nerede durması gerekiğini ancak ona Tanrı söyleyebilirdi.
Jeanne d’Arc, henüz 16 yaşındayken hem kendini hem Fransız askerlerini, baş melek Mikail’in, İskenderiyeli Azize Katerina’nın, Azize Margaret’in ve Cebrail’in seslerini duyduğuna ikna etti. Yüzyıl Savaşlarının kaderini böylece değiştiren Jean D’arc, bu deneyimini şöyle anlatmıştı: “ On üç yaşımdayken, Tanrı’nın kendimi yönlendirmemde bana yardımcı olan sesini duydum. İlk seferinde çok korkmuştum. Ses bana öğle vakti duyurmuştu kendini. Mevsimlerden yazdı ve o sırada babamın bahçesindeydim. Tanrı bana gitmemi emrettiğine göre gitmeliydim. Ve bu emri bana veren Tanrı olduğu için, yüz babaya ve yüz anneye sahip olsaydım ya da bir kralın kızı olsaydım bile giderdim yine de“
İngilizlerin, Fransa tahtı üzerinde hak iddia etmesiyle 1337 yılında başlayan ve 1453 yılına kadar süren Yüz Yıl Savaşları başladı. İngiltere ve Fransa arasında geçen savaş, Fransızlar açısından çok yıpratıcıydı. 116 yıl süren savaşın en kritik anında Jeanne d’Arc’ın inancı ve coşkusu, Fransızların İngilizleri Orleans’ta yenmesini sağladı. Umutlarını mitlere ve kehanetlere bağlayan Fransızlar öyle zor durumdaydı ki, Orleans’taki zaferden sonra Jeanne d’Arc’ı beklenen mesih olarak kabul ettiler.
Ancak Jeanne d’Arc için Orleans Savaşı büyük görevinin başlangıcıydı. VII. Charles, Reims Katedrali’nde taç giyene kadar mücadeleyi bırakmaya niyeti yoktu. Ne var ki Fransız komuta kademesi bir kadının danışmanları olmasını istemiyordu. Jeanne, bir kez daha Fransızları ikna etti ve peşi sıra zaferlerle Kral’ın Reims’de taç giymesini sağladı.
Jeanne d’Arc’ın ölümü
Ne var ki bu ilahi rehberlik misyonu, gerçek dünyanın kurallarına uymuyordu. Sağduyudan yoksun bir tarafı vardı. İngilizlerin Orleans’ta yenilmesinden sonra Tanrı’dan mesaj almaya devam etmesinin siyasi bir karşılığı yoktu. Sonrasında yaptığı savaşta Burgonyalılara esir düşerek İngilizlere teslim edildi. İngilizler bir kadının bunları yapamayacağını düşünerek onu cadılıkla suçladılar. Bu yüzden zaten bu durumdan rahatsız olan ulemanın suçlamasıyla mahkum oldu.
Jeanne, Fransa Kralı’nın kendisini kurtaracak bir girişimde bulunucağını düşünüyordu ama böyle bir girişim hiçbir zaman olmadı. Jeanne d’Arc’ın durumunun VII Charles için bir önemi yoktu. Yapılan mahkemede işlediği günahları kabul etti. Sonuçta cadılık suçundan 19 yaşında yakılarak idam edildi.
1456 yılında, bir engizisyon mahkemesi Jeanne’ın davasını yeniden incelemiş, hile ve usul hataları nedeniyle kararı bozmuştur. Jeanne d’Arc bir şehit olarak saygı görmüş, Roma Katolik Kilisesi’nin itaatkâr bir kızı, erken dönem bir feminist, özgürlük ve bağımsızlık sembolü olarak görülmüştür.
Fransız Devrimi’nden sonra Fransa’nın ulusal sembolü haline gelmiştir. Roma Katolik Kilisesi 1920’de Jeanne d’Arc’ı kanonlaştırarak azize ilan etti. Bunun yanında halk, onu cinsiyet rollerinin ötesinde bir askeri lider ve Fransa’nın o dönem kuratarıcısı olarak kabul eder.
Hürrem Sultan: Bir Cihan Padişahını yönlendiren en güçlü kadın
Birçok tarihçi, Osmanlı Tarihinin en parlak yıllarını Kanuni dönemi olarak kabul eder. Oysa yine tarihçiler en büyük hataların da o dönem olduğunda hemfikirdir.
Yapılan hatalar o an su yüzüne çıkmaz çünkü güçlü yapı, rekabetin öne çıkmasını engeller. Osmanlı’da da böyle olmuş ve güçlü yapı hatayı örtmüştür. Belki Osmanlı için bunun sonuçları iyi olmamıştır ama Hürrem Sultan, gelecekteki toplum hayatında önemli etkileri olacak ilk kadın hareketinin de başlamasını sağlamıştır.
Hürrem Sultan, Osmanlı tarihinde devlet işleriyle ilgilenen ilk kadındır. Kendi mührünü bastırmış, divan toplantılarını tel örgülü bir pencereden izlemiş ve fikirlerini padişaha sunmuştur. Böylece buna benzer birçok devrimci hareketi başlatan Hürrem Sultan’la Osmanlı’da kadınlar saltanatı başlamıştır.
Hürrem Sultan’nın Osmanlı Sarayına ne zaman geldiği hakkında muhtelif rivayetler vardır. Ancak genel kabul gören görüş, 15’li yaşlarında Tatar akıncılar tarfından kaçırılıp Topkapı Sarayı’na sunulduğudur. Kanuni’nin şehzadeliğinin ilk yılarında ya da padişahlığının ilk senelerinde de hareme girmiş olabilir. Ayrıca Kanuni ile nasıl tanıştığı hakkında da kesin bir bilgi yoktur.
Tarih onu biraz hırçın, saldırgan ve pervasız biri olarak anlatır. Gerçek bir resmi hiçbir zaman çizilmemiştir. Geçmişi hakkında tarihin bu kadar az şey söylediği Roxelana, hareme girmesi ve Kanuni’yle tanışmasıyla sadece cihan padişahının değil, tarihin de ilgisini çekmiştir. Zeki olması, kendinin farkında olması ve cazibesiyle Kanuni’nin dikkatini çekmeyi başaran Roxelana’ın Kanuni üzerinde öyle bir etkisi olmuştur ki, padişah sevgisini ve ilgisini saklayamamıştır. Öyle ki, Osmanlı Tarihinde uzun bir aradan sonra bir padişahın tek nikahlı eşi ünvanını almıştır.
İlk devrimci hareketler
Kanuni ile evlenen Hürrem, cariyelere verilen Haseki ünvanını Sultanla değiştirir ve Hürrem Sultan olur. Bunu da tüm dünya devletlerinin davet edildiği bir düğünle duyurur. Bu durum, Osmanlı geleneklerine aykırı olsa da devrimci bir harekettir. Bunun devamında artık kaderindeki olaylar bir çorap söküğü gibi akmış ve sarayın padişahtan sonra en güçlü kişisi olmuştur.
Öncelikli olarak haremi yönetimi altına alır. Sonrasında Mahidevra’ın oğlu veliaht Şehzade Mustafa’yı destekleyen Sadrazam Pargalı İbrahim Paşa’nın idamında rolü olduğu söylenir. İbrahim Paşa’nın kendini üstün görmesi ve hatalarının kendine dönmesinden de faydalanmış olabilir. Yaptığı devrimci hareketlerden biri de Harem’i Topkapı sarayına taşıtmak olmuştur. Ayrıca ardı arkası kesilmeyen atamalarla, bunların arasında şehzade atamaları da vardır, söylentilerin ardı arkası kesilmez. Mesela geleneklere göre şehzadeleriyle beraber sancaklara gitmesi gerekirken İstanbul’da kalmayı tercih etmiştir.
Hürrem Sultan, Şehzade Mustafa’nın ölümüyle rakipsiz kalır.
Veliaht Şehzade Mustafa’nın tahta çıkacağından korkan Hürrem Sultan, Şehzade Mustafa’yı babasının gözünden düşürmek ister. Bu amaçla kızı ve damadı Rüstem Paşa’yla beraber bir komplo kurar. Hürrem Sultanın emriyle hareket eden Rüstem Paşa, Şehzade Mustafa’nın mührünü yaptırarak Safevi şahı I. Tahmasb’a mektup yazmış, İran Şahının cevabını da Kanuni Sultan Süleyman’a sunmuştur.
Buna benzer entrikalarla Kanuni Sultan Süleyman, oğlu Mustafa’nın kendisine isyan edeceğine ve tahtı elinden alacağına ikna olur. Şehzade Mustafa’nın öldürülmesiyle Hürrem Sultan’ın iki oğlu Bayezid ve Selim tahtın varisleri olarak kalır.
Dış siyasette Hürrem Şah’ın gölgesi vardı.
Hürrem Sultan’ın devlet işlerindeki etkisi, o zamana kadar başka Osmanlı padişah eşlerinde görülmemiştir. Öyle ki, dış siyaseti etkilemiş ve diplomatik yazışmalar yapmıştır. Örneğin Rodos seferinin açılmasını teşvik ettiği ve sonraki yıllarda İran seferlerine destek verdiği söylenir. Bunun yanında 1548’te Kanuni’nin ikinci İran seferi sırasında Lehistan tahtına çıkan yeni krala tebrik mektubu yazmış ve hediyeler göndermiştir.
Osmanlı devletinde bir Haseki Sultan’ın, bir kralla mektuplaşması görülmüş bir şey değildir. Sonraki dönemde de bu durum tekrarlanmamıştır. Bu, bir devrim olarak yorumlanabilir ancak yabancı devletler açısından bir zaaf olarak da görülebilir.
Hürrem Sultan, Osmanlı tarihinde ilk kez meşru eş sıfatıyla kraliçe anlamına gelen Şah unvanını alır. Yazdığı mektuplarda Hürrem Şah olarak mühür kullandığı çoğu raporda geçer.
Sonuç
Toplumda daha fazla hak kazanmak için çok mücadele vermek gerekir. Ancak kadınsanız, vermeniz gereken mücadele daha fazladır. Kadınlar, sadece erkek rakiplerini değil önyargıları da aşmalıdır. Önyargıları aşsa da yine erkeğin onayına ihtiyacı vardır. Bu anlamda bir erkekten çok daha güçlü olduğunu göstermesi gerekir. Üstelik bu rekabet toplumu yönetme, kitleleri sürükleme noktasına geldiğinde nasıl bir çaba göstermeleri gerektiğini anlatacak çok fazla söz bulamıyorum.
Bir kriz anında kadının erkek üzerinde hakimiyet kurması ne kadar cesur ve dayanıklı olduğuna bağlı. Bir erkek, arkasının sağlam olmasını ister. Kim için öleceği önemlidir. Burada kadınlarla erkeklerin sadakat anlayışı farklıdır. Bu özellikler bir erkeğin gözünde kadınla bütünleşmediği için kadının daha çok çalışması gerekir.
Buna rağmen tarihin belli dönemleri, çok güçlü kadınların dönemi oldu. Bıraktıkları izleri hiçbir erkek silemedi. Tarihte bunları başarmış kadınlar, bir erkeğin ödeyeceğinden daha fazlasını ödemiştir. Belki bunu başaran kadınların sayısı sayılıdır. Ancak kadın geri planda kalsa da erkekle gücü paylaşmanın yollarını bulmuştur.