Cinsiyet Eşitliği Olmadıkça Erkekler Ağlamaz
Erkeklerin ağlama zorluğu, duygularını göstermek istemediği gibi bir önyargıya sebep olur. Bunu açıklamak için yapılan bir çok bilimsel araştırma vardır. Bu bir yere kadar doğrudur ama erkeklerin daha az ağlaması, aynı zamanda evrimin bir baskısıdır.
Bu konunun zorlanması, sanki erkeklerin ısrarla ağlaması için yapılan bir baskı izlenimi uyandırıyor bende. Oysa erkekler için ağlamak gerçekten zordur. Bu, duygularını belli etmediğinden değil, ağlama eşiğinin çok derinlerde olmasındandır. Sonuçta erkek de bir insandır ve duygusaldır. Ancak duygularını gösterme biçimi daha farklıdır. Örneğin ağlasa bile bunu kimsenin görmesini istemeyebilir. Kaldı ki ağlamak özel bir durumdur. İnsanların özel bir anını yalnız yaşamak istemesi son derece doğaldır. Yanınıza birisinin gelip sizi teselli etmesini istemeyebilirsiniz. Yalnız kalıp yaşadığınız acı ya da sevinci doya doya yaşamak isteyebilirsiniz.
Yine de insanlar, erkeğin doğasını ve toplumsal normları hiç dikkate almadan bazı yönlendirmeler yapmaya devam ediyor. Mesela tıbbi yayımlarda ağlamanın faydaları çokça anlatılıyor.
Ağlamanın birçok faydalı yanı mutlaka vardır. Öncelikle ağlamak, insanın sadece biyolojik değil, ruhsal olarak da rahatlamasını sağlar. Çok üzüldüğümüzde üzüntümüz gözyaşlarıyla dışarı çıkar. Mutlu ve neşeli olduğumuzda içimizdeki aşırı sevinçtir bu defa dışarı çıkan.
İçimizde ne varsa onu yansıtırız. İşin doğrusu, hangi duygumuz fazlaysa onu doğaya salan dengeleyici bir tarafı vardır ağlamanın. Hırsımızdan, kederimizden, mutluluğumuzdan, acımızdan ve korkumuzdan ağladığımızda, hissettiğimiz duygunun şiddeti düşer ve iç dengemizi sağlarız.
Bu tanıma göre erkek de ağlayabillir. Ne var ki her kavramın bir de ikinci anlamı vardır. Toplumun yargıları, bir şeyi iyi gösterdiği kadar kötü de gösterebilir. Bir barometre gibi bazen ölçüyü kaçırdığımızı bize söyler. Hatta bazen toplumsal normların sağlığın önünde olduğu durumlara rastlarız. Örneğin bir toplum, erkek ağladığında onu güçsüz görür ve alay ederse o da ağlamaz.
Ayıplanmanın verdiği baskı, bırakın toksinleri atmayı derde dert katar. Toplumun bu şiddeti, erkeğin boşaltamadığı duygularını şiddet olarak boşaltmasına neden olur.
Erkekler neden ağlamaz?
Toplum kuralları bazen çok acımasız olabiliyor. Erkekler duygu yoksunu değil aksine son derece duygusaldır. Ancak bir erkek, üzüntüsünü güçlü kalarak da gösterebilir. Ayrıca toplumun erkeğe bakış açısı bu konuda katıdır. Toplum içinde ağlayan bir erkeğin görüntüsü, zihnimizdeki masküleniteyle çok uyuşmaz ve bizi rahatsız eder. Bu anlamda erkeğin neden ağlamadığını anlamak için topluma biraz daha yakından bakmamız daha doğru olur.
Toplum hayatı erkek için daha çelişkilidir. Öyle ki, erkeğin her yaptığı hareket ikili bir anlam taşır. Mesela erkek evde çok oturursa pineklemek ve tembel olmakla suçlanır. Dışarı çıkmak istediğinde de neden dışarı çıktığı sorgulanır. Bir baba, çocuklarına kızdığında genelde aşırı sert olmakla suçlanabilir. Oysa yumuşak olduğunda sorumsuz ve kötü bir örnektir. Eşinin çalışmamasını isteyen erkek bağnaz ve dar görüşlüdür. Ancak kadın çalışırsa erkek yine de daha fazla kazanmalı ve sorumluluğu almalıdır. Daha az kazanan bir erkek için bu durum, güçsüzlük ve erkek olma vasfının azalması demektir.
Bir erkeğin kadını dövmesi gerçekten ayıplanacak bir durumdur ve suçtur. Ancak bir kadının şiddetine uğrayan erkeğe, bu duygusal ya da fiziksel olabilir, insanlar güler. Şiddetten kadın mağdur olarak çıkarken erkek rezil olur.
Yardım amacıyla bir kadına dokunan erkek, potansiyel bir tecavüzcü görünebilir. Bir erkeğin kadına yaklaşmasında mutlaka bir art niyet vardır. Bir erkek, para harcadığı ve ihtiyaçları karşıladığı sürece cömertliğinden herkes bahseder ama iş terse döndü mü herkes aptallığını konuşur. Üstelik kimse bunda kadının arzularının olduğunu sorgulamaz. Zor bir durumda, biraz sakin kalıp mantıklı düşündüğünde ne yaptığını bilmeyen ama tepkisini hemen gösterdiğinde kaba ve aceleci bir adam olma ihtimali yüksektir. Bunların sonucunda ağlarsa çocuk ama ağlamazsa duygusuzun teki olur.
Bu anlamda erkeğin toplumun vereceği tepkilerden şüphe etmesi onu zor bir durumda bırakır. Ancak toplumun erkeğe yaptığı aşırı yükleme, doğanın kayırmasıyla ona verdiği görevin bir sonucu da olabilir.
Güvenli bir ortam varsa yaşam vardır.
Hayatımızda iz bırakan olaylar, genelde güzel anlarımızdan daha çok zor anlarımızdır. Yaşamda bir sonraki safhaya, bir sorunu çözerek gireriz. Ancak bir sonraki merhale için sıçrayacağımız taban sertse ilerleyebiliriz. Yaşam, yoluna böyle devam eder.
Bu anlamda hayat, kendini güvende hissettiği ortamda yeşerir. Buna insan hayatını örnek gösterebiliriz. Mesela öğrenmeyi, işitmeyi ve dokunmayı öğrenmemiş bir bebek, içgüdüsüyle annesinin memesini bulur ve ağlamayı keser. Annenin verdiği huzur, ona o sinyali gönderir. Aralarındaki manyetik bağ, bu kenetlenmeyi yaşatır. Anne de bu huzuru, babanın yarattığı güven çemberinde hisseder.
Anneliği yaşamak, erkeğin sağladığı güven çemberi içinde olur. Bu silsile içinde hayat yolunu bulur. Baba açısından bu süreç güvenle yürüdüğünde misyon tamamlanmıştır. Örneğin doğada grup olarak gezen hayvanlar buna iyi bir örnek olabilir. Erkek aslan hiçbir katkı sunmadığı avdan payını ilk olarak alır. Gruba verdiği güvenin karşılığında aldığı teşekkürdür bu. Belki de aslan payı deyimi buradan geliyordur. Enerjisini, dişi aslanlar ve yavruları dış tehditlerden korumak için saklar. Dişi aslanların güvenle avlanmaları, bebeklerini yetiştirmeleri başka türlerin gruplarını rahatsız edememeleri sayesindedir.
Bu anlamda neslin devamı da evrimin dayattığı bu işbirliği içinde yürür. Doğada tüm türlerin eş seçimine dikkat ettiğimizde, dişi her zaman geleceği için güven veren erkeği seçer. Bu anlamda doğada yaşanan eş seçme ritüellerine baktığımızda, erkeklerin dişi önünde kendilerini en güçlü gösterecek pozisyonda yürüdüklerini görürüz. Kendilerini güçsüz gösterecek bir tavır gösterdikleri an dişinin sezgilerinden kaçamazlar. Erkekte ağlamamak nasıl evrimsel bir baskıysa, seçimi yapan dişi de yaptığı seçimde yanılmaz. Hayat, geleceği için seçim yaparken hata yapmaz.
En güçlü görünmemiz gereken zamanda ağlamak bizi zayıf gösterir.
Ağlamak, tüm savunma mekanizmamızı etkisiz hale getirebilir. Ağlarken konuşamaz ve kolayca hareket edemeyiz. En zayıf olduğumuz anlarımızı ağlarken yaşadığımızı söyleyebiliriz. Oysa zor durumda kalan insanlar tutunacağı birini arar. Ondan aldığı enerjiyle kendini ileri atacak gücü yakalar. Eğer güvendiği adam ağlarsa gerisi domino taşı gibi çöker. Barajın önündeki setin yıkılmasına benzetebiliriz bunu. En güçlü halka olmak yetmez, en zayıf da desteklenmelidir. Bunu başarmak için de sakin bir akıl gerekir. Oysa ağlamak, aklın işlevselliğini zayıflatır.
Doğru kararlar almak için aklın diğer etkilerden uzak olması lazım. En azından dış etkilerden etkilenmeyecek kadar dayanıklı olmak gerekir. Biz, bunu erkekten bekleriz. Oysa erkek bu dayanıklılığı göstererek kadının aklının da sakin kalmasını ve düşünmesini sağlar. Güvenli olmayan bir ortamda akıl, doğru kararlar alamaz. Bu durum, doğanın bize verdiği bir işbölümüdür.
Hayata eşit başlamayız
Dünyaya doğal bir eşitsizlikle geliriz. Eğer belirli bir gen durumuna sahipseniz, şiddete meyilli olma ihtimaliniz çok yüksektir. Bu genler ağır bir suç işleme ihtimalini de arttırır. Belki de yazıya şöyle bir soruyla başlamak doğru olabilir. Erkekler şiddete eğilimli midir? Saldırganlık doğuştan mı gelir? Buna cevabım evettir. Bahsettiğimiz gibi evrimin seçilim baskısı erkekte böyle bir eğilimi geliştirmiştir. Buna bir de toplumun baskısını eklediğimizde kontrol edilmesi zor bir gücü erkeğin omuzlarına yıkarız.
Bu anlamda spermle yumurtanın birleştiği anda kaderimiz belli olur. Ancak üzerinde hiç söz sahibi olmadığımız başka koşullar da vardır. Mesela içine doğacağımız ortamı seçemeyiz. Belirli bir gen şablonu ile dünyaya gelsek de bizi biçimlendiren bir çevre vardır.
Bu anlamda Y kromozomu erkeğin risk alma kapasitesini arttırır. Bu durum, güdüler ve davranışlar bakımından hayata eşit koşullarda başlamadığımızın göstergesidir. Etkileşim içinde bulunduğumuz çevre de kişiliğimizi ve davranışlarımızı etkiler. Hapishanelerin erkeklerle dolu olması, testesteron hormonun, sosyal yapının yüklediği ekstra yüklerin baskısıyla patladığı anlarda işledikleri suçlar sonucudur.
Erkek çocuklarına küçüklüklerinden ağlamamaları söylenir. Oysa erkek, bunu babasından duymasa da ağlamaya bu sebeplerden dolayı meyilli değildir. Ancak annelerin, erkek çocukların yetiştirilmesinde daha etkili olduğunu düşünüyorum. Bu anlamda erkeğin dünyaya bakışında bir kadının etkisi, erkeğe göre daha fazla olabilir.
Bu durum nasıl evrimsel bir zamanla oluştuysa muhtemelen yine böyle bir zaman ölçeğinde düzelir. Ancak teknolojinin bu süreci gittikçe kısalttığını söyleyebiliriz.
Erkeğin tedavisi cinsiyet eşitliğidir.
Erkekleri şiddetten arındırmak gibi bir şey olamaz. Bunun tedavisi de yoktur. Eğer bunun bir tedavisi varsa bu, kadın ve erkek arasındaki ön kabüllerin değişmesidir. Olumlu anlamda değişen çevre, tüm olumsuzlukları siler. Bunun başlangıcını bugün hissediyoruz. Kadınların savunduğu daha adil bir işbölümünün yeniden kurulma dönemini yaşıyoruz. Kadınlar, toplum hayatına katıldıkça hayat şartları karşısında dirençleri artıyor. Uğradıkları haksızlıklar teker teker ortadan kalkıyor.
Toplumun erkeğe yüklediği ekstra yükü kadınlar paylaştıkça erkek daha da özgürleşiyor. Kadının da çalışması, erkeği gelecek kaygısından kurtarıyor. Bunun sonucunda erkek kendini rahat ve güvende hissediyor. Bu durum, erkeğin yaşadığı iç çatışmaları azaltarak endişe seviyesini düşürüyor. Dolayısıyla ağlama ihtimallerinden birisi azalmış oluyor.
Bu nedenle birçok erkeğin, duygularıyla yeniden bağlantı kurma becerilerini öğrenmesi gerektiğini kabul ediyorum. Ancak kabul etmediğim şey, bunu seminerler düzenleyerek ağlamayı öğrenmeye çalışmak gibi uygulamalar. Yüzeyde kalan duygularla belki bir bağ kurabiliriz ama bu bizim doğamızla oynamak gibi geliyor bana.
Oysa sorunun kaynağı daha derinlerde yatıyor. Erkekler, belki konuşarak sorunlarına geçici çözümler bulur. Ancak sorun yanlış tespit edilirse daha farklı rahatsızlıkların ortaya çıkacağı da muhtemeldir.
Erkek ağlamak değil, daha az kaygı duyacağı bir hayat istiyor. O, kendini rahatlatacak ağlamanın değil, daha özgür olmanın peşinde. Bu da kendisine yüklenen gereksiz yüklerden kurtulmakla olur. Ayrıca değişen çevre, kadınların da daha zor ağladığı bir ortam yaratıyor.
Kadınlar da güçlü olmak zorunda oldukları bir döneme giriyor
Günümüz toplumlarında kadının da ağlama eşiği erkekte olduğu gibi daha derinlere iniyor. Tarihe baktığımızda böyle toplumların varlığına rastlıyoruz. Örneğin Amazonlar gibi savaşçı kadınlar, toplumun onlardan beklediği güçlü ve cesur olma imajı nedeniyle duygularını dışa vurmakta zorlanmışlardır. Tarihte savaşçı ya da savaş ortamında yaşayan kadınlar, kendilerini güçlü ve dayanıklı göstermeye çalışmıştır.
Ayrıca sanayi devrimiyle birlikte kadınların iş gücüne katılımı artmıştır. Ancak o dönemde kadınların hem ev işleriyle ilgilenmeleri hem de dışarıda çalışmaları beklendiğinden, duygusal ihtiyaçlarını ihmal etmeleri ve güçlü görünmeleri teşvik edilmiştir.
Bu örnekleri bugüne taşıdığımızda girişimci kadınların bakış açısı, çalışmayan kadına göre daha farklı oluyor. İş hayatının katı kuralları karşısında hayatın başka bir tarafı da olduğunu görüyor ve kendilerini de bu duruma uyarlıyorlar. Yüksek rekabetin olduğu iş dünyasında, hem erkekler hem de kadınlar, duygusal olarak kendilerini güçsüz göstermek istemezler. Bu durum, kadınların da ağlamak gibi duygusal ihtiyaçlarını bastırmalarına neden olabilir.
Kadınlar artık ağlamıyor
Günümüzde bazı mesleklerde çalışan kadınlar, işlerinin doğası gereği duygusal ihtiyaçlarını ikinci plana atmak durumunda kalmaktadır. Polis, asker, itfaiyeci gibi mesleklerde çalışan kadınlar, işlerinin doğası gereği duygusal tepkilerini kontrol altında tutabiliyorlar. Bu durum, onların da ağlamak gibi duygusal ihtiyaçlarını bastırmalarına neden oluyor.
Yüksek rekabetin olduğu spor gibi alanlarda erkekler kadar kadınlar da kendini zayıf gösterecek hareketlerden uzak duruyor. Bu durum, kadınların artık duygusal olarak kırılgan değil, aksine güçlü ve mücadeleci imajını pekiştiriyor. Hala bazı toplumlarda kadınların daha duygusal, erkeklerin ise daha güçlü olduğu yönünde yaygın bir inanış vardır. Ancak bu inanışın, kadınların da duygusal ihtiyaçlarını bastırmalarına ve ağlamanın zayıflık göstergesi olduğunu düşünmelerine neden olduğunu söyleyebiliriz.
Burada kadının gördüğü şiddete ayrı bir parantez açalım. Kadın, şiddeti reddettikçe doğası sertleşiyor ve acı eşiği yükseliyor. Toplum hayatına katılan kadının çevresiyle beraber beklentileri de değişiyor. Eğitimde, iş hayatında ve önceden erkeklere açık olan fırsatlara erişimde payını arttırdıkça mücadele gücü de artıyor.
İşin doğrusu bu durum erkeğin doğasını da değiştiriyor. Her ne kadar şiddet haberleri çok olsa da ben erkeklerdeki şiddet eğiliminin giderek azaldığını, kadınların da hayatta daha savaşçı olmasıyla ağlamayı unutmaya başladıklarını düşünüyorum. Bu biraz da farklı kültürlerin ön kabulleri ile alakalıdır. Kadınların bu özellikleri kazanması, demokratik ve şeffaf ülkelerde daha fazlayken baskıcı yönetimlerde yoktur. Kadın ve erkeğin rolleri, toplumun beklentileriyle doğru orantılıdır diyebiliriz.
Demek istediğim, bugün baskın olan duygular çevreyle beraber değişir ve bizi de değiştirir. Bir zamanlar ağlamayan kadın, bugün aşırı duygusal bir yapıya kavuştuysa yeniden eski durumuna dönebilir. Daha barışçıl bir ortamda, erkeğin de dayanıklılık ve güç gibi eril duyguları karşısında merhamet ve şefkat gibi dişil duyguları gelişebilir. Bunun sonucunda gelecekte buna uygun duygusal tetikleyicilerin erkekte daha çok geliştiğini görebiliriz.
Cinslerin doğasıyla çok oynamamalıyız.
Sonuçta genlerimiz ne kadar önemli olsa da yaşadığımız çevre davranışlarımızı ve duygularımızı geliştirir. Beynimiz daha çok hangi şartlarda çevreye uyum sağlıyorsa duyu organlarımızdan gelen sinyalleri önem dercesine göre sıralar. Sözün özü, kadınlar daha kolay ağlar, erkekler ağlamaz diye bir kural yoktur.
Ancak böyle olması için yapılan dayatmalar, doğanın işine çomak sokmaktır. Bir erkek, bir kadının tacizini kabul etmez ama bir kadını da taciz edemez. Erkek, bir kadından dayak yememelidir. Böyle bir toplumsal baskıyı erkek üzerinde her zaman hissetmelidir. Demek istediğim, bir erkek kadın tarafından şiddete uğruyorsa toplumun kadını ayıplamasına gerek yoktur çünkü bu bir erkek için gerçekten aşağılayıcı bir durumdur. Bu durum, kadın şiddet gördüğünde nasıl ayıp oluyorsa aynı şekilde toplumsal bir kural olarak kalmalıdır.
Eğer bu bir eşitsizlikse, bırakalım bazı eşitsizlikler yerinde dursun. Evet bence bu kurallar yerinde kalsın ama her iki taraftaki aşırı yüklemeler kalksın ve kendi doğalarımızı daha iyi tanıyalım.
Sonuç
Erkeklerin ağlaması ya da kadınların erkeklere ihtiyaç duymaması, bunlar bize fayda sağlamayacak tartışmalar. Kadınlar, erkeklerin duygularını kendi istedikleri biçimde göstermesini istiyor. Oysa birbirimize baktığımızda kendi zıddımızı görüyoruz. Kadında östrojen hormonu, erkekte testosteron var. Çok farklı iki varlığa bakıyoruz. Kendi merkezimizden biraz çıkma becerisini gösterip karşımızdaki varlığın keşfine çıksak, elimizdeki veriden daha fazlasını bulacağımıza eminim.
Neden beni anlamıyor yerine karşımda benden farklı birisi var diye düşünmeliyiz. Acaba ne hissediyor? Hayatta benden farklı ne buluyor? Birisinin sizi anlamasını beklemek yerine sizin onu anlamaya çalışmanız, kendinizle de ilgili yeni ipuçları bulmanızı sağlar. Bu anlamda kendinizi daha iyi anlamak için karşınızdakini anlamaya çalışmak belki de daha doğrudur.