Kozmik Yalnızlık: Fermi Paradoksu ve Dünya Dışı Yaşam Arayışı
Devasa bir evrenin, çok küçük bir bölgesinde yaşıyoruz. İçinde bulunduğumuz Samanyolu, evrendeki yüz milyarlarca galaksiden sadece bir tanesi. Sadece Samanyolu’nda yaklaşık 400 milyar gezegenin olduğu tahmin ediliyor. Bunların arasında 50 milyara yakın güneş benzeri yıldız bulunuyor ve bunun 10 milyar kadarının etrafında ortalama 5 gezegen var. Bu büyüklüğü evrene yansıttığımızda trilyonlarca yıldız ve gezegenden oluşan bir yapının içinde yaşıyoruz. Ancak bu yapı, bizim gözlemleyebildiğimiz alanı kapsıyor. Ulaşamadığımız evrenin ötesinde kalan madde hakkında bir bilgimiz yok. Sonuç olarak kozmosda dünyadaki kum tanesinden daha fazla gezegen olduğunu söyleyebiliriz.
Bu kadar çok maddenin olmasının yaşam açısından bir anlamı var. Yaşam, uzayın boşluğunda ortaya çıkmaz. Tutunabilmesi için bir gezegene ihtiyacı vardır. Bu kadar çok maddenin varlığı, yaşamın evrilmesi için mükemmel bir ortam sunuyor. Bunun sadece bir kısmında hayat olsa bile evrenin cıvıl cıvıl yaşamla dolu olması gerekir. Peki her şey varken ve evrende bizimle evrilen bir yaşamın olduğu da sabitken bizim dışımızda herkes nerede?
Enrico Fermi, 1950 yılında Manhattan Projesinde bir öğle yemeği sırasında, fizikçilere mahsus bir geyik muhabbetinde bu soruyu sorduğunda daha önce düşünülmeyen bir şeyi sormadı. Fermi bu soruyu sorarken insanlığın özlemini dile getirdi.
Evrenin bir yerinde yaşamı keşfetmek insanlık için büyük misyon. Uzayda birilerinin olduğuna inanırız. Var oluşumuzla beraber her zaman göklere bakmışızdır. Her zaman bir Tanrımız olmuştur mesela. Kıyameti gökyüzünden bekleriz. Ayrıca askeri sır olan bir uçan cismin ya da gece gökyüzünde yakıt ikmali yapan bir uçağın UFO olduğunu iddia ederiz. Gökyüzünden bir gün bir ziyaretçinin geleceği, belki de bilinçaltımızda yalnız olmadığımızı anlatan bir dışavurumdur.
Neden bir paradoks yaşıyoruz?
Yaşamın meydana gelmesi için yeterli olan bu kadar büyük bir yapıda hiç hayat belirtisine rastlamamamız bir paradokstur. Yalnız şunu söylemeliyim ki evrende paradoks olmaz. Bu, sahip olduğumuz sınırlı verilerden oluşan zihnimizin algıladığıyla gerçek arasındaki farktır. Evrenin tümünü görebileceğimiz bir kudretimiz olsaydı, kozmosda başka hayat olup olmadığını görür, böylece hiçbir paradoks yaşamazdık.
Öyleyse doğanın karşısında bu kadar bilgisiz ve çaresiz olmamız, asıl gerçeği görmemizi engeller. Bir uçaktan yeryüzüne baktığımda ormanları, nehirleri ve daha başka bir çok ayrıntıyı görebilirim. Bu verilerle daha sağlıklı öngörüler yapabilirim. Oysa yere indiğimde yeryüzü benim için belirsizleşir. Çok kısıtlı veriyle beklentilerimi oluşturmam gerekir. Cevaplamam gereken sorular çoğalır ve daha çok boyutu düşünmek zorunda kalırım.
Evrendeki durumumuz tam da böyle. Karanlık bir alanda file dokunarak onu tarif etmeye çalışıyoruz. Bu sebeple çok boyutlu düşünmemiz gerekiyor ve böyle elverişli bir ortamda neden yalnız kaldığımızı anlatan hipotezler geliştiriyoruz. Bu hipotezleri de elimizdeki tek referans olan dünyadaki yaşama göre oluşturuyoruz. Hissettiklerimizi, düşünme şeklimizi ve algılama biçimimizi bir uzaylıya yansıtarak neden karşılaşmadığımızı anlamaya çalışıyoruz. Böylece, eğer varsa, uzaylıların kendi dünyalarında neleri yaşıyor olabileceklerini hayal edebiliyoruz. Dünyadaki yaşamın yasalarını evrenin geri kalanına yansıtarak da yaşamı nasıl aramamız gerektiği hakkında bir yol haritamız oluyor.
Fermi Paradoksu: Evrendeki Sessizlik
Konuya böyle yaklaştığımızda, dünya dışı bir yaşam varsa doğanın karşısında o da bizim gibi çaresizdir. Bu sebeple aynı doğa olaylarına maruz kalırız. Dünyamıza çarpan bir asteroid nasıl o çağın baskın türü dinazorları yok edip biz memelilerin döneminin başlattıysa, benzeri bir olayın yaşam olan başka bir gezegende olma ihtimali de vardır.
Evrenin tümü bizim yaşadığımız bölgeden farklı olmamalı. Aynı atomlar, elementler, metaller ve yıldızlardan oluşan bir yapıdır evren. Peki, yaşamı sadece karbon bazlı olarak tanımlamak ne kadar doğru? Belki de tamamen farklı kimyasal bileşiklere dayanan yaşam formları var ve biz onları yaşam olarak tanımlayamıyoruz. Belki de bizden farklı olan yaşam formlarının nükleik asitleri, metabolizmaları ve kimyaları bilmediğimiz bir şekilde işliyordur. Ancak yapılar farklı da olsa canlıların ortak yönü beslenmek, çoğalmak ve evrilmektir. Bu da onları bir gün görünür yapar.
Biz evreni kendi bakış açımıza göre yorumlarız. Mesela eğer bilmesek, yerin değil gökyüzünün çevremizde döndüğünü düşünürdük. Dünyayla beraber biz de güneş çevresinde dönerken güneş sistemimiz Samanyolu içinde bir yörünge üzerinde dönerek ilerler. Samanyolu ve diğer galaksiler de kendi çevresinde ve bir yörünge üzerinde dönerek ilerler. Oysa biz hareket etmediğimizi düşünürüz. Bu algılamayla kendi evren ve zaman tanımımızı oluştururuz. Nasıl algılıyorsak gerçek bize öyle görünür.
Ancak bu durum bizi başka bir yanılgıya götürür. Zamanın aktığını düşünürüz oysa bu dönüşler bizi ve evrendeki tüm maddeyi zamanın başka bir noktasına taşır. Biz zamanın aktığını düşünürüz ama aslında zamanın başka bir noktasındaki anı yaşarız. Bu durumda aynı şey uzaylılar için de geçerlidir. Eğer zamanın doğası böyleyse, hiçbir çaba göstermesek dahi uzay ve zamanın bir noktasında bir gün buluşabiliriz.
Yıldızlararası seyahatler pahalı ve yüksek teknoloji ister
Dünya dışı yaşama ulaşmanın zorluklarından biri de ekonomiktir. Bir dış medeniyetle temas kurmanın en mantıklı yolu radyo dalgaları göndermektir. Bu yöntem hem kolay hem de ucuzdur. Her gün izlediğimiz televizyon ve dinlediğimiz radyolardan uzaya dalgalar yayıyoruz. Bu dalgalar uzayda ilerlemeye devam ediyor. Bir gün uzayda böylece farkedilebiliriz veya sadece temas etmek amacıyla özel radyo sinyali de gönderebiliriz.
Ne var ki bir dış medeniyet, daha gelişmiş teknolojiler kullandığı için çok kısa süreli bir radyo yayını yapabilir. Bu durumda radyo sinyalleri zayıflar. Ancak aynı anda evrimleştiysek onların gönderdiği sinyali alamamış da olabiliriz.
Dünya dışı yaşamla temas etmenin bir yolu da uzay yolculuklarıdır. Ancak yıldızlararası seyahat çok maliyetli ve çevremizdeki gezegenlerin madenlerine ihtiyacımız olan bir proje. Bir yıldız gemisi, bildiğimiz uzay araçlarından daha büyük ve yüzlerce yıl uzayda kalacak şekilde inşa edilmeli. Dünya dışı yaşamla karşılaşma olasılığının düşük olduğu varsayıldığında tek bir yıldız gemisi değil, onbinlerce geminin gönderilmesi gerekir. Bu malzemeyi karşılayacak kaynakları yaratmak başlı başına bir sorundur.
Teknoloji, biyolojik engelleri ortadan kaldırabilir
Bunun yanında evrenin uzak bir köşesinde, bizden milyonlarca ışık yılı uzaktaki yaşama ulaşmak, bizim gibi sınırlı varlıklar için imkansız bir durum. Bir ışık yılının 9,5 trilyon kilometre olduğunu ve en yakın yıldız sisteminin 40 trilyon kilometre uzakta olduğunu düşündüğümüzde olayın imkansızlığını daha iyi anlarız. Işık hızına ulaşsak dahi binlerce yıl sürecek yolculuk demektir bu.
Ancak bu zorluk, bir zamanların sınırlı zihnine ait düşünceler de olabilir. Bugün bilgi o kadar hızlı büyüyor ki, bunun gerçekleşmesi için bir zamanlar hayal olan teknolojileri artık üretebiliyoruz. Önceleri ortalama 100 yıl olan yeni bir teknoloji devrimi bugün aylara kadar indi. Hatta devrim kelimesinin içi boşaldı diyebiliriz. Neredeyse 3 ayda bir devrim yaşıyoruz ama bunu daha büyüğünün bir habercisi olarak kabul ettiğimiz için bunu sıradan bir gelişme olarak kabul ediyoruz.
Belli bir amaç için ürettiğimiz bilgi, çözümsüz gördüğümüz başka sorunların çözümünde kullanabileceğimiz yeni fikirlere götürüyor bizi. Mesela muazzam boyuta ulaşan bilginin organizasyonu bizim zekamızı aşınca bunun yönetimini yapay zekaya devrettik. Yapay zekanın devreye girmesi, yakın uzaydaki gezegenlerin madenlerine ulaşmamızı sağlayabilir. Ayrıca yapay zeka, özellikle kuantum bilgisayarların devreye girmesiyle, uzak uzayı kolonileştirecek diğer teknolojilerin de kapısını açabilir. Mesela robotlarla bir yıldızlararası seyahat, ölümsüzlük ya da ışınlanma, bugün bilim dünyasının konuştuğu konular.
Evrenin yapısı ve beklentiler, belki de uzaylılarla karşılaşmamızı engelliyordur.
Ancak bu teknolojiler artık bizim için hayal olmasa da hâlâ 1. tip gezegen seviyesindeyiz. Demek istediğim, geniş bir uzayı kolonileştirecek medeniyeti kuracak enerjiyi kullanamıyoruz. Aynı durumu uzaylılar da yaşıyor olabilir. Onlar da bizim gibi 1. tip gezegen seviyesinde olup bize ulaşacak medeniyeti henüz geliştirememiş olabilirler. Bu sebeple belki de mesaj göndermekten daha çok uzaydan gelen sinyallari aramakla meşguldürler.
Bunun tersini de düşünebiliriz. Örneğin üstün bir medeniyet, belki de gezegenleri kolonileştirmek istemiyordur. Bunun yerine bizlerin göremeyeceği sanal dünyalarda veya meta evrenlerde zaman geçirmeyi tercih edebilirler. Mesela Nick Bostrom, gelişmiş dünya dışı varlıkların zihin yükleme yoluyla kendilerini görünmez yapabileceklerini söyler. Devasa sanal ortamlarda, bizimle yan yana fiziksel evreni görmezden gelerek yaşıyor olabilirler. Sonuçta biz evreni 3 boyutlu düşünürüz. Oysa evrenin daha çok boyutu olabileceğini düşünürsek farklı uygarlıkların farklı boyutlarda yaşama ihtimali de vardır.
Evrim henüz tamamlanmamış ya da kusurlu olabilir
Yaşamın nerede tutunacağı belli olmaz. Yaşam için tüm koşullar uygun olsa da cansız varlıkların kimyasal reaksiyonlarından bizim gibi karmaşık bir yapı ortaya çıkmayabilir. Bizde olduğu gibi, bakteriyle başlayıp bize sinyal gönderecek evrimi gerçekleştirememiş olabilirler.
Yaşamın temel birimi hücredir ve canlıdır. Ancak hücrenin içindeki cansız varlıkların kimyasal tepkimesi hücreye can verir. Mesela hücrenin enerji deposu olan mitokondri cansızdır ama bir DNA’sı vardır.
Doğal seçilim her ortamın şartlarına uygun gelişir. Buna etki eden birçok faktör vardır. Bunlardan biri de şans faktörüdür. Bahsettiğimiz gibi dünyaya bir asteroid çarpmasaydı bugünkü ortam farklı olur ve biz farklı evrimleşir belki de hiç olmazdık. 65 milyon yıl önce gerçekleşen bu doğa olayı belki de evrenin kaderini değiştirdi. Belki de Kopernik’in yaptığı gibi gökyüzüne bakarak yanımızdaki gerçeği görmüyoruz. Gökyüzünde aradığımız ve evreni kolonileştirecek uzaylılar belki de biziz.
Bunun dışında başka bir varsayım da yaşamın birbirini yok etme üstüne kurulu olduğudur. Yaşadığımız dünyada yaşam zincirinde organizmalar eksik bileşenlerini bir başka canlıyı yiyerek sağlar. Mesela bizde bütün amino asitler yoktur. Tıpkı diğerlerinin yaptığı gibi bu eksiğimizi başka canlıları yiyerek sağlarız. Otçullar bitkileri, etçiller otçulları ve diğer etçilleri yer. Bu, yaşam olan diğer bölgelerde de muhtemelen böyledir. Birbirini sürekli yok eden türler, uzayı kolonileştirecek zekanın oluşmasını engelliyor olabilirler. Bizde olduğu gibi, zeka arttıkça birbirimizi yok etme iştahı ve gücü, uzaylılarda da artıyor olabilir. Mesela nükleer silahların ve yapay zekanın daha güçlüsünü, kendi türümüzü egemenlik altına almak için yapıyoruz.
Bu matriste seçilen biz miyiz?
Peki gerçekten kozmosda bizden başka canlı yoksa? Evren, birçok alt evrenden oluşmuş bir yapıysa ve sadece bizim yaşadığımız alt evrende yaşam için uygun koşullar oluşmuşsa? Eğer böyleyse başka yaşamlara rastlamayışımız gayet normal. Ancak bu durumda doğanın farklı yerlerinde farklı fizik kuralları olma ihtimali doğar.
Bu senaryo bize en inandırıcı gelen, daha doğrusu çoğumuzun inanmak istediği varsayıma götürür. Kendimizi seçilmiş bir tür olarak görmemiz, böyle hissetmemiz, her şeyi insan bakış açısıyla değerlendirmemize sebep olur. Bir Tanrı’nın yarattığı evrende yaşarız ve doğa bizim emrimize sunulmuştur.
Ancak bizi seçen belki Tanrı değil, 3. tip bir medeniyettir. Böyle bir senaryoda, evrenin bu alt kümesinde üzerimizde bir şeylerin denendiği simulasyonlar olabiliriz. Duyu organlarımızla aldığımız veriler bir yerde inceleniyor ve bir şeye uygunluğu araştırılıyor olabilir. Belki de bu bölgeye daha sonra yerleşmeyi düşünen ama fizibilete çalışmaları yapan bir medeniyete hizmet ediyor olabiliriz.
Uzaylılar, belki de bizimle aynı görüşte değildir
Evrenin büyüklüğü yine de hayallerimiz karşısında sınırlı kalıyor. Sınırlı bir biyolojimiz olsa da sınır tanımayan bir zihnimiz var. Evrenin gizemi, onun kadar büyük hayaller kurmamıza neden oluyor. Aradaki mesafeyi fiziken kapatamasak da zihnimiz bunu başarmak için çalışmaya başlıyor. Biz insanız ve bugüne kadar doğanın tüm meydan okumalarına cevap verdik. Dünya dışı yaşam bulma ihtimali de bizim için zapt edilemez bir tutku boyutunda.
Tabi uzaylılar bizim gibi aynı tutkuyu paylaşmak zorunda değil. Mesela bizden o kadar üstünlerdir ki, bizi umursamıyor olabilirler. Bir gün bu şartlar altında karşılaşırsak büyük bir hayal kırıklığına uğrayabiliriz. Belki bizi bir alt tür olarak görüyorlardır veya bilmediğimiz birçok uygarlığın oluşturduğu galaktik bir medeniyetin anayasasına göre kimse birbirine karışmıyordur.
Son olarak bizimle bilerek temas etmiyor olabilirler. Daha önce karşılaştıkları bir medeniyet, iyi niyetlerine cevap vermemiş, onları yok etmek istemiş ve onlarda bir paranoya geliştirmiş olabilir. Belki de bize saldırmak için uygun zamanı kolluyorlardır.
Bunların hepsi birer senaryo. Yanlış da olabilir, doğru da olabilir. Ancak her zaman tetikte olmamızı ve öngörü geliştirerek hayatta kalmamızı sağlayan bu belirsizlik, bize dünya dışı yaşam bulma konusunda istediğimiz kadar hayal kurma şansını veriyor.
Yaşam, bizim bakmadığımız yerden bakar
Belki evrenin hiçbir yerinde yaşam yoktur ama onda öyle bir potansiyel var ki, kozmosun her yerinde oluşabilir. Yaşam, kendini güvende hissettiği an ortaya çıkarak bizi hiç beklemediğimiz bir anda şaşırtabilir. Mesela bazı gezegenlerin ortamı kaotiktir ama yaşamın tutunabileceği yeri tahmin edemeyiz. Belki de hayatın oluşması için hiç de uygun olmayan bir gezegenin çok küçük bir bölümünde yaşamın ince ayar yapabileceği bir yer vardır. Örneğin akrep ve yılanların bazı türleri çölde yaşayabilecek şekilde evrimleşmiştir. Yine kutuplarda yaşayan penguenler, kutup ayıları ve fok balıkları, kutup soğuğuna adapte olan birkaç canlıdan bazılarıdır.
Güneşin girmediği mağaralarda ana besin kaynağı hidrojen sülfür olan bir eko sistem gelişmiştir mesela. Hiç güneş görmemiş, hidrojen sülfür dolu sarkıtları yiyen ve genlerini aktarabilen canlılar oluşmuştur.
Bu örnekler, bazı yaşam formlarının uzayın derinlerinde en çetin şartlarda yaşayabileceğini gösterir. Yıldızına çok yakın olan ve güçlü yerçekimi nedeniyle bir yüzünü yıldıza kilitlemiş bir gezegen düşünelim mesela. Gezegenin bir yüzü çöl diğer yüzü karanlık ve dondurucu soğuktur. Bu şartlarda yaşamın oluşması imkansız gibi görünse de her iki iklim kuşağının kesiştiği alacakaranlıkta yaşamın üreyebileceği bir goldilocks olabilir. Aydınlık tarafta fotosentez için gerekli olan ışığı yıldız sağlarken karanlık alanda jeotermal ve volkanik hareketler yaşam için gerekli biyomolekülleri yeryüzüne taşıyabilir.
Yaşam, bizim üzerimizden bir hikaye anlatıyor. Bizler, bir parçası olarak onu yansıtıyorsak ne yapmak istediğini anlayabiliriz. Evrenin bulunduğumuz bölgesinde başarıya ulaşmış bir yöntemi varsa neden başka yerde de uygulamasın? Mesela hayatta kalmamız için gerekli olan enerjiyi yaşama çevirirken aynı şeyi uzayın derinlerinde neden yapmasın?
Fermi Paradoksu’nun Işığında Yaşamın İzleri: Oksijen, Su ve Simbiyoz
Canlılar, hayatta kalacak enerjiyi hücrelerine çektiği oksijeni yakarak sağlar. Bir gezegende oksijenin bol olması, yaşamın varlığına kanıt olabilir. Yaşam için enerji kaynağı da yıldızdan gelen ışıktır. Bitkiler, besin kaynağı olan güneş ışığını fotosentez yoluyla enerjiye çevirip glikoz olarak depolar ve atık olarak oksijeni atmosfere salar. Canlıların hücrelerine ne kadar çok oksijen girerse o kadar şekeri hızla yakıp tüketir ve birbirini yiyerek glikozu enerji olarak aktarır. Yaşamın döngüsü, enerjinin bu akışına bağlıdır. Yıldızın ışığıyla beslenen bitkiler fotosentezle canlıların ihtiyacı olan şekeri depolar ve bıraktığı oksijeni hücrelerine çeken canlılar da depolanan enerjinin yaşama dönüşmesini sağlar.
Peki, oksijeni sağlayan sadece karadaki bitki ve ormanlar mıdır?
Kesin bildiğimiz bir şey var ki su, yaşamın bağlı olduğu tek varlıktır. Evrende yaşanabilir alan için gerekli denge durumu sadece suda vardır. Yaşamın olduğu her yerde su vardır ve her canlı neredeyse sudan oluşur. Çevremizde çok olması, onunla çok fazla temas etmemiz belki önemini düşünmemizi engeller. Oysa yapısı gereği sadece bizim değil tüm eko sistemin yaşam kaynağıdır.
Su, maddeleri böler, parçalar ve çözer. Evrensel bir çözücüdür ve benzersiz becerisiyle besinleri ve kimyasalları eritir. Sudaki hidrojen atomu, komşu moleküldeki negatif oksijen atomuyla etkileşir ve bunu milyarlarca kez tekrarlayınca yapışkan bir maddeye dönüşür. Böylelikle su molekülleri sadece birbirini değil temas ettiği her şeyi çeker. Hayat da suyun içindeki bu cansız dünyanın kimyasal reaksiyonları sonucu oluşmuştur. Onun yaratıcı gücü ile bugün hayattayız.
Dünyadaki oksijenin %70’i okyanuslardan gelir. Tüm yosunlar, sudaki algler ve okyanustaki ormanlar fotosentez ile büyür ve fotosentezin atığı da oksijendir. İşin sırrı, onu yaşama döndürmektir. İşte evrenin yaşam olan tarafında olan bu simbiyotik döngü, muhtemelen uzayın her yerinde oluyordur.
Hipotezlerden gerçeğe yolculuk
Biz, 1. tip bir medeniyetiz. Gezegenimizde tüm enerjiyi kullanabileceğimiz seviyeye henüz gelemedik. 4,5 milyar yaşındaki dünyada 300 bin yıldır varız ve bunun sadece 10 bin yılında teknoloji üretmeye başladık. Kısacası henüz kuvözdeyiz. Bu sebeple dünya dışı yaşam arayacak sinyal göndermekten daha çok o sinyalleri arıyoruz. Yine de dışarıda böyle bir yaşamın varlığının cazibesine yenik düşüyoruz. Sanki uzayın derinlerinden bizi çağıran bir şey tutkumuzu sürekli ateşliyor ve biz, kısıtlı imkanlarımızla dünya dışı yaşamı aramaya devam ediyoruz.
İnsanlığın Kozmosa Çağrısı: Pioneer, Lageos ve Voyager
Gezegenler arası ilk sondayı 1971 ve 1972 yıllarında Pioneer 10 ve Pioner 11 uzay araçları ile gönderdik. Bu kapsüllerin radyo ileticileri tükendiğinden dolayı şu anda Samanyolu’nda gezen hayalet gemilerdir.
Bilim insanları romantik insanlardır. Ancak Carl Sagan belki de aralarında en romantik olanlarındandır. Uzaya gönderilen bu araçlarda, bir gün karşılaşma ihtimali olan uzaylılara iletilmek üzere bir mesaj gönderme fikri ondan çıkmıştır. Bu mesajda kozmosu kucaklayan iki insanın resmi ve dünyanın konumu ve çağını gösteren bir çizim vardır.
Aynı uygulama, gelecekteki dünya insanları için LAGEOS uzay misyonunda da uygulanmıştır. 1974 yılında kıta kaymalarını incelemek üzere uzaya gönderilen LAGEOS’un ömrü yaklaşık 8 milyon yıldır. Uydu üzerinde bir levhada, o zaman yaşayacak olan dünyalılara 8 milyon yılın değişimini anlatan bir mesaj yazılıdır. Dünyanın bir kaç yüz milyon yıl önceki halini, şimdiki halini ve 8 milyon yıl sonra tahmini halini gösteren bir haritadır bu.
Sonrasında 1977 yılında Voyager adlı 2 adet uzay aracı daha uzaya fırlatıldı. Ancak Pioneer ile başlayan mesaj gönderme fikri daha da gelişip detaylandı. Daha gelişmiş modeller olan bu uzay araçlarına, dünya dışı yaşamlara rastladıklarında iletmek için altın kaplı bakır bir fonograf yerleştirildi. Bu mesajda dünyamızı, bizi ve medeniyetimizi anlatan 100’ün üzerinde fotoğraf, farklı kültürlere ait 90 dakikalık müzik, yaklaşık 60 dilde selamlaşma, ABD başkanı ve BM genel sekreterinin selamından oluşan birer metin vardı. Bugün her iki uzay aracı da güneş sistemimizin çok uzağında, belki de milyarlarca yıl sürecek yolculuklarına devam ediyor.
Birgün uzaylılarla karşılaşırsak nasıl anlaşabiliriz?
Gönderilen mesajların içeriğinin daha çok görsel olması ve müziğin çok kullanılmasının temel bir sebebi var. Daha ileri bir uygarlık ya da okuma yazma düzeyinde bir dış medeniyetin, resimlerden ve müzikten medeniyetimiz hakkında çok zorlanmadan bir fikir sahibi olma ihtimali yüksektir. Müziğin ayrıca evrensel bir yönü vardır. Eğer hisli varlıklarsa duygularımızı müzikle evrenin diğer yerlerine taşıyıp çeşitliliğimizi de göstermiş oluruz. Müziğin bulaşıcı etkisi, kendimizi daha iyi ifade etmemize yardımcı olur.
Bunun yanında doğanın matematiksel nitelikleri de her yerde aynıdır. Aynı doğa kanunlarına tabiyiz. Bizim saydığımız 10 adet elmayı bir uzaylı 11 adet olarak saymaz. Belki dilbilgisi farklıdır ama bu matematiksel ifadedeki aynılık, bir ilişki geliştirme açısından daha faydalı olabilir. Bu sebeple onlarla bir gün karşılaşırsak aramızdaki iletişimi temel referansı muhtemelen bilim ve sanat olur.
Sonuç
Mutlak karanlıkta hayatı incelemek, evrenin diğer yerlerinde yaşam arama şeklimizi değiştirdi. Fermi paradoksu, dünya dışı zeki varlıklar hakkında bize geniş bir ufuk çiziyor. Biz de bu doğrultuda uzayda yaşamı yakalayabileceğimiz yolda yürümeye devam ediyoruz. Evrenin devasa ölçeği karşısında ne kadar bilgisiz olsak da onun gizemine ulaşmak için başlangıç yapacağımız bilgi birikimi ve cesaretimiz artık var.
Bu konuda birçok hipotez, yalnız olup olmadığımız merakını belki gideremeyecek ama ne kadar büyük bir boşluğa baktığımızı ve bize verilen bir beyinle bu boşluğa ateşi tuttuğumuzu farketmek bile muhteşem bir deneyim.