Mastodon

Monolog

Kişisel görüşler, düşünceler ve deneyimler. Her şeyin dönüştüğü bir çağda söyleyecek bir şeyim var.

İş Hayatı

İş insanları sosyal sorumluluk yapmasın, vergi versin.

İş insanları, hiçbir mecburiyetleri olmadığı halde sosyal sorumluluk projeleri yapıyor. Kendilerini bu konuda sorumlu hissetmeleri ve hassas davranmaları erdemli bir davranış.

Daron Acemoğlu’nun “Sorun CEO’larda” başlıklı yazısına rastlayana kadar sosyal sorumluluk yapan firmaların böyle davrandığını düşünürdüm. Ancak yazıyı okuyunca konuyu farklı bir bakış açısıyla yeniden değerlendirmem gerektiğini düşündüm. Daron Acemoğlu, artık bir bilim adamından daha çok bilgelik sınırlarını zorlayan bir insan. Konulara tepeden ve önyargısız bakışı gerçekten ufuk açıcı. Bu yazıyı yazma sebebi, global şirket CEO’larının küresel sorunlara erdemli yaklaşımları olmuş.

Milton Friedman’ın 1970 yılındaki yazısının New York Times’da yeniden yayımlanması, CEO’ların yetkilerinin sınırlarının hâlâ çizilemediğini gösteriyor. CEO’lar, sadece hissedarların değil daha geniş bir kesimin çıkarını koruyor gibi bir izlenim var. Ancak bunun yasal çerçevesinin belli olmaması, geçmiş yıllarda yaşanan krizlerden hâlâ ders alınmadığını gösteriyor. Bu anlamda iyi niyetle başlayan girişimler, işleri daha kötüye götürebilir.

Liberalizmin de bir ahlağı var.

Liberalizmin kurucusu Adam Smith’in bir ahlak kuramı vardı. Adam Smith, birbirimize bağımlı bir hayatımız olduğunu söyler. Bir anneye, eşe, arkadaşlara ve iş ortaklarına ihtiyacımız vardır.

İnsanların çoğu, hayatı kazanılması gereken bir savaş olarak görür ama hayat bir savaş değildir. Evrensel yasa, güçlü olanın değil, değişen şartlara uyum sağlayacak yetenekleri geliştirenin hayatta kalacağını söyler. Hayatı savaş alanı kabul ettiğimizde kısa vadede kazanıyor görünsek de sonuçta kaybederiz.

2001 ve 2008 yılında Enron ve Lehmon Brothers’da yaşanan skandallardan öğreneceğimiz bir şeyler olmalı. O dönemde CEO’lar, yanlış olduğunu bile bile insanların paradan para kazanacağı türev enstrümanlar üretip bir saadet zinciri yarattılar. Kazanmak için her yolun mübah olduğunu bir ahlak kuralı görerek sistemin içini boşalttılar. Üstelik devletin de bu durumu görmemesi imkansızdı. Hissedarların daha çok kazanması için toplumun parasını çarçur ettiler. Sonuçta sadece kendi ülkelerine değil, dünyaya da zarar verdiler. Hatırladığım kadarıyla CEO’lar, milyonlarca dolarlık primlerini alarak bu işten zarar görmeyen ender insanlardandı.

Savaşın dahi bir centilmenlik yasası vardır. Savaşmak ve kazanmak, ancak yasal çerçeve içinde mümkün olabilir. Şirketler kâr ederken çevreyi korumak ve yasalara uymak zorundadır. Bunlar, bir işletmenin sosyal sorumluluğu değil, yasal zorunluluğudur. Maharet de burada yatar. Adil bir ortamda manipülasyon olmadan kazanılan para, herkese sirayet eder.

Özel mülkiyet haktır ama yine de topluma karşı sorumludur.

Bir şirketi kurduğunuzda ve onu büyüttüğünüzde zihniyetinizin de şirketle beraber evrilmesi lazım. Demek istediğim, ürettiğiniz değerin sonucunda çalışan sayısı arttıkça onlara karşı sorumluluğunuz da artar. Yaptığınız iş toplumda karşılık buldukça topluma karşı da sorumluluklarınız çoğalır. Yavaş yavaş şirket sizden ayrı bir kişilik kazanır.

Sermaye sahibinin şirket üzerinde mülkiyet hakkı vardır ama etik, bunun sınırsız olmadığını söylüyor. Şirketinizi tasfiye etseniz bile bunu yapmanın yasal koşulları vardır. Şirketin kârını dağıtırken ya da devrederken uymak zorunda olduğunuz kurallar vardır. Kurduğunuz şirket, hayatına başka isimler altında devam edebilir. Sonuçta şirket, birisinin mülkiyetinde olsa da topluma mâl olan bir tarafı vardır.

Bir şirket kâr eder ve vergi verir. Bu sebeple devlet, şirketleri sadece vergi kaçırmaması için değil katma değerin sürekli olması için de takip eder. Devlet, sermaye ve toplum arasında güvene dayalı bir ilişki vardır.

Bugünün trendi: Kurumsal Sosyal Sorumluluk

Kurumsal sosyal sorumluluk ve hayırseverlik yükselen bir faaliyet. Finansal ve çevresel sürdürülebilirlik açısından çok faydalı bir enstrüman. Ancak içinde kâr olan her işin de sulandırılmaya müsait olduğunu bilmemiz lazım.

Global şirketlerden orta boy işletmelere kadar şirketlerin sosyal sorumluluk projelerine rastlıyoruz. Ne var ki yasal çerçevesinin nasıl olduğu hakkında kesin bir şey söyleyemiyoruz. Hükümetle ilişkilerin sıcaklığına bağlı olarak gelişen bir havası var.

Sosyal sorumluluklar insanlara inandırıcı gelmiyor.

Yapılan araştırmalara göre tüketiciler, şirketlerin kurumsal sosyal sorumluluklarını çok inandırıcı bulmuyor. CEO’lar bunun tersini söylese de insanları inandırmakta zorluk yaşıyor. Halkın düşüncesi, yöneticilerin bu projeleri doğru olduğuna inandığından değil, marka imajına katkısı olduğu için yaptığı yönünde. İnsanların bu konuda şüpheleri olması da son derece haklı gerekçelere dayanıyor. Örneğin kurumsal sosyal sorumluluklarda liderlik yapan küresel şirketlerin iklim konusunda gösterdikleri hassasiyet, uygulamalarına baktığımızda çok samimi değildir.

İnsanların iklim konusunda farkındalığı yükseldikçe şirketler de ona uygun pozisyon alıyor. Örneğin tüketiciler, çevreci olmayan şirketlerin ürünlerini satın almak istemiyor. Bunun yanında çalışanlar da çalıştıkları kurumların daha çevreci olmasını istiyor. Ayrıca yeni işe başlayacak olanlar, çalışacakları işyerlerinin sürdürülebilirlik kriterlerine dikkat ediyor. Bu da sadece şirketleri değil, hükümetleri de daha hassas davranmaya zorluyor.

Tespiti doğru yapalım; yapılan kurumsal sosyal sorumluluklar, yöneticilerin erdemli olmasından değil, tüketicilerin baskısı sonucudur. Elbetteki küresel şirketler, yakıcı sorunları kendi faaliyetlerinin devamında engel görebilir ve çözüme katkı sunmak isteyebilir ama iyiyi düşünen yine de azdır. Organizasyonların amaçları arasında marka değerini arttırmak ya da yapılan harcama tutarını vergi matrahından düşmek olabilir fakat insancıl bir amacı olamaz. Burada esas sorun, bir şirketin kaynaklarının hangi amaçla kullanıldığı meselesidir.

Şirketlere bilinç kazandıran ve yön veren yöneticileridir.

Bir şirketin tüzel kişiliği vardır ancak bir kişiliği olsa da bir kurumu insan yönetir ve onun bakış açısı başarıyı belirler.

Şirketlerin kendi kendini yönetme yeteneği yoktur. Bu anlamda şirketlerin sorumluluk almasından kasıt, yöneticilerin iradeleri yönünde faaliyet göstermesidir. Sorumluluk gibi bilinç gerektiren bir duyguyu şirket gibi yapay bir organizasyon yerine getiremez. Eğer sosyal sorumluluk yapılacaksa sermaye sahipleri bir araya gelip kâr amacı gütmeyen bir şirket kurabilir.

Klasik bakış açısıyla kurumsal sosyal sorumluluklara mantıklı cevaplar bulabiliriz. Mesela şirketlerin, devletin ulaşamadığı alanlarda ona yardımcı olduğu ve fayda yarattığını söyleyebiliriz. Ancak bu da devletin kudretini sorgulamamıza neden olur. Üstelik bunun altında işi sulandıran bir kurnazlık da vardır. Ben, bu görüşün bir dayatma olduğunu düşünüyorum.

Belki bu sistem devlet için yararlıdır ama bu bakış açısı uzun vadede sürdürülemez. İş adamları, işinin gereğini yaptığında zaten topluma bir fayda sağlar. İstihdam yaratır, sigorta primi öder, üretimi arttırıp döviz kazandırır ve vergi verir. Şirketlerin istihdamı korumaya ve arttırmaya dönük çalışması, ülkede ekonominin de daralmasını önler. Ekonomi daraldığında nasıl işçi çıkarması gerekiyorsa şirket kaynaklarını da sosyal sorumluluk projelerine harcamamalıdır.

Kurumsal sosyal sorumluluk: Sorumlulukların birbirine karışması.

CEO’ların çok fazla yetkisi vardır ama sınırsız değildir. Yetkisi çok olsa da sonuçta bir çalışandır ve işini yaptıktan sonra ücretini alır. Şirketin kaynaklarını da en üretken şekilde kullanmakla sorumludur. Ancak kaynakları kullanırken, evrensel bir yasa olan mülkiyet hakkı ile sınırlıdır. Şirketin amacı dışında bir harcama yapamaz. Harcamaları yetkisi içinde olsa dahi hesap vermek zorundadır.

Şirketler de devletler gibi bazı bürokratik engellere tabidir. CEO’lar bazı dengeleri korumak zorundadır. Mesela paydaşlarının baskısına direnemezler. Onların zarar etmesine izin vermezler. Eğer yapılan iş, bir fayda getirmiyorsa o işi yapmazlar.

İş insanları bir sosyal sorumluluk projesine dahil olmak istiyorsa bunu şirketin değil kendi paralarını harcayarak yapmalıdır. Bu, hissedar ve çalışan için olduğu kadar, etik olarak, patron için de geçerlidir. Yönetici, iş tanımında olmadığı halde kaynakları bu şekilde kullandığında farklı bir sosyal sorumluluk projesi yerine getirmiş oluyor. Bunu yaptığında bir yandan vergi koyarken diğer yandan vergi gelirlerinin nasıl harcanacağına kendisi karar vermiş oluyor.

Bunun yanında bir çalışan olan yönetici, şirket kaynağını kullanırken kendi pozisyonuna ek olarak sermaye sahibi gibi de davranmış oluyor. Ayrıca çalışanların enerjisini iş dışı faaliyetlerde kullanmak da sermayeyi amacı dışında kullanmakla aynıdır.

İnsan kaynağı, bir şirketin en değerli sermayesidir. Bu tip uygulamalar, çalışanların iradelerine ipotek koymakla aynı şeydir. Çalışan, kendi sorumluluğunda olan işleri yapmakta zorlanırken üstüne bu işlerin yükünün binmesi, verimliliği azaltır.

Kurumsal Sosyal Sorumluluk: İş Dünyası ve Devlet Arasında Tehlikeli İlişkiler.

Hükümetler enflasyonist dönemde fiyatları baskılayarak sorunu gidermeye çalışır. Ancak enflasyon konusunda CEO’ların bakış açısı bir bürokrat gibi olamaz. Devlete yardım etmek için fiyatları baskılamayacağı gibi kurumsal sosyal sorumluluk da yapmamalıdır. Bu, sendikaların enflasyonun düşmesi için ücretleri baskılayacak bir tutum içine girmesine benzer. Bunun sonucunda örgüt içi itaatsizlik ve yasasız grev gibi kanunsuz eylemlerin karşılığı, şirketlerde kârsızlık ve işsizlik olarak ortaya çıkar . Eğer yöneticiler sorumluluk hissediyorsa görevini iyi yaparak istihdamın artmasına yardımcı olur.

Bir iş insanının hedefleri onda çok büyük baskı yaratır. Her şey gibi sosyal sorumluluk projelerini de kendi iş amaçlarının dışında düşünemez. İş hayatında aldığı kararlar, yönettiği şirketin menfaatlerini korumaya dönüktür. Bu anlamda ben bir CEO’yu anlayabiliyorum. Zihin dünyasını bu şekilde çizmiş olması, işin doğasına uygundur. Tam da bu sebeple iş insanı, şirketinde kâr maksimizasyonu sağlamaktan başka bir şey düşünmemelidir. Sosyal sorumluluğu ise devlete ya da bu amaçla kurulan şirketlere bırakmalıdır.

Kurumsal sosyal sorumlulukların gizli kalan başka bir tehlikesi daha vardır. İş dünyasının devletle sınırı aşan ilişkileri olması her zaman tehlikelidir. Bu sadece piyasa için değil kendileri için de risklidir. Sonuçta şirketlerin kâr beklentisine karşılık siyasetçilerin siyasi kaygıları vardır. Bu da piyasada haksız rekabet yaratarak dengeyi bozar ve sıkıntı yaratır.

Vergiler neden artmıyor?

Ülkeler toplanan vergilerle büyür. Biz, asgari ihtiyaçlarımızı yapması için devlete vergi veririz. Bunlar temiz bir çevre, eğitim, altyapı, sağlık ve güvenliktir. Devlet bu yatırımları yaparak ülkede iletişim altyapısını geliştirir. Şehirleri ve insanları birbirine bağlar ve hukuk düzenini oluşturur. Bu altyapı üzerine ekonomik yapı kurulur ve işler. Toplanan vergiler kısa zamanda topluma dönerse harcamalar artar ve ekonomi canlılığını sürdürür. Eğer geç dönerse insanların tasarruf eğilimi artar ve ekonomi daralır.

Vergilerin geç dönmesi devlette bir adalet sorunu olduğunu gösterir. Devlet, vergiyi tüketimden, imar ve sosyal düzenlemeleri de iş dünyasından karşılarsa bu sürdürülebilir olmaz. İşlerin iyi olduğu kadar kötü zamanları da olur. Sonuçta toplanan vergiler şirketlerin kurtarılmasına ve bürokrasinin yolsuzluklarına giderse sosyal sorumluluk projelerinin bir anlamı olmaz.

Şirketlerin lehine yapılan pozitif ayrımcılığı, onların istihdam sağlamalarından dolayı hoş göremem. İnsanlar, katlandığı zorluklar karşılığında adil bir pay ister. Sadece istihdam edilip asgari şartlarda yaşamak amacıyla değil, daha iyisi için vergi verir. Buna da hakkı vardır.

Protestocu çok vergi ödediğini söylüyor
Şirketler az vergi ödüyor.

İşlerin iyi gitmesi, herkesin işini iyi yapmasına bağlı.

Eğer vergi az toplanıyorsa sürdürülebilirliği sağlayamayız. İnsanların hayat kaygısı çoksa iklim sorunu onun için önemli değildir. Eğer geçim sıkıntısı artarsa çocuğunun eğitimi ikinci planda kalır. İnsanlar güven içinde yaşayamıyorsa yapılan sosyal sorumluluklar amacına ulaşmaz. En büyük sosyal sorumluluk, topluma karşı olmalıdır.

Toplanan vergiler etkin kullanıldığında ve adil dağıtıldığında toplumun bilinci küresel sorunlarda dahi yüksek olur. Devlet üzerine düşeni yaptığında halkın inancı artar ve devletin işi kolaylaşır.

Sonuçta CEO’lar, insancıl amaçlarla kurumsal sosyal sorumluluk yapmaz. Eğer yapıyorsa böyle bir görevi yoktur. Devlet de bir iş adamı gibi düşünemez. Devlet, kâr amacı gütmeyen sosyal ve siyasi bir örgütlenmedir. Topladığı tüm vergiler halka aittir ve yine ona dönmelidir. Yapacağı yatırımlarda özel sektörün tersine, belli bir kesimi değil halkı düşünür. Herkes uzman olduğu işi sınırları içinde yaparsa sistem başarılı bir şekilde yürür.

Şirketlerin sosyal sorumluluğu: Kâr etmek, katma değer üretmek ve vergi vermek.

Kâr, sadece zekaya değil aynı zamanda vizyona da bağlıdır. İş insanları, günlük faaliyetlerinden maksimum kâr elde etmelidir ancak bunun sürdürülebilir olması gerekir. Bir şirket kurduğunuzda onun sürekliliğini düşünürsünüz. Neticede kimse batacak diye şirket kurmaz. Teknolojik gelişmeler, her şeyde olduğu gibi şirketleri de etkiler.

Bir vizyonla kurulan şirketler büyümeyi hedefler. İşler büyüdükçe karmaşıklaşır ve teknoloji geliştikçe şirketi kuran kişinin zihin kapasitesi durumu yönetmeye yeterli gelmez. Bu sebeple yapı karmaşıklaştıkça onu yönetecek insan kaynağını da birlikte geliştirmek, kârlılık ve sürdürülebilirlik açısından kritiktir.

Sermaye şirketleri, bir ülkenin kalkınması için gerekli kaynakları yaratır. Bu maddi olabileceği gibi insan kaynağı da olur ancak şirketlerin sosyal sorumluluğu olamaz. Bir şirket, faaliyet amacı dışında bir okul, köprü ya da yurt yapmaz. Ancak kendi amacına uygun faaliyetleri ile kârını maksimize eder ve vergisini verir.

Sosyal sorumluluk projeleri demokrasiye uygun mu?

Eğer kurumsal sosyal sorumluluk yapanlar, tüm ayrıntıları tarafsız bir biçimde halka anlatsa belki de projeleri kabul görmez. Ancak medyanın gerçekleri duyurması engellenerek bu harcamalar yapılmaya devam ediyor.

Özgür bir toplumda iyi sayısı, kötüden azdır. Gerçekten iyi niyetli olan bir insan, yararlı olduğuna inandığı bir faaliyeti neden yapamadığını çoğu zaman anlamaz. Ancak bir toplumda birisinin iyi gördüğü şey, birçok insanın çıkarıyla çakışır. Bu sebeple sayıca fazla olan kötülerden uzak durmak için iyiler de küçük bir bedel ödemelidir.

Bizim yanılmamıza sebep olan, sosyal sorumlulukların bir “kazan-kazan” oyunu olduğudur. Zaten sorun da burada başlar. Eğer yapılan harcamalar şirketin parasıyla yapılıyorsa bu, biraz da vergi mükelleflerinin sosyal sorumluluk projesidir. Sonuçta yapılan harcamalar vergiden düşülür. Demek istediğim, şirketler halkın parasıyla, ona sormadan, hem para kazanır hem de imaj tazeler.

Devlete maliyeti çok yüksek olan bir yatırımı, özel şirketin ödeyeceği vergiden düşerek yapması her iki taraf için kârlı olabilir. Ancak bu durum, demokratik olmayan toplumlarda geçerlidir. Demokrasinin işlediği ve hukukun olduğu toplumlarda aynı zamanda 3. taraf olan vergi mükellefi de vardır. Paranın sahibi halktır ve devlet adamları da halkın memurudur. Onun istemediği bir yatırımı yapamaz.

Hepimiz biliriz ki sosyal sorumluluk projesi gerçekleştiren firmaların gerçek niyeti iyilik yapmak değildir. Sosyal sorumlulukların ahlakı aşındıran bir tarafı vardır. Yöneticiler, yasal boşluklardan yararlanıp sosyal sorumluluk altında gerçek amacını gizleyebilir. Halkın hiç ihtiyacı yokken bir yurt daha yapmak, bir cami inşa etmek sosyal sorumluluk olamaz. Üstelik bunu vergi mükelleflerine sormadan yapmak da suçtur. Halkın parasını çarçur etmektir. Aynı şey şirket yöneticileri için de geçerlidir. CEO da olsa şirket kaynaklarını amacı dışında kullanamaz.

Sonuç

Şirketler, insancıl olmak zorunda değildir. Çevreyi korumak veya eğitimi geliştirmek, faaliyetleri arasında değilse sosyal sorumlulukları içinde de değildir. Kendisi böyle hissetse de bunu ancak kendi parasıyla yapabilir.

İş dünyasının tek bir sosyal sorumluluğu vardır, o da oyunun kuralları içinde kaldığı sürece kârını arttırmaktır. Kötü niyet olmadan açık ve serbest rekabet içinde kâr etmek ve vergi vermektir. Gerisi devletin işidir.

Hakan Tanar

Hakan Tanar, 1971 yılında Adana’da doğdu. Evli ve 2 çocuk babası. 30 yıl satış ve pazarlama sektöründe çalıştı. Satış temsilciliğinden üst düzey yöneticiliğe kadar farklı kademelerde görev yaptı. Kendi işini kurarak perakende sektöründe 8 yıl faaliyette bulundu. Edindiği en büyük tecrübe öğrenmenin hayat boyu sürdüğüdür. Yazmaya olan isteği ve öğrenmeye duyduğu merakı kendisinde kişisel blog kurma fikrini geliştirdi. Bilim, edebiyat, tarih ve felsefeye ilgi duyuyor. Bugün ilgi duyduğu konular hakkında bildiklerini ve öğrendiklerini Monolog’da paylaşıyor.