Ben mi Değiştim Yoksa Hafızam Bana Oyun mu Oynuyor?
Kadere inanmamız, kontrol edemediğimiz bir değişimi yaşıyor olmamızdan kaynaklanıyor. Bizi önüne katıp sürükleyen doğada her şey başkalaşım içinde. Her şey geçici bir varoluşa sahip, çünkü madde sürekli dönüşüyor. Demir oksitleniyor, kıtalar kayıyor, su buharlaşıyor. Yediğimiz bir hayvan bize dönüşüyor, hücreler bölünüyor ve biz yaşlanıyoruz.
Ancak biz, temelinde hareket olan doğanın parçası olmamıza rağmen, kendimizi değişmiyor gibi algılayabiliyoruz. Bu, birazdan göreceğimiz gibi, doğanın altında yatan bir gizemdir. Mahabharata‘da Yudhişthira bu gerçeği binlerce yıl önce şöyle ifade eder: ‘Her gün sayısız insan ölüyor, yine de geride kalanlar sanki ölümsüzmüş gibi yaşıyor.’
Herakleitos’un “Değişmeyen tek şey değişimdir” sözünü, insanın değişime karşı direnci ve kendini statik görme eğilimi üzerinden farklı bir şekilde yorumlayabiliriz. Mesela “Değişmeyen tek şey, insanın kendini “değişmiyor” sanmasıdır” diye yorumladığımızda, insanın bu statik bakış açısının aslında doğanın değişimi sürüklemek için içimizde yarattığı bir yanılsama olarak görebiliriz.
Bu yanılsama olmasaydı, her an değiştiğimizi hissetmek belki de varoluşsal bir paniğe kapılmamıza neden olurdu. Bir hastalık ya da aldığımız bir darbenin sonucu bir uzvumuzun şişmesiyle yaşadığımız o ilkel korkuyu düşündüğümüzde, doğa bu ince ayarı yaparak değişimin şokunu hafifletiyor.
Her Şey Hareket Ederken Değişmediğimizi Söyleyebilir miyiz?
Sürekli devinen düzendeki hareketi hissedemeyişimiz, bize değişmediğimiz algısını yaratabiliyor. Oysa uzay-zaman içinde sürekli hareket halindeyiz. Hiçbir eylemde bulunmasak bile, üzerinde durduğumuz Dünya hareket ediyor. Kendi ekseninde dönerken, Güneş’in de etrafında dönüyor. İçinde bulunduğumuz Güneş Sistemi, Samanyolu’nun sarmal kollarında ilerliyor. Galaksiler birbirini kovalıyor ve evrenin kendisi durmadan dönüşüyor.
Farkında olmadığımız bir uzay yolculuğundayız aslında. Bir elin, tenceredeki çorbayı karıştırması gibi, evreni de hareket ettiren bir güç var. Algılayamadığımız bu yapının içinde sürekli bir başkalaşım yaşıyoruz.
Peki ya içimizdeki durum? O kadar farklı mı? Hareket etmeden durduğumuzu düşünsek bile kanımız damarlarda akıyor. Hücreler kendini yenilerken düşünceler zihnimizden durmaksızın geçmeye devam ediyor. Biz hiç hareket etmiyorken derimiz değişiyor, saçlarımız dökülüyor, yaralarımız iyileşiyor ve durmadan yeni bir şeyler üretiyoruz. Durduğumuzu sandığımız anlarda bile, bedenimiz ve beynimiz her saniye trilyonlarca atomik düzeyde değişimle sürekli olarak yeniden kodlanıyor.
Kendini yenileyerek sürekli değişen bir organizmayız. Değişmeyen tek şey değişimdir derken, beden ve beyinlerimizdeki malzemeninin de sürekli yenilendiğini hatırlamalıyız. Devamlılık gösteren ise sadece bu yenilenme döngüsü oluyor.
İnsanın Anlam Mücadelesi
Büyük resmi böyle çizdiğimizde, aslında bir kaosun içine doğduğumuzu görüyoruz. Bizden öncekilerin bedeller ödeyerek inşa ettiği gelenekler, yasalar ve kurallar bize ‘hazır bir dünya’ sunuyor. Oysa bu yapının içinde, mizacımıza aykırı olan şeyleri de benimsemek zorunda kalıyoruz. Başlarda yeni bir şey yaratmak zorunda olmadığımızı düşünsek de zamanla bu yapının bizi rahatsız eden bir tarafı olduğunu keşfediyoruz. Bu, zamanla kişiliğimizde çatlaklar yaratıyor.
Oysa değişimin getirdiği belirsizliği hafızamızda kayıtlı olan deneyimlerimizle öngörmeye çalışıyoruz. Hareket yasasının sonucu olarak durmadan akan düşüncelerimiz bizi sürekli varsayımlara dayalı bir geleceğin önüne itiyor. Anlam arayışımız, öncekilerin inşa ettiği duvarlara yaslanırken aynı zamanda onları yıkmayı da gerektiriyor. Bunun sonucunda sadece bugünle değil geçmişle de uyumlanıyoruz. Böylece değişimin basıncı eski yapıyı esnetiyor ve yeni bir şekle sokmaya başlıyor.
Ancak değişimin belirsizliği, doğası gereği kaygı yaratır. Uyum sağlamak bir çaba ve cesaret gerektirir. Konfor alanımızdan çıkmak, bilinçaltımızın ‘yenilgi’ olarak kodladığı bir savaştır çünkü. Ayrıca kurulu düzeni bozmak çok akıllıca değildir. Bu yüzden, “Ben değil, dünya değişmeli” diyen bir savunma mekanizması geliştiririz.
Bu sebeple eski yapı esnese de gelenekler değişime direnç gösteriyor. Bu durum iç çatışmaları kaçınılmaz hale getiriyor. Var olmak, tam da bu gerilimle yeni formlar kazanıyor. Değişimle gelen yeni değerler büyük yapıyı küçük küçük değiştirmeye başlıyor. Her küçük değişim karşımıza anlamamız gereken yeni bir yapı çıkarıyor. Geleceğin yarattığı bu korkuyla kendimizi güvende hissetmiyoruz. Daha fazla anlamak için soru sordukça düşüncelerimiz Tanrı’ya kadar uzanıyor. Düşüncelerimiz ile Allah arasındaki boşluğu da inançla kapatıyoruz.
Başlangıçtaki değişime karşı gösterilen direnç, iç çatışmaları beslese de doğanın içimize koyduğu merak duygusu, içimizdeki değişim ateşini hiç söndürmez. Belirsizliği kucaklama cesaretimiz olan uyum gösterme yeteneğimiz, değişimi bireysellikten kurtarıp kolektif bir nitelik kazandırır. Sonuç olarak birikimli bir hareketle ilerleyen toplumda geçmişin rüzgarı bizi sürükler ama biz de o rüzgara yeni yönler katarız. Doğanın ince oyunlarından biridir bu.
Doğa Karşısında İnsan
Bu, bize değerli olduğumuzu anlatan bir kurgudur. Kozmosun sonsuzluğunda bir zerre bile olmayan kendimizi önemli hissettiğimizde iç çatışmalarımız azalır ve anlam yaratma cesaretimiz artar.
Bunu büyük tasarımın bir işlevi olarak da görebiliriz. Sonsuz evrende bir toz olduğumuzu bilsek de, ürettiğimiz her yeni değer – bir şiir, bir buluş, bir sevgi eylemi – bizi bu büyük tasarımın bilinçli işçileri yapar. Yapay zekayı tasarlarken ya da bilincimizi uzaya taşıma hayali kurarken aslında doğanın cansız yasalarına canlı bir dirençle karşılık vermiş oluruz.

Bir yanda evren karşısında bir hiç olduğumuzu kabul etmemiz, diğer yanda “Ben önemliyim” içgüdüsüyle doğaya pusula olmamız bir paradoks yaratır. Ancak doğanın önümüze çıkardığı engelleri meydan okuma kabul ettikçe doğaya bilinç tohumları ekeriz. Sonunda hem kendimizi hem de evrenin kaderini küçük ama kritik ölçüde değiştiririz. İşte bu yüzden her benlik eşsizdir. Toz tanesi boyutundaki katkılarımız, kozmik ölçekte bir devinim yaratır.
Benlik: İç Dünyamızın Kısa Bir Özeti
Tıpkı evrenin sürekli genişlemesi gibi, hiç değişmediğini sandığımız benliğimiz de aslında dinamik bir hikâye anlatıyor. Dağınık ve çelişkili bir varlığız. İçimizde çarpışan sayısız arzu, duygu ve düşünceyle öyle kalabalık bir evreniz ki, hepsini dışarı yansıtmamız imkânsız. Bu yüzden benliğimizi katılaştırıyor, kabul edilemez gördüklerimizi bilinçaltımıza itiyoruz. Çelişkili doğamız bir ironi yaratıyor. ‘Ben’ dediğimiz şey, toplumun onay süzgecinden geçebilenlerden oluşan kırılgan bir kurgudan başka bir şey olmuyor.
İçimizde sürekli çatışmalar yaşadığımız, bir arzunun gücü biterken diğerinin güçlenerek öne çıktığı bir varlığız. Buna rağmen kendimize uygun bir çerçeve çizer, durağan ve tutarlı bir yapı oluşturmaya çalışırız.
Değişen dünyada hafızamız bizi sıkça yanıltabilir. Geçmiş deneyimlerimizden, benimsediğimiz farklı rollerden ve bastırdığımız yönlerimizden oluşan karmaşık bir iç dünya yaratırız. Ancak bilinçdışına ittiğimiz veya kişiliğimizin bir parçası olarak görmezden geldiğimiz bu yönlerimiz, tıpkı gölgeler gibi varlığını sürdürmeye devam eder ve davranışlarımızı derinden etkiler. Kızgınlık, sevinç veya keder gibi bastırdığımız duygular, yüzeye çıkmak için uygun ânı kovalar.
Bazen birisiyle konuşurken irademiz zihnimizi tam olarak kontrol edemez. Farkında olmadan el kol hareketleri yaparız, yüzümüz kızarır veya mimiklerimiz ağzımızdan çıkan sözlerle çelişir. Heyecan ya da kızgınlık gibi duyguların bedenimizden dışarı fırladığını hissederiz. Bu yoğun duyguları, içsel dünyamızı gizleyen kaba geri sokmaya çalışsak da, bedenimiz bazen bu denli büyük bir coşkuyu veya öfkeyi tam olarak içine alamaz. Sözcüklerimizin, içimizdeki karmaşık hisleri her zaman eksiksiz bir şekilde ifade edememesi gibi, bedenimiz de duygularımızın tüm yoğunluğunu gizlemekte yetersiz kalabilir.
İnsanın Bitmeyen Trajedisi: Değişim
Sürekli genişleyen bir evrende, bilgi de sabit kalmıyor. Dünün gerçeği bugünün yanılgısına dönüşebiliyor. Değişimin bu kaotik ritmini anlamlandırmak için benliğimiz bir dayanak noktası arıyor. Hareket halindeki bir geminin güvertesinde ayakta durmaya çalışan bir denizci gibi katı bir gerçekliğe ihtiyaç duyuyoruz.
Bu bağlamda bedenimiz değişimin fırtınasında tutunduğumuz çıpamız oluyor. Evrendeki konumumuzu bedenimizle ölçeriz. Dünyanın dönüşüne uyum sağlamamızı sağlayan kulağımızdaki sıvı dahi bize ‘sabit durduğumuz’ yanılsamasını verir. Gözlerimiz ufku taradığında, ayaklarımız yere bastığında, ‘ben’ dediğimiz şey bu fiziksel sınırlarda cisimleşir. Her şey akıp giderken (Mahabharata’nın dediği gibi “ölümlüler ölür, kalanlar ölümsüzmüş gibi yaşar”), beden bize süreklilik yanılsaması sunar.
Böyle düşündüğümüzde, her şeyin sürekli hareket halinde olduğu bir dünyayı anlamak, zihnimizde geçici bir duraksama yaratmaktan geçer. Her şeyin hareket ettiği bir dünyada üzerinde hüküm sürebildiğimiz tek şey bedenimiz ve zihnimizdir.
Bu sebeple bir toplantıda konuşulanları anlamak için biraz yalnız kalmak isteriz. Bir değerlendirme yapmak için sessizliği ararız. Sürekli akan bir filmi kare kare incelemek için zihinsel bir dondurma anına ihtiyacımız vardır. Aynı şekilde sabah uyandığımızda baş dönmesiyle mücadele ederken, yatağa tutunmak bize gerçekliği yeniden kazandırır. Hareket halindeki duvarların, kapının ve pencerenin yerine oturmasını bekleriz.
Oysa bu sabitlenme anları bile bir aldatmacadır. Bedenimiz aslında her saniye 50 milyon hücre yeniler, beynimizdeki nöronlar sürekli yeni bağlantılar kurar, iç kulaktaki sıvı sürekli hareket halindeyken bile bize durağanlık hissi verir ama yine de “Ben aynı bedenim” deriz.
İnsanın bitmeyen trajedisi ve mucizesi de burada yatar. Değişimin ortasında durmaya çalışmak, ama durduğunu sandığımız anda bile değişmek…
Beden: Zihnin Evrenle Bağlantı Kurduğu Aparat
Bedenimiz evrende belirli fiziksel sınırlara sahipken, zihnimiz bu sınırlardan bağımsız, neredeyse sınırsız bir özgürlükle hareket eder. Bedenimizin bu sınırlarını deneyimlemeden, örneğin aynaya hiç bakmamış birinin kendi yüzünün fiziksel özelliklerini hayal etmekte zorlanması gibi, zihnimizin potansiyelini tam olarak kavrayamayabiliriz.
Aynada kendini ilk kez gören insan, zihninde yıldızlara anında ulaşabilirken veya kafasını 360 derece çevirebilirken, bedeninin bu hayalleri gerçekleştirecek kudrette olmadığını fark eder. Zihninde yıldızlar arasında yolculuk edebilirken, adım atmak için kaslarına emir vermek zorunda olan bir bedene sahip olduğunu anlaması ruhunda derin bir çelişki yaratır.
Bu deneyim, zihnimizin fiziksel gerçekliğin ötesinde bir alana sahip olduğunu anlamamıza yardımcı olur. Duyuların dışında erişebildiği başka bir dünyası olduğunu ve onu besleyen bir kaynak olduğunun farkına varır.
Bu bağlamda iki dünya arasında farklı iki krallık vardır. Biri bahsettiğimiz gibi duyularımızla algıladığımız yolun uzunluğu ve acının keskinliği gibi gerçekleri ölçen bedenimiz, diğeri ise sevginin derinliği ve düşünce üretmek gibi hayallerimizi inşa ettiğimiz iç uzayımız, yani zihnimiz. Birinde Dünya’yı terimlerle betimleriz, diğerinde evrene bağlanırız.
Zihnimiz bizi evrenin derinlerine bağlarken bedenimiz bizi kozmosdan uzaklaştırır. Ancak benzer iç deneyimlerimiz birbirimizi anlamamızı sağlar. Benliğimizdeki veri ve zihin yapısı kadar algılayabiliriz. Mesela bir başkasının acısını ancak kendi sinir sistemimizin, duygusal ve bilişsel kapasitemizin izin verdiği kadar hissedebiliriz.
Zihin ise bu sınırları aşma potansiyeli taşır. Dolayısıyla evrenin hissedemediğimiz tarafını başkasının deneyimleriyle anlamaya çalışırız. Örneğin bir roman kahramanının yaşadıklarını kendi deneyimimiz gibi içselleştirebiliriz.
Bu ikiliği anlamak, hafızanın labirentlerine girmeden önce kritik bir adımdır. Çünkü hatırladığımız her şey, bu iki dünyanın kesişiminde şekillenir.
Değişimi dışarıdan gözlemlemek, içsel değişimi fark etmekten daha kolaydır. Teknoloji, insanlar, doğa ya da ilişkiler gibi gözlemleyebildiğimiz değişimler somut ve ani olabilirken, düşünce, inanç ve kişilik gibi içimizde yaşadığımız başkalaşımlar kademeli ve daha az fark edilir şekilde gerçekleşir. Anbean gözlemleyemediğimiz kendi değişimimizi geçmişimize bakarak fark ederiz.
Hafıza: Kaybolmayan Zaman
Hepimizin zihninde kendi deneyimlerimizden oluşan bir zaman tüneli var. Yaşadığımız hiçbir olay hafızamızda silinmez. Ancak hareket yetisini gittikçe kaybederek en sonunda sabit bir görüntüye dönüşür. Yıllardır görmediğimiz bir arkadaşımızı, en çarpıcı ânımızın dondurulmuş karesiyle hatırlarız. Oysa bu statik an, bilinçaltımızda ona yapışık yüzlerce unutulmuş detayla beslenir.
Her şeyin benzerinin tekrarından ibaret bu dünyada da unuttuğumuzu zannettiğimiz hatıralarımızın yeniden canlanması mümkündür. Bir koku, bir ses veya beklenmedik bir dokunuş, hafızamızda o anıya bağlı donmuş görüntüleri harekete geçirir. Bir film karesinin yeniden oynatılması gibi, anılarımız yeni bir pozisyonda donana kadar yeniden canlanır. Sabit duran görüntü yürümeye başlar ve yeniden ivmesini kaybederek bu sefer başka bir pozisyonda donarak hafızamızda yerini alır.
Değişmeyen bir “Değişim Yasası”na tabiyiz. Her yeni deneyim, eski anılarımızı yeniden yorumluyor. Geçmişte bugüne nazaran daha az veriye sahipken yaşadıkça yeni deneyimler kazanıyoruz. Yeni öğrendiklerimizi eskiyle kıyaslayarak gelecek için daha iyi öngörüler elde ediyoruz. Yeni bakış açıları ve fikirler geliştiriyor, bugünü değiştirirken geçmişimizi de değiştiriyoruz.
Bugün, Geçmişimizdeki Eski Benliğimize Baktığımız Penceredir
Bunu en iyi sanatta ve edebiyatta gözlemleyebildiğimizi düşünüyorum. Çocukken okuduğumuz bir kitaba yetişkin gözüyle baktığımızda, aslında kitabın değil bizim değiştiğimizi fark ederiz. Sevdiğimiz bir romanın ikinci okumasında aynı hazzı alamayışımız, bizim dönüştüğümüzün kanıtıdır. Bunun tersi, klasik bir eseri yıllar sonra okuyup farklı hazlar yaşıyorsak, eser geçmişten günümüze bizi değiştirmeye devam ediyordur. Beğenilerimizin değişmesi, bir zamanlar severek okuduğumuz kitabı okuyanın başka biri olduğunu fark etmemizi sağlar.
İlişkilerimiz değiştikçe, öğrendikçe, geçmişimizle de ilişkimiz değişir. Biz kitabın değiştiğini düşünürüz ama değişen bizizdir. Hayatın bizim için anlamı değişmiştir çünkü. Kitap ya da sanat eseri bizim ufkumuzdan tamamen uzaklaşıp bir belge ya da bir arşiv halini alabilir. Eğer beğeniler yeniden değişirse karşımıza gençleşmiş bir eser olarak çıkması işten bile değildir.
Eskilerin sonradan değerli olduğunu modada da görürüz. Moda akımları geçmişin asla olduğu gibi kalmadığını gösterir. Eskilerin yeniden değer kazanması dediğimiz şey, aslında bizim onlara yüklediğimiz yeni anlamlardır. Anıların bu akışkanlığı, geçmişi sürekli yeniden yazarak aslında hiçbir şeyin sabit olmadığını kanıtlar.
Zamanın geçişini hissetme biçimimiz yaşla ve rutinlerle değişir. Çocukken bir yaz tatili sonsuz gibi gelirken, yetişkinler için yıllar hızla akar. Bu yüzden dış değişimler bize hızlı gelirken, kendi iç dönüşümümüzü yavaş hissedebiliriz. Bu sebeple, zihnimiz 10 yıl önceki halimizle şimdiki arasında bir fark yokmuş gibi benliğimizi kodlar. Kimlik duygumuzu korumak için bu süreklilik yanılsamasına ihtiyacımız vardır.
Sonuç
Böylesine hızlı değişen bir dünyayı anlamakta zorlanmamız, değişime en çok katkı sunan bizler için gerçekten bir paradoks. Bu çelişkinin kaynağı da her şeyin değiştiği bir dünyada sadece kendimizin değişmediğine olan inancımız. Ancak insan olmanın özü de bu paradoksta yatıyor. Değiştiğimizi bilmemize rağmen, aynı kişi olduğumuza inanmaya devam ediyoruz.
Uyum sağlama çabalarımız bazen doğayı kontrol etme veya ona hükmetme arzusuyla karıştırılabilir. Oysa bu görüş, doğanın kendi döngüsel değişiminin bir parçası olduğumuz gerçeğini göz ardı eden bir yanılgıdır.
Bugün yapay zeka gibi teknolojileri üretmemiz, evren karşısında değersiz olduğumuzu kabul etmememizden kaynaklanıyor. İşin doğrusu, bir babanın gözetiminde yürümeyi öğrenen çocuk gibiyiz. Onun kontrolünde olduğumuzu bilmeden, her şeyi kendimizin başardığını düşünüyoruz.
Teknolojik, politik veya çevresel değişimler medya, sosyal çevre ve somut verilerle sürekli bize hatırlatılır. Ancak duygusal veya zihinsel değişimlerimiz genellikle içseldir ve dışarıdan ölçülemez. Örneğin, bir arkadaşımızın evlendiğini görmek anlık bir değişim gibi gelir, ancak sabrımızın yıllar içinde artması ancak derin düşününce fark edilir.
İşin trajikomik tarafı da burada başlar. Değişimin kendisini reddederek bir istikrar yanılsaması yaratırız. Oysa gerçek kaderimiz, bu yanılsamayla birlikte yaşamayı öğrenmektir. Doğa bize şunu fısıldar:
“Sen zaten her an doğuyorsun. Şu andaki halin, değişimin sadece şimdiki halidir”
Değişimin farkında olmakla onunla barışmak arasında, insan ruhunun en kadim dansıdır bu.
Not: Yazıyı Zihin Karmaşası’nda dinleyebilirsiniz.