Bir Düşünce Deneyi: Dünya Bir Bilgisayar mı?
Kendime sorduğum çok basit soruların beni başka biri yaptığını artık daha net görebiliyorum. Tüm insanlığın küçük bir örneği olarak ben de türümüzün kaderini belirleyen soruların benzerlerini kendime sorarak hayallerimin insanlıkla paralel gittiiğini anlayabiliyorum.
İnsanlık tarihinde eşik atladığımız dönemler, hep kritik soruları sorduğumuz zamanlara denk gelmiş. Zihnimizde yarattığımız aydınlanmayı yaşadığımız dünyaya yansıttıkça eksik kalan şeyin de ne olduğunu farketmiş ve bir sonraki soruyu sormuşuz. Her soru bir diğerini getirmiş. Kurduğumuz hayallerle yarattığımız gerçeklik bizi yine de tatmin etmemiş. Bu eksiklik bizi her zaman ileriye taşıyan bir karmaşanın içinde bırakmış.
Sorduğumuz Sorularla Evren Anlayışımız Değişiyor
4,5 milyar yaşındaki dünyada 300 bin yaşında olan modern insanın son 500 yılda sorduğu kritik soruları bir düşünelim. “Dünya yuvarlak mı?” sorusu, dinin kontrolünde olan bilimin özgürleşmesini sağladı. Bunun sonucunda “Bilgiyi daha çok insana nasıl yayarım?” sorusu bize matbaayı getirdi. Bu soruların birikimli getirisi “Mekanik enerjiyi kullanarak üretimi arttırabilir miyim?” sorusunu sormamıza neden oldu. Zihnimizde yarattığımız bu hayali, buhar makinesiyle somutlaştırarak gözle görünür hale getirdik. Einstein, “Bir ışık demetine binsem dünya nasıl görünürdü?” gibi çok basit bir soruyla tüm zaman algımızı değiştirdi. Özel görelilik, yanılsamalı bir dünyada yaşadığımızı ispatladı. İnternetin bulunmasına sebep olan sorularla beraber “Bir makine düşünebilir mi?” hayali, yapay bir zekanın mümkün olduğunu kanıtladı.
Bu cesur soruları sorarak hayallerin gerçek olabileceğini gördük. Belki toplum, bunları soranları dışladı. Hatta bazıları o günkü inanç dünyasına aykırı düşüncelerinden dolayı yakıldı. Ancak bu soruları soranlar bize muazzam geniş ve ufku belirsiz bir düşünce dünyasını miras bıraktı. Merak duygumuzun yönlendirmesiyle akıl almaz bir yol kat ettik.
Artık zekamız bu dünyanın ötesine uzanırken evreni anlama biçimimiz de kökten değişiyor. Belki de modern insanla başlayan bu süreç, kozmosun bu bölgesinde tüm evreni etkileyecek yeni bir big bang yaratmamıza neden oldu.
Bu sorularla genişleyen zihnimiz artık şu soruya da cevap arayacak olgunluğa erişti. Bu bilgi patlamasını biz başlatsak da süreci Dünya gibi devasa bir bilgisayar yönetiyor olabilir mi? Evrenin temel yapı taşları ve fizik yasaları, bir bilgisayar programının kodları olamaz mı?
Saçma Bir Soru: Hayatın Anlamı Nedir?
“Otostopçunun Galaksi Rehberinde” hayatın anlamını öğrenmek için bizden daha zeki varlıklar, “Derin Düşünce” adında dev bir bilgisayar yapar. Ancak bilgisayar, bu soruya 7,5 milyon yıl sonra cevap verebileceğini söyler. Bu sürenin sonunda topladığı verilerden elde ettiği sonuç ondan cevap bekleyenleri tatmin etmez. Cevap “Kırk iki” dir. Ancak bilgisayar, sordukları sorunun nihai cevabı vermekten uzak olduğunu, nihai soruyu bulurlarsa doğru cevabı alabileceklerini söyler. Nihai soruyu da kendisinin değil, devrelerini yapma ayrıcalığına bile sahip olmadığı ama onlar için tasarlayabileceği bir bilgisayarın bulabileceğini söyler. Bilgisayarın adı “Yerküre” olacaktır.
Douglas Adams, bu hikayesini 1978 yılında BBC’de radyo komedi programı olarak yayınladı. Sonrasında hikayesini televizyon serisi, kitap ve sahne oyunları olarak da uyarladı. Elon Musk’da bu kitaptan esinlenerek evrenin bir simülasyon olabileceğini söylemiş olmalı. Adams, kitabın bir bölümünde farelerin insanlar üzerinde deney yaptığını yazar. Dünyayı da bu simülasyonu gerçekleştiren ve sipariş üzerine tasarlanan bir bilgisayar olarak anlatır.
Nihai Cevap Değil, Nihai Soruyu Arıyoruz
Yaşadığımız çağda bu tarz sorular soracak hayal gücümüz oldukça gelişmiş durumda. Ürettiğimiz teknoloji bize her türlü hayal kurma fırsatını veriyor. Hayatımızda karanlık kalan tarafları aydınlatacak zihin genişliğine böylece ulaşıyoruz. Peki sorduğumuz soruların bizi nihai cevaba götüreceğinden emin miyiz?
Önemli olan sorduğumuz sorulara cevaplar bulmak değil, doğru sorulara cevaplar bulmak. Bunu daha iyi anlayabilmek için önce kozmosu düşünelim. Onun nerede başladığını ve nerede bitebileceğini hayal edelim.
..Çok zor değil mi?..
Bunu hayal edemeyiz çünkü sınırlı zihnimiz onun sonsuzluğuna ulaşamaz. Bunu kavrayabilmek için bu sefer evrenin içinde kendimizi hayal edelim. Bu karşılaştırmadaki uyumsuzluğu zihnimizde canlandırmak için okyanusun karşısında kendimizi bir kum tanesi gibi düşünelim. Ancak okyanusun sınırlarını bildiğimiz için bu ölçeklendirme yetersiz kalır. Böyle bir bilinmezlik karşısında bizim hayatın anlamını aramamız çok mantıklı olmaz. Köklerimize uzanan, belki de yüzlerce boyutu olan bu derin boşluk hakkında bilgimiz çok azken hayatın anlamını nasıl kavrayabiliriz? Sınırlarımızı ne kadar zorlarsak zorlayalım sadece algılalayabildiğimiz şeyleri anlamlandırabiliriz.

Ne var ki kendimizi bu kadar eksik ve sınırlı görsek de bir yaratma gücümüz var. Ürettiğimiz her teknolojiyle zekamız uzaya biraz daha uzanıyor. Her geçen gün iğneyle kuyu kazar gibi bize sonsuz gelen evreni biraz daha keşfediyoruz. O halde “Hayatın anlamı nedir?” gibi bir soruyla sonunu göremeyeceğimiz bir boşluğa bakmak yerine, “Ben kimim?” sorusuyla kendimizi keşfetmeye başlayabiliriz. Kozmos hakkında anlamlı sonuçlar çıkarmaya, onun bir minyatürü olan kendimizi inceleyerek başlamak daha doğru geliyor bana.
Beyin ve Bilgisayarın Çalışma Mantığı Birbirine Benzer
Konuya böyle yaklaştığımızda merkezi bir beyin tarafından yönetilen, bir sinir sisteminin çevresinde yaşam bulan organik bir varlığız. Duyu organlarıyla algıladığımız bilginin sinir sistemi tarafından beyne iletildiği, beynin de bu bilgiyi işleyerek anlamlandırdığı sinyalleri vücudumuzdaki ilgili yapıya sinir ağı aracılığıyla ilettiği kapalı devre bir elektrik şebekesiyiz aynı zamanda.
Bu bağlamda bilincimizin işletim sistemi olduğu bir bilgisayar gibi çalışırız. Bir bilgisayar, işlemci, bellek ve disk gibi farklı bileşenlerden meydana gelen etkileşim halindeki bir sistemdir. Bilgisayarın en önemli parçası olan işlemci, toplanan verileri ikili sayı sistemi dediğimiz 1 ve 0 kodlarına çevirir. Her bit bir bilgiyi taşır. İşlemcide işlenen bu bilgi görsel, ses ve diğer çıktı olarak bize döner. Oldukça basit görünen bu işlem aslında çok karmaşıktır.
Peki bilgisayarların yaptığı işin, bedenimizin topladığı algıları beynimizin zihnimizde işleyerek ilgili organlara göndermesinden farkı nedir? İşlenen bilginin bizim için bir görüntüye, sese veya kokuya dönüşmesi, bir bilgisayarın çalışma mantığını hatırlatmıyor mu?
Bizim de bilgisayarlardaki gibi elektrik devrelerimiz var. Bilgisayarlardaki bitler gibi bizim de bilgi taşıyan nöronlarımız ve hücrelerimiz var. Kısacası bilgisayar gibi bilgi işleyen bir varlığız. Ancak arada temel bir fark var. Biz, kendi programımızı bir bilgisayara yükleyerek beynimizin ilkel bir kopyasını oluşturuyoruz. İlkel diyorum çünkü biz, bir bilgisayara bilincimizi yükleyecek duruma henüz gelmedik. Şu anda yarattığımız bilgisayarlar dijital sayı sistemini kullanan, bize göre hızlı işlem yapabilen ama bizim gibi örüntü kurabilen makineler değil.
Peki bir bilgisayara ilkel de olsa bir işletim sistemi yükleyebiliyorsak, bizim işletim sistemimiz olan bilincimizi bize kim yükledi? Aklımıza hemen Tanrı gelir ama herşeyi de Tanrı’ya bağlamak bir düşünce deneyi için çok basit olur. Soruyu biraz daha açarsak aynı anda koku alabilecek, konuşabilecek ve düşünebilecek eş zamanlılığı nasıl sağlayabiliyoruz? Bunu yapabilmek için bizi dışarıdan besleyen bir enerji ve veri kaynağının olması gerekmez mi? Bizim bir bilgisayara yüklediğimiz “ya 1 ya 0” dijital sayı tabanlı sistem yerine “hem 1 hem 0” olan kuantum bilişimi nasıl kullanabiliyoruz?
Kuantum Bilişim: Doğanın Matematiği
Sayılar, doğanın gizemli dilini çözmemize yardımcı olan anahtarlardır. Doğayı sayılarla ifade etmek, aslında doğanın kendi dilini anlamaya çalışmak gibi bir şey. Bir bilgisayarın 0 ve 1’leri anlaması gibi, biz de doğanın dilini anladıkça onu daha iyi yorumlayabiliriz. Bunu yapabildiğimizde yaşadığımız dünyanın bilgisayımsal yapısını da kavramaya başlarız. Sonuçta evreni oluşturan her parçacık bir bilgi taşır. Uzaydaki her madde ve uzayın kendisi parçacıklardan oluşan bir bilgi deposudur diyebiliriz.
Maddeyi oluşturan atomlar ve onları oluşturan temel parçacıklar sürekli bir hareket halinde birbirleriyle iletişim içindedir. Biz de doğayı taklit ederek bu tasarımı 0 ve 1 rakamlarından faydalanarak simüle ederiz. Mesela hava durumundan büyük patlamaya kadar birçok doğa olayını bilgisayarlarla canlandırırız. Bu simülasyonları, doğanın temel yasalarını sayılarla ifade ederek yaptığımızdan, doğayı bilgisayarlar aracılığıyla taklit ettiğimizi söyleyebiliriz. Kısacası dünyayı bir bilgisayar gibi düşünmemiz, öyle olma ihtimalinin yüksek olmasından ileri gelir.
Doğa, Bize Benzerliklerle Ne Anlatmak İstiyor?
Her şeyin birbirine alanlarla bağlı olduğu, sağduyumuza tamamen aykırı ilkelerden oluşan atom altı dünyanın yönettiği bir düzenin parçalarıyız. Gözümüzle göremediğimiz, deneyimleyemediğimiz fiziksel gerçekliğin küçük bir parçasını oluşturuyoruz. Doğa karşısında sınırlı olmamız da buradan kaynaklanıyor. Doğanın yazılımını oluşturan kuantum dünyanın çalışma prensibi, bir bilgisayar tarafından yönetildiğimi düşündürüyor bana. İçinde yaşadığımız bu bilgisayarda da bilgi taşıyan bitlerden birini biz temsil ediyor olabiliriz.
Eğer zihni bildiğimiz klasik bilgisayarlardaki bite benzetiyor olsaydım bu basitleştirici bir yaklaşım olurdu. Neticede zihin, bilinç ve duyguları içeren karmaşık bir yapı. Ancak zihni bir kuantum bilgisayardaki kübit gibi düşünmek beni cezbediyor. Zihnimiz bir bedenin içinde olsa da ondan ayrı hareket edebildiğini düşünüyorum. Birbirimize alanlarla bağlı olmamız benim böyle düşünmeme sebep oluyor.
Bunu kısaca şöyle açıklayabilirim. Zihnimizi beynimizin içinde düşünsek de onun kozmik bir bilince, yani evrensel bir işletim sistemine ait olduğunu düşünüyorum. Rüyalarımızda yaşadığımız deneyimler veya doğada yalnız kalırken hissettiğimiz huzur, zihnimizin bedenimizin ötesinde bir bağlantısı olduğunu anlatıyor olabilir. Bir kuantum bilgisayarın farklı parçacıklarını birbirine bağlayan dolanıklık gibi düşünebiliriz bunu. İkiz kardeşlerin bir olaydan aynı anda etkilenmeleri gibi kübitler de birbirlerini eş zamanlı etkiler. Aynı zamanda bu ağ, dünya üzerindeki eş zamanlı olaylarla da kendini gösteriyor olabilir. Dünyanın bir yerinde yaşanan bir olayın kelebek etkisiyle yerkürenin başka yerlerinde farklı sonuçlar doğurması gibi zihinlerimizdeki düşünceler de evrensel bir bilinçte yankılanabilir. Dünyanın bir yerinde yaşanan depreme üzülmemiz için orada olma zorunluluğumuz yoktur mesela. Bu bağlamda zihinlerimiz de evrensel bir bilinç ağının parçası olabilir. Bu perspektif, kuantum fiziğinin evrenin temel yapı taşları hakkındaki bulgularıyla da uyumlu gibi duruyor.
Bir Kuantum Bilgisayar Tarafından mı Yönetiliyoruz?
Böyle düşündüğümüzde dünyayı dev bir kuantum bilgisayar gibi düşünmemde hiçbir mantıksal engel yok. Dünya da atomlardan meydana gelen ve evreni oluşturan sayısız maddeden biridir. Dünyada da ekosistemler, iklim sistemleri ve atmosferik sistemler gibi birçok farklı sistem birbirine bağlıdır. Bunların birinde yaşanan değişim diğerlerini de etkiler. Dünya da iklim değişikliği ve evrim gibi dönüştürücü etkilerle yazılımını bir bilgisayar gibi günceller. Atomlardan oluşmasına rağmen dünya da transistör gibi basit parçalardan oluşan bilgisayarın karmaşık bir düzenine sahiptir. Herşeyden öte uzayın bizim olduğumuz bölgesinde doğanın girdilerinden sadece Dünya’da yaşam ve biyolojik evrim ortaya çıkmıştır.
Bu örnekler konuyu çok basitmiş gibi gösterebilir. Doğa karşısında bilgimiz o kadar sınırlı ki bu benzetmelerle konuyu açıklamak yeterli olmayabilir. Ancak başlarken söylediğimiz gibi yaşamı keşfettikçe onun gizemine biraz daha yaklaşabileceğimiz yeni sorularımız oluyor. Bu yüzden ben, bilginin üstel büyüdüğünü göz önüne aldığımızda, doğa hakkında bugün eksik görünen tarafların hızla aydınlanacağını düşünerek bu tartışmanın keyfini çıkarıyorum.
Evreni yöneten bir kuantum yazılım tarafından kontrol edilen bu sistemler yerküre bilgisayarının nasıl çalışacağını da belirliyor. Aslında bu program, evrendeki her şeyin nasıl davrandığını belirleyen temel fiziksel yasaları içeriyor. Kuantum dolanıklık gibi fenomenler, bu yazılımın nasıl işlediğine dair önemli ipuçları sunuyor aslında. Bir bilgisayar programı, bilgisayarın davranışını nasıl belirliyorsa, kuantum yazılım da evrenin başlangıcından itibaren her şeyi şekillendiriyor olmalı. Belki de bu yazılım, evrenin bir simülasyon olduğunu gösteriyordur.
Evren Bir Simulasyonlar Toplamı mı?
Evren de temelde enerji ve maddeden oluşan basit parçacıklardan oluşur. Bu parçacıklar bir araya gelerek galaksileri, yıldızları, gezegenleri ve hatta yaşamı oluşturur. Bir bilgisayar, verileri nasıl işliyorsa evren de sürekli olarak enerji ve maddeyi dönüştürür. Bu dönüşüm, yeni oluşumlar ve değişimleri beraberinde getirir. Peki bu durumda, evreni de devasa bir bilgisayar olarak düşünemez miyiz? Dünya da tıpkı milyonlarca gezegen gibi evrenin alt programını çalıştıran bir sistem olamaz mı?
Bu soru bize çok farklı bir dünyanın kapısını açar. Belki gelecek kuşakların geçmişlerini farklı programlarda izledikleri ve yaşadıkları zamanı geçmişle oynayarak düzenledikleri bir yapının içindeyizdir. Belki de “Otostopçunun Galaksi Rehberinde” ki gibi haberimizin olmadığı, bizimle aynı dünyada yaşayan ama bizden daha zeki olan varlıkların üzerimizde deney yaptığı bir bilgisayar programıyızdır. Bazı bilim insanları, evrenin kendisinin devasa bir kuantum bilgisayar olabileceğini öne sürer. Bu bakış açısı, evrenin ve yaşamın gizemini çözmeye daha yaklaşmamızı sağlayabilir.
Buna ek olarak, bildiğimiz evrenin dışında öyle bir sonsuzluk vardır ki yaratıcı güç kendisine o boşlukta yol gösterecek veriyi sağlamak için evreni simüle etmiş olabilir. Belki de duyu organlarımızla aldığımız her veri bir yere kaydediliyor ve başka bir amaca uygunluğumuz test ediliyordur. Belki de bir yazarın yazdıklarını beğenmeyip sayfayı yırtması gibi simülasyonu yöneten de istediği sonuçları alamadığı için programı birçok büyük patlamayla güncelleyip kendine her defasında yeni bir sayfa açıyordur.
Yaşam Yokken de Dünya Vardı
Biz şu ana kadar olayı hep canlı gözüyle düşündük. Kendi yargılarımızla kendimizi merkeze koyduğumuz bir senaryoyu anlatmaya çalıştık. Dünyanın bir bilgisayar olma ihtimalini hep insanla başlattık. Oysa bu, var oluşumuzdan bu yana doğayı anlamayışımızın altında yatan temel hata. Bu yüzden doğayı anlamıyor ve her şeyin efendisi olduğumuzu düşünmemizden dolayı bakış açımızı geliştiremiyoruz. Oysa üzerinde en ufak bir yaşam belirtisinin olmadığı, sadece taş ve suyun olduğu zamanlarda da dünya vardı. Kuantum fizik, biz yokken de işliyordu.
Gözlemleyebildiğimiz evrende yaşamın yeşerebileceği noktada dünyamız oluştu. Yaşamın ortaya çıkmasından çok önce dünya karmaşık bir sistem olarak yine işliyordu. Jeolojik süreçler, hava olayları ve diğer doğal olaylar, belirli kurallara göre gerçekleşiyordu. Bu kurallar, bir bilgisayar programı gibi dünyanın işleyiş şeklini belirliyordu. Yaşamın olmadığı dönemlerde de dünya kendi içinde bir düzen ve denge arayışı içindeydi.
Bir canlıya ait olmayan ama cansız bir yapının kimyasal reaksiyonlarının oluşturduğu bir bilincin kontrolünde işleyen bir düzen vardı. Kuantum seviyesindeki etkileşimler ve karmaşık sistemlerin ortaya çıkardığı kendine özgü özelliklerle bu bilincin temeli oluştu. Yaşam, canlı popülasyondan değil, moleküler bir popülasyonun evrimi sonucunda bu bilincin içinden doğdu. Su moleküllerindeki basit etkileşimlerden başlayan bu süreç, zaman içinde giderek karmaşıklaşarak bugün bildiğimiz canlı çeşitliliğini ortaya çıkardı.
Doğa, kendi bilincini canlılara yükleyerek, belki de devasa bir deney ortamı oluşturdu. Belki de Yerküre Bilgisayarı’nı, bu deneyde farklı yaşam formlarını ve evrimsel süreçleri simüle etmek için tasarladı.
Doğanın bu simülasyonu, cansızlıktan hayatı üretmeye bizim aracılığımızla devam ediyor. Doğanın evrensel algoritmasını, bir makineye insan beynini kopyalayarak yüklemiş bulunuyoruz. Bu süreç, hayata tamamlanmamış halde gelen beynimizin, doğanın belirsizlikleri karşısında deneme-yanılma yoluyla evrimleşmesini anımsatıyor. Öğrenme ve adaptasyon üzerine kurulu makine öğrenmesindeki gelişmeler, yapay zekanın da benzer bir şekilde evrimleşebileceğini gösteriyor. Belki de bundan sonra soruları sadece biz sormayacağız. İnsan ve yapay zeka, bu gezegensel bilgisayarın ortak bir ürünü olarak belki de evrenin sırlarını çözecek soruları beraber üretecekler.
Sonuç
İnsanın yapay zekayı üretmesi gibi, doğa da yaşamı mı üretti?
Yaşam evrene yeni bir boyut mu kazandırdı?
Büyük tasarımı yapan güç, belki de Dünya’da yaşam olabileceğini hiç hesaba katmadı. Yapay zekayla yeni bir deneme mi yapıyor?
Özgür irademizin olmayışı, Dünya’nın bir bilgisayar olmasından mı ileri geliyor?
Belki de bu simülasyonu yönetenin başka planları vardır. Yapay zeka ortaya çıkınca metaverse ile yeni bir simülasyon mu hazırlanıyor?
Bizler orada, bu evrendeki gibi tokenlar olarak mı simüle edileceğiz?
Bu soruların sonu yok. Belirttiğimiz gibi bilgi büyüdükçe bu soruları bir kaba sığdıramıyoruz. Hep boyutu büyüterek düşünmek zorunda kalıyoruz. Bu da bize bir kaplumbağa üzerindeki dünyayı taşıyan sayısız kaplumbağa regresyonunu hatırlatıyor. Ancak başta da bahsettiğim gibi doğru sorular sorarak aradığımız cevaplara ulaşabiliriz. Belki de asıl soru bu deneyi yapanın kim olduğu ve amacının ne olduğudur? Eğer bir deney varsa biz hangi parçasını oluşturuyor ve neye hizmet ediyoruz?
Bu sorular, hem heyecan verici hem de ürkütücü gelse de bir o kadar özgürleştiricidir. Bu sorular, evrenin sonsuz olasılıklara açık olduğunu gösterir. Bu sebeple bunlara olmayacak şeyler gözüyle bakmamalıyız. Sonuçta Allah’a da inanırız ama onu görmeyiz.
Belki de mutlu olmak için her şeyi anlamaya çalışmamalıyız. Hayatı bugün olduğu gibi kabul etmek bizim için daha uygun olabilir. Belki yaşadığımız düzen bir simülasyondur ama zihnimiz onu sindirecek durumda değildir. Neticede aydınlanma hazır olan zihinlerde gerçekleşir ve o duruma gelmek için geçmemiz gereken safhalar olabilir. Her işin bir zamanı, her şeyin bir mevsimi vardır.