Okyanuslar: Büyük Gizemlerin Ardına Saklandığı Kadim Dünya
Dünyada oluşumu hakkında kesin konuşamayacağımız birkaç şeyden birisidir okyanuslar. Ne kadar ileri teknolojiler üretsek de okyanusların keşfedemediğimiz o kadar çok gizemi var ki.
Çok az bilgimizin olduğu bir kavramın gerçekliğini tartışmak, karanlıkta el yordamıyla yürümeye benziyor. Denizlerin, kıtalardan farklı olarak, göremediğimiz ve dokunamadığımız çok yeri var. Okyanuslar, çok fazla bilinmeyeni barındıran, henüz çözemediğimiz bir matematik problemi gibi karşımızda duruyor. Açık denizlerin doğasından gelen bu zorluklar, onu mantıklı bir çerçeveye yerleştirmemizi güçleştiriyor. Bu sebeple okyanusları anlamak, bizi daha çok hayal kurmaya ve başka oluşumlar üzerindeki izleri takip etmeye zorluyor.
Okyanusların gizeminin kaynağı sadece yaşadığımız dünyaya ait değil. Denizlerdeki gel-git olayları ve Pasifik Okyanusu’ndaki derin çukurlar, Ay ile okyanuslar arasında kadim bir ilişkinin varlığına işaret ediyor.
Ay’ın oluşumuyla ilgili en yaygın kabul gören teori, Dünya henüz oluşum aşamasındayken Mars büyüklüğünde bir gezegenimsi cismin Dünya’ya çarpması ve uzaya saçılan parçaların birleşerek Ay’ı oluşturmasıdır. Bu dev çarpışma, Dünya’nın erken dönemlerindeki okyanusların ve atmosferin oluşumunu da şekillendirmiş olabilir.
Bununla birlikte, Ay’ın kökenine dair başka bir teori daha var. Bu teoriye göre Ay, Dünya’nın bağrından kopan bir parçadır. Dünya, Güneş’ten koptuktan ve zamanla soğuduktan sonra bir süre sıvı halde kalmış olabilir. Dünya yüzeyinin eriyik sıvıdan oluştuğu ve kendi ekseni etrafında çok daha hızlı döndüğü bu dönemde, dev bir dalga Dünya’nın bir parçasını koparıp uzaya fırlatarak Ay’ı oluşturmuş olabilir.
Bu sebeple okyanusların nasıl meydana geldiğini sadece taşlardan ve dağlardan değil, Ay’ın bıraktığı izlerden de anlamaya çalışıyoruz. Bir canlının şahit olmadığı bu kozmik doğum anında orada bulunan Güneş’in, yıldızların ve kayaların söylediklerinden bir sonuç çıkarmak durumundayız.
Dünya, Okyanuslardan Oluşuyorken Ona Neden Yeryüzü Diyoruz?
Okyanuslar, gözlemleyebildiğimiz evrende dünyamızı diğer gezegenlerden farklı kılar. Çorak bir güneş sisteminde, yumuşak bulut tabakalarıyla kısmen serpiştirilmiş desenlerden oluşan giysisinin içinde çok şık bir görüntüsü vardır. Her iki kutuptaki parlak beyaz buz tabakaları, bu giysiyi tamamlayan aksesuarlar gibidir. 3/4’ünü suların oluşturduğu mavi gezegenimizin, Mars ve Venüs’ün arasında yarattığı zıtlığa hayran olmamak elde değil. Dünyamız, dışarıdan bakıldığında herkesin dikkatini çekecek benzersiz safir bir mavi bilye gibidir.

Arthur C Clark’ın güzel benzetmesiyle söyleyecek olursak; apaçık okyanuslardan meydana gelen dünyamıza yeryüzü demek ne kadar da yakışıksız. Dünyamız, rengini aldığı okyanuslara sarınmış bir görüntü verir. Bir kahinin tam kehanette bulunacağı anda, önünde parlayan küreyi andırır.
Okyanuslar, antik tarihte dünyanın yapısı hakkındaki düşünceleri de şekillendirmiştir. Dünya’nın oluşumunda daha ağır şeylerin merkeze, daha hafif şeylerinse yukarıya gitmesine hem bugünkü inançlarda hem de felsefe de karşılaşırız. Su ve toprak yeryüzünde kalırken buhar gökyüzüne yükselir. Ayrıca denizlerin çok büyük olduğunu hisseden insanlar, Dünya’nın sularla çevrili olduğuna inanmıştır. Bugün uzaydan çekilen fotoğraflardan Dünya’nın Okeanos’la çevrili olduğunu gördüğümüzde, Antik Dünya’nın yanılmadığını anlayabiliyoruz.
Okyanusların, inancımızı şekillendiren hayal dünyamızda büyük etkisi vardır. Ancak onun hakkında az şey bilmemiz, hayallarimizin sınırlarını da belirsiz yapıyor. Yaşamın keşfi, öncelikle denizlerin keşfiyle başlıyor.
Okyanuslar, Altındaki Oluşumlara Ölümsüzlüğü Verir
Denizlerin altındaki oluşumlar, karaya göre varlığını daha uzun sürdürebiliyor. Mesela kıtalarda bir dağ yükseldiğinde, doğanın tüm güçleri onu aşındırmaya başlar. Oysa derin denizdeki bir dağ, olgun yıllarında sıradan aşındırıcı güçlerin erişemeyeceği bir yerdedir. Varlıkları denizin kaderiyle aynı gibidir. Denizler, kapladığı alanı dış güçlerden koruyan bir zırh gibidir. Bu güvenli ortamın dünya var olduğu sürece neredeyse değişmeden kalması olasıdır. Karadaki dağlardan çok daha yaşlı bu dağlara okyanuslar bir nevi ölümsüzlüğü bağışlar.
Peki denizlerin bu özelliğinin, sular altında yatan kayıp kıtalarla ne gibi bir ilişkisi olabilir? Mesela Atlantis Efsanesi gerçek olabilir mi?
İnsanlar, doğa karşısında kendini güçsüz hissettiğinde yeni inançlar geliştirmiştir. Belki bunlar efsanedir ama halkların folkloründe, o bölgenin insanına kendilerini sürekli hatırlatırlar. Bu anılar, insanın gerçeği arama yolculuğunda ona yol gösteren birer ışıktır. Sonuçta Atlantis Efsanesi’ndeki gibi olmasa da ilkel insanların yaşadığı bir alanın, bir doğa olayı sonucunda, gözlemlenebilir bir sürede batması olasıdır.
Deniz ya da kara fark etmeksizin yağan yağmurların çoğu denizden toplanmıştır. Rüzgarlarda buhar olarak taşınan sular, ardından yaşanan sıcaklık değişimiyle yağmur olup yağar. Mesela Avrupa yağmurunun çoğu Atlas Okyanusu’nun suyunun buharlaşmasından gelir.
Ancak her şeyin Tanrı’dan gelip tekrar ona dönmesi gibi, Dünya’da dökülebilen şeylerin hepsi denize dökülür. Rüzgar, akarsu ve yağmur tortuyu denize taşır. Bu tortunun içinde en çok bulunanlar da bir zamanlar suların üst tabakalarında yaşamış tüm küçük yaratıkların kireçli ve silisli kalıntılarıdır. Bu kalıntıları taşıyan milyarlarca minik kabuk ve iskelet, bir yağmur gibi denizin tabanına yağar.
Deniz tabanında oluşan katman, yeni bir doğa olayını tetikler. İnorganik kalıntıların yağmuruyla dipte biriken tortu, deniz tabanının çökmesine neden olur. Zaten yer altındaki magma odalarının esnettiği katmanlar, bu çökme sonucu kırılır ve volkanik hareketler yüzeye çıkar.
Volkanik Aktivite: Poseidon’un Krallığında Lavların Öfkesi
Denizin antik kalıntılarının izlerini her yerde bulabiliriz. Dünyanın birçok doğal harikası, varlıklarını denizin bir kez karanın üzerine çıkmasına, içerdiği tortuları bırakmasına ve ardından geri çekilmesine borçludur. Ne var ki denizlerin bu istilacı özelliğini sadece yerkabuğunun hareketlerine bağlayamayız. Okyanus tabanında muazzam lav konileri oluşturan büyük denizaltı volkanlarının büyümesi de denizlerin karalara yönelmesinde etkilidir.
Dünya’daki volkanik hareketlerin büyük kısmı, onun çehresini güzelleştiren okyanuslarda meydana gelir. Bir oran vermek gerekirse, tüm volkanik aktivitenin neredeyse 3/4’ü okyanuslarda oluşur. Okyanuslardaki cennet adaların çoğu, milyonlarca yıllık volkanik aktivitelerin sonucudur. Yanardağların püskürttüğü lavlar ve küller, yaşamın okyanuslar boyunca yayılmalarını sağlar. Doğanın bu yıkıcı doğasını yaşama çeviren büyük güç, okyanustaki akıntılardır.
Okyanus Akıntıları: Yaşamın Dünya Turu
Okyanusun kalıcı akıntıları, bir bakıma, ona özgü olayların en görkemlisidir diyebiliriz. Bilim dünyası, okyanus akıntılarının dünya var olduğundan beri birçok kez yön değiştirdiğinden şüphe etmiyor. Ancak bu değişikliklerin dünyada var olduğumuz süre içinde gerçekleşmesi pek olası değil. Yaklaşık 2 milyon yıllık bir geçmişimizin olduğu 4,5 milyar yaşındaki dünyada, okyanus örüntülerinde çok büyük değişiklik olma ihtimali bizim açımızdan az görünüyor. Hatta akıntılar hakkında bizi etkileyen tek şeyin onların kalıcılığı olduğunu söyleyebiliriz. Bu da şaşırtıcı değil, çünkü akıntıları üreten kuvvetler çağlar boyunca önemli değişiklikler göstermezler.
Bazı akıntılar, sıcak bölgelerin havasını soğuk yerlere taşırken, bazıları okyanusun derin soğuğunu kıyılara taşır. Mineral bakımından zengin bu soğuk sularda belki de dünyanın başka hiçbir yerinde eşi benzeri olmayan bir deniz yaşamı bolluğu vardır. Küçük balıklardan oluşan bu sürüler, karabatakların, pelikanların ve diğer avcı kuşların besin kaynağıdır. Derin tabakalardaki sular yüzeye çıkmasaydı, bu balık avlağı var olmazdı. Bu, tuzlar, diyotemler, kopepodlar, ve ringa balıkları gibi bildiğimiz eski biyolojik zinciri başlatan bir süreçtir.
Herhangi bir yerin aşırı sert bir karasal iklimde mi, yoksa denizin yumuşattığı bir iklimde mi yaşayacağı, o yerin okyanusa yakınlığından çok akıntıların ve rüzgarların düzenine, kıtaların arazi özelliklerine bağlıdır. Mesela her iki yönde kıyısı olan bir ülkenin rüzgarları batıdan esiyorsa, doğu bölgesi daha karasal, batı bölgesi ise ılıman iklim kuşağında olur.
Ancak okyanusların dünya üzerindeki bir başka belirleyici özelliği de yaşamın yeşermesi için ihtiyaç duyulan ısıyı kıtalara adil bir şekilde yaymasıdır. Güneşin cömertçe dağıttığı enerjiyi, okyanuslar önce emer ve akıntıları ile dünyanın diğer bölgelerine taşır.
Okyanuslar: Dünyanın Termometresi
Bu bağlamda okyanuslar olmasaydı, dünya düşünülemeyecek kadar sıcak olurdu ve yaşam oluşmazdı. Yeryüzünün 3/4’ünü kaplayan su, olağan üstü niteliklere sahip bir maddedir. Mükemmel bir ısı emici ve yayıcıdır. Muazzam ısı kapasitesi nedeniyle, okyanus bizim sıcak diyeceğimiz seviyeye gelmeden, güneşten gelen büyük miktarda ısıyı emebilir veya soğuk diyebileceğimiz seviyeye gelmeden ısısının çoğunu kaybedebilir.
Bütün dünya ölçeğinde, ısının yaklaşık yarısını okyanus akıntıları, yarısını da rüzgarlar yeniden dağıtır. Deniz ve hava doğrudan temas halinde olduğundan, muazzam öneme sahip sürekli bir etkileşim yaratırlar. Gelgelelim her ikisi arasındaki ilişkide okyanusların hakimiyeti daha fazladır. Atmosferin sıcaklığı ve nemi üzerindeki etkisi, havanın denize doğru yaptığı küçük bir ısı transferinden daha fazladır. Belirli bir hacimdeki suyu 1 derece artırmak, eşit hacimdeki havayı aynı derecede ısıtmaktan üç bin kat daha fazla ısı gerektirir. Bir metreküp suyun 1 derece soğuması sırasında kaybettiği ısı, üçbin metreküp havanın sıcaklığını aynı miktarda yükseltir.
Okyanus akıntıları, sıcaklık ve soğuğu binlerce mil uzaklara götürebilir. Okyanusun bu yeniden dağıtma işlevi, güneşin dünyayı ısıtırken eşit davranmamasını telafi eder. Denizler, Güneş’in ayrım gözetmeksizin gönderdiği ısıyı biyosferin avantajına adil bir şekilde dağıtır. Bu haliyle okyanus akıntıları ekvatordan gelen sıcak suyu kutuplara doğru taşıyarak yaşamın dünya üzerinde yayılmasını sağlar.
Buzullar: Yaşamın Sürekliliği
Burada buzullara kısaca değinmemiz gerekiyor. Geçtiğimiz bir milyon yıl boyunca, denizin gerçekleştirdiği ihlale sebep olmuş ne varsa buzulların baskın rolünün yanında önemini yitirdi. Dünya’da buzullar dört defa oluştu, güneye indi, vadi ve ovaları doldurdu. Sonrasında eridi, büzüldü ve kapladığı topraklardan geri çekildi. Bugün 4. geri çekilmenin son aşamalarını yaşıyoruz.
Bu dönemde dünyada iklim, önümüzdeki binlerce yıl içinde aşağıya doğru bir salınım yaparak başka bir buz devrine geçmeden önce muhtemelen önemli ölçüde ısınacaktır. Öte yandan şu anda deneyimlediğimiz küresel ısınma, on yıllar veya yüzyıllarla ölçülebilecek bir iklim değişikliğidir.
Meydana gelecek yeni buzul çağının türümüz açısından hayati bir önemi var. Buzullaşma döneminde okyanuslardan ne kadar su çekileceğini bilemeyiz. Bu, onlarca metre olabileceği gibi binlerce metre de olabilir. Ayrıca buzullar, yaşamı içinde hapseder ve dünyanın başka bir bölgesine taşır. Bu, bazı türlerin sonunu getirirken bazı yeni türlerin de oluşmasını sağlar. Mesela insan, son buzul çağında dünyaya gelirken Mamutlar yok olmuştur. Suyun ısıyı buzulların içinde hapsetmesi ve taşıması, evrenin bu bölgesinde yaşamın sürekliliği ve yeni türlerin ortaya çıkması bakımından kritiktir.
Yaşamın Kıtalara Taşınması
Dünya’yı üzerinde yaşam yokken nasıl düşünebiliriz? Çıplak kayalardan ibaret, üzerine yeşilin koruyucu örtüsü çekilmemiş koca bir kıta hayal edelim. Toprağın oluşmasına yardım edecek, onu kökleriyle kayalara bağlayacak kara bitkileri olmadığı için topraksız kalmış bir kıtayı zihnimizde canlandıralım. Taştan ibaret sessiz bir diyarı düşleyelim. Yağmurlar ve rüzgarlardan başka hiçbir sesin duyulmadığı bir dünya düşünelim.
Bir hayat belirtisine rastlamanın imkansız olduğu böyle bir dünyada yaşamın tutunabilmesi için bu çıplak kayaların üzerinde toprağın olması gerekir. Bu sebeple, yaşamın dayatacağı zorlu koşulların bir seferlik de olsa buna uygun gelişmesi lazım. Neticede denizlerin havzalarından çıkıp karaların üzerine yayıldığı bir dönem olmalı. Sonrasında denizlerin çekilmesiyle bazı yaşam türlerinin karada tutunmayı başarmış olması gerekiyor. Hayvanların tek başlarına bir koloni kurabileceği bir bitki dünyasının böylece meydana gelmiş olması yüksek bir ihtimal.
Yaşamı karalara taşıyan hayvanlar, bir parça denizi de beraberinde götürmüştür. Hepimizi denizlerdeki kadim köklerimize bağlayan bir parça vardır. Balıklardan sıcak kanlı kuşlara kadar hepimizin damarlarında sodyum, potasyum, kalsiyum elementlerinin oranı kadar tuzlu su dolaşır. Dünyadaki orana uygun olarak vücudumuzun 3/4’ü sudur. Bir cenin, anne karnında su içinde yaşar ve balığa benzer bir evreden geçer.
Doğanın işleyişi ne kadar maksatlı olsa da bir o kadar telaşsız ve acımasızdır. Mesela bir adanın canlılarla dolması milyonlarca yılı alabilir. Ne var ki, biz bu mükemmel tasarımın işleyişini sınırlı zihnimizle anlamaya çalıştığımız için sürecin görkemini de anlayamayız.
Abisal bölgede yaşam
Dünyadaki canlı türlerinin büyük bir kısmı denizlerde yaşar. Şu ana kadar yaklaşık 200 bin deniz canlısı türü belgelenmiş olsa da, tahminen 2 milyon türün denizlerde yaşadığı düşünülüyor.
Okyanuslar, adeta başka dünyalara açılan kapılardır. Karadaki yaşam, kütleçekiminin etkisiyle sınırlı bir hareket alanına sahipken, denizlerde yaşam üç boyutta serbestçe gelişir. Bu özgürlük, en küçük canlıdan dev balinalara kadar tüm deniz yaşamının bağımsız hareket etmesini sağlar. Besin kaynaklarının geniş bir alana yayılması sayesinde, denizlerdeki yaşam karaya göre çok daha geniş bir alana yayılmıştır. Hatta okyanusların en derin noktalarında bile yaşamın varlığı, bu benzersiz özellikler sayesinde mümkün olur.
Cam süngeri ve denizanası gibi son derece kırılgan canlıların derin sulardaki muazzam basınç altında yaşayabilmesi ilk düşündüğümüzde mantıksız gelebilir. Gelgelelim derin denizlerde yaşayan canlıların hayatta kalabilmesi, dokularının içindeki basıncın dışarıdakiyle aynı olması sayesindedir. Bu denge korunduğu sürece, onların bir tonluk basınçtan veya daha fazlasından duydukları rahatsızlık, bizim atmosferik basınçtan duyduğumuzdan çok değildir.
Basıncın dışında yaşamı yöneten diğer faktör karanlıktır. Abisal bölgede yaşayan canlılar, kendi ışıklarını üreterek karanlığa adapte olmayı başarmışlardır. Mesela mürekkep balığı ve bazı kabuklular, tehdit altında kaldıklarında kimyasal bir ışık yayarak düşmanını yanıltabilirler. Bunun dışında kendi gölgelerini yırtıcılardan gizlemek için kamuflaj amaçlı ışık da yayabilirler. Biyolüminesansı, çiftleşmek ya da avlanmak amacıyla da kullanabilirler. Mesela Fener Balıkları, avını kendine çekmek için bir ışık yayar. Türünü korumak için biyolüminesansı kullanan canlılara örnek olarak planktonları gösterebiliriz. Bu mikroorganizmalar, daha iyi üreme şartları olan balıkların karnına böylece yerleşirler.
Karanlık, abisal bölgede yaşayan canlıların görme ve diğer duyu organlarını farklı yönde gelişmesini sağlayarak yaşamı yönetir. 65 milyon yıl önce bir asteroidin dünyaya çarpması hayatı bitirirken, okyanusun güvenli derinliklerinde yaşam kendini korumayı başarmıştır.
Okyanusların herhangi bir derinliğinde hayatın olmadığı bir yer yoktur. Açıklara gidildikçe yüzeye yakın yerlerde yaşam yoğunlaşır. Ancak kıta sahanlığında yaşam, diğer bölgelere nazaran oldukça aktiftir.
Okyanusların dengeleyici özelliği
Biyosferin dengesinde hayati öneme sahip bölgeler kıta sahanlıklarıdır. Oksijeni havada tutan karbon ve hayat için temel önemdeki diğer birçok gaz ve uçucu bileşimin çoğu bu bölgede gömülüdür.
Bataklık gazı olarak bilinen metan deniz yataklarında, bataklıklarda, sulak alanlarda ve karbonun gömüldüğü ırmak ağızlarında bulunur. Mikroorganimaların ortaya çıkardığı metan yılda tahmini 500 milyon tondur. Peki metanı bu kadar önemli yapan nedir?
Bataklıklarda baloncuklar halinde yükselen bu pis kokulu gaz, iki yönlü bir oksijen düzenleyici gibi davranır. Metan, stratosfere yükselip su buharı kaynağı halini alır. Sonuçta su ayrıştığında hafif bir gaz olan hidrojen uzaya kaçarken, oksijen atmosferde kalır. Buna karşın metanın alt atmosferde oksitlenmesi, havadan oksijeni çeker. Metanın bu dengeleyici unsuru olmasaydı, oksijen gibi yanıcı bir gaz, yaşamamız için gerekli %21 oranını tutturamazdı. Bu net kazanç ve net kayıp döngüsü, atmosferdeki dengeyi böylece korumuş olur.
Bunun yanında yeşil bitkiler ve alglerde bulunan karbon, kıyılardaki tortul kayaçlarda gömülüdür. Sabitlenen karbon, sular ve rüzgarlar yoluyla dünyaya yayıldıkça, fotosentez yoluyla her karbon atomuna karşılık tek bir oksijen molekülü bırakır. Eğer bu yaşanmasaydı, volkanik gazlarla ortaya çıkan indirgeyici maddelerle havadan istikrarlı bir şekilde oksijen çekilir ve hayatımız tehlikeye girerdi.
Karalar, Dünya yüzeyinin 1/3’ünden daha azını oluşturur. Karadaki faaliyetlerimizden dolayı radikal dönüşümleri göğüsleyebiliriz. Mesela tarım ve hayvancılıkta yaşadığımız sorunlarla bir şekilde başa çıkabiliriz. Ancak denizin ve özellikle kıta sahanlıklarının ekilebilir bölgelerini aynı mantıkla kullanamayız. Biyosferin bu kilit alanı bozulduğunda ne tür risklerin ortaya çıkacağını bilemeyiz. Kalp damarlarındaki tıkanıklığı by-pass ile aşabiliriz ama kalp durduğunda kritik birkaç saniyeden sonra geri dönüş yoktur. Kıta sahanlıklarında yaşanacak bir aksama, tüm biyosferde ağır sonuçlar doğuracak kimyasal reaksiyonları tetikleyebilir.
Denizlerdeki Kirlenmenin Sonuçları, Karaya Göre Farklı Olur
Okyanuslar hakkında bilgimiz, bizim için taşıdığı öneme kıyasla gerçekten yetersiz kalıyor. Ancak tam da doğamıza uygun olarak, bir şeyi daha yakından tanımak ona zarar vermekten geçtiği için, bugün karada uyguladığımız deneme yanılmaları okyanuslara da uyguluyoruz.
Atomun sırlarını çözerken, kendimizi korkunç bir sorunla karşı karşıya bulduk. Dünya tarihinde var olmuş en tehlikeli maddeyi, nükleer atıkları nasıl yok edeceğimizi bilemedik. Buna ek olarak modern hayatın bir sonucu olan plastik kullanımı arttı. Hayatımıza bir kolaylık ve refah getiren şeyleri tükettikten sonra atıklarını nasıl yok edeceğimizi çok düşünmedik. Belki suyun varlığı, bizi böyle davranmaya yönlendirdi. Onun yok edici ve çözümleyici gücüne çok güvendik ama denizlerin doğasını anlamadan bunları yaptık.

Derin türbülans, farklı yönlerde akan okyanus akıntıları, mineralleri de yüzeye taşıyan suyun dipten yükselmesi, bunun tersi olarak büyük yüzey suyu kütlesinin derinlere batması, radyoaktif atıklar da dahil tüm kirleticilerin zamanla bütün dünyaya dağılmasını sağlayacak devasa bir karıştırma sürecine yol açıyor.
Bu bilgisizlik, bizi denizleri yağmalayacak kadar yetenekli olmadığımıza inandırıyor. Bu cahil cesaretinin verdiği rahatlıkla çok tehlikeli işler yapıyoruz. Denizlerin heybeti, yaptığımız her kötülüğü telafi edebileceğini düşünmemize sebep oluyor. Biz, karadaki gibi denizlere zarar veremeyeciğimizi düşünüyoruz ama durum öyle değil.
En bozulmaz olanı dahi bozabilecek potansiyelimiz, denizlerin her şeyi koruyabilme potansiyelinden daha yüksek. Ancak denizlerdeki bir bozulmaya doğanın vereceği cevabın daha sert ve çabuk olacağını bilmeliyiz. Sonuçta doğanın dengesindeki ağırlık, dünyanın büyük kısmını oluşturan okyanuslarda daha fazladır. Okyanusların hassas dengesindek en ufak bir bozulma, tüm canlı hayatını etkileyecek gelişmelere sebep olabilir.
Sonuç
Okyanusların biyosferde bu kadar dengeleyici olması, denizler hakkında bilgi toplamanın neden önceliğimiz olduğunu anlatıyor. Okyanus derinliklerinde, yaşama ait izler onun koruması altında keşfedilmeyi bekliyor. Geçmişimizle bugün arasındaki kopukluğu bağlayacak ara formlar denizlerin altında yatıyor. Belki de okyanusların derinlerinde evrenin sırrını taşıyan bir göktaşı, hiç bozulmadan onu bulmamızı bekliyor.
Denizler hakkında ne kadar çok şey bilirsek, gidebileceğimiz uzaklığı da o kadar iyi hesaplarız. Durmamız gereken güvenli sınırı, denizin bereketli bölgelerini umursuzca yağmalamanın sonuçlarını daha iyi anlarız.
Dünya hızla değişirken okyanuslar da bundan nasibini alıyor. Bu hayatta kalma savaşında yaşamı yeniden şekillendirmek, yeni hayatları keşfetmek, daha önemlisi yeni bir bilinç oluşturmak için belki de en iyi zamanı yaşıyoruz.
Kaynaklar:
Bizi Saran Deniz Deniz……………………….Rachel L. Carson
Gaia…………………………………………………..James Lovelock