Mastodon

Monolog

Kişisel görüşler, düşünceler ve deneyimler. Her şeyin dönüştüğü bir çağda söyleyecek bir şeyim var.

Tarih

Genç Bir Cumhuriyetin Çelişkileri: Korkularla Yüzleşerek Büyümek

Yazıyı Zihin Karmaşası’nda dinleyin

Türkiye Cumhuriyeti’nin hikayesini, Osmanlı’nın tarih sahnesinden çekilişi sonrasında bir yeniden doğuş olarak görmek mümkündür. Bu süreç, adeta bir kuluçka dönemi gibi, Türklerin kendini yenilemesi ve dönüşümü için gerekli zamanı kazanmasına olanak sağlamıştır.

Türklerin tarihteki en belirgin özelliklerinden biri, değişen koşullara uyum sağlama yetenekleridir. XI. yüzyıldan itibaren Anadolu’ya yerleşmeye başlayan Türkler, her yeni coğrafyada kendilerini yeniden tanımlayarak varlıklarını sürdürmeyi başarmışlardır.

Türkiye Cumhuriyeti, bu uzun tarihsel yolculuğun modern dönemdeki temsilcisidir. Bugün yaşadığımız süreci, köklü bir devlet geleneğinin demokratik yönetim anlayışına evrilmesinin doğal sancıları olarak görebiliriz. Anadolu’da kalıcı olmak ve tarihteki diğer Türk devletlerinden daha uzun ömürlü olmak, bu demokratik dönüşümü başarmamıza bağlıdır.

Günümüzde yaşananları yalnızca son çeyrek yüzyılla açıklamak eksik olur. Bu süreç, Orta Asya’dan Anadolu’ya uzanan bin yıllık mücadelenin nihai aşaması olarak değerlendirilebilir. Cumhuriyetin kuruluşu, Türklerin bu uzun tarihsel yolculuğunda adımlarını hızlandırdığı son düzlüktür. Bu yazıda, günümüz demokrasi mücadelesini bu geniş tarihsel perspektif içinde anlamlandırmaya çalışacağız.

Cumhuriyet: Laiklik ve Üniter Devlet

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesi, 600 yıllık imparatorluk geleneğinden radikal bir kopuşu temsil ediyordu. Bu yeni devlet, kulluk ilişkilerini reddederek yurttaşlık bilincini, teslimiyet yerine aktif katılımı öne çıkardı. Ancak bu dönüşümün iki temel dayanağı olan laiklik ve eşit vatandaşlık kavramları, toplum nezdinde tam olarak benimsenmemiştir. Cumhuriyetin sağlam kurumsal yapısına rağmen, bu iki konu sistemin en zayıf halkaları olarak kaldı; Dinin kamusal alandaki yeri ve etnik kimliklerin tanınması sorunu.

Yeni rejim bu konularda o denli hassastı ki, en ufak bir farklılaşma eğilimine bile sert tepkiler verdi. Ümmet toplumuna dönüş endişesi, Osmanlı geçmişinin neredeyse tamamen inkârına varan bir tutuma yol açtı. Hafıza kaybı yaşayan bir bireyin kimlik krizi geçirmesi gibi, toplum da bu köksüzleştirme politikalarından derinden etkilendi. Bugün geriye dönüp baktığımızda, bu yaklaşımın yarattığı sosyolojik gerilimler daha net görülebiliyor.

Ulus inşa sürecinde benimsenen katı milliyetçi yaklaşım ise Anadolu’nun çok dilli, çok kültürlü gerçekliğini görmezden geldi. Tarihsel bir olgu olan etnik çeşitlilik, çözülmesi gereken bir sorun olarak algılandı.

Atatürk’ün Liderlik Vizyonu

Osmanlı toplum yapısını bir arada tutan temel unsur, etnik kökenden ziyade İslami ümmet anlayışıydı. Devlet yönetiminde Türk siyasi geleneği hakim olmakla birlikte, gündelik yaşam büyük ölçüde şer’i hükümlerle düzenlenmekteydi. Bu ikili yapı, çok etnikli imparatorluğun yüzyıllarca ayakta kalmasını sağlamıştır.

Buna karşılık Türkiye Cumhuriyeti, laiklik ve üniter devlet ilkeleri üzerine inşa edilmiştir. Ancak bu radikal dönüşüm, özellikle din-devlet ilişkileri ve etnik kimlik politikaları bağlamında önemli gerilme anları yaratmıştır.

Atatürk ve silah arkadaşları, cumhuriyetin ilanı sürecinde tarihsel bir gerçeğin farkındaydı. Devrimin tüm kesimleri aynı anda memnun edemeyeceğini öngörüyorlardı. Buna rağmen, demokrasi idealinden taviz vermediler. İşgal altındaki bir ülkede bile Meclis’i açarak, savaş koşullarında temsili demokrasiyi sürdürdüler. Kurtuluş Savaşı’nın zaferle sonuçlanmasının ardından egemenliği millete teslim ederek yönetim biçimini cumhuriyet olarak belirlediler.

Atatürk’ün bir hanedanlık yerine demokratik bir yönetimi tercih etmesi, onun vizyoner liderliğinin en önemli kanıtıdır. Tarih kitaplarında hak ettiği yeri almasının nedeni de tam olarak budur. Kişisel iktidar yerine milletin iradesini merkeze koyması, köklü bir zihniyet devrimiydi. Milleti siyasetin öznesi yapan, düşünülmesi bile imkansız bir cesaretti. İnsanları kulluk psikolojisinden yurttaşlık bilincine geçiren bu hamle, hiçbir Türk’ün unutabileceği bir şey değildir.

1930’da Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kurulmasını teşvik etmesi ve çok partili hayata geçiş denemeleri, bu anlayışın somut örneğidir. “Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır….” sözü de bu kurumsallaşma vurgusunu yansıtır. Böylelikle kendisine yönelen sevgiyi cumhuriyete yönlendirmeye çalışmıştır. İnsanlar Atatürk’ü sevmeyebilir. Onun her fikrine katılmayabilir ama Cumhuriyetin değerlerine sahip çıkmalıdır.

Devletler de İnsan Gibi Hatalarıyla Büyür

Devletlerin yaşamı, insan hayatına benzer şekilde işler. Devletler de insanlar gibi doğar, gelişir ve zamanı geldiğinde tarih sahnesinden çekilirler. Sonsuza dek yaşayacak devlet fikri, doğanın temel yasalarıyla bağdaşmaz. Sağlam temeller üzerine kurulan bazı devletlerin yaşam döngüleri daha uzun olabilir. Ancak her devlet, değişen koşullara uyum sağlamak için kendini yenilemek zorundadır.

Bununla birlikte her devletin doğuşunda acılar olduğunu bilmemiz gerekir. Bir çocuğun büyüme dönemindeki gibi, devletlerin de dış etkilere karşı hassas olduğu evreler sancılı geçer. Olgunluk döneminde ise krizler, dönüşüm için fırsata dönüşebilir.

Dil birliğini sağlama çabaları, etnik homojenleştirme politikaları ve yerel kültürlerin görmezden gelinmesi, modern ulus-devletlerin ortak özelliklerindendir. Bu nedenle hiçbir devlet, diğerine kıyasla daha masum sayılamaz. Bu durumu, milletleşme sürecinin kaçınılmaz bir sonucu olarak görmek mümkündür.

Yeni kurulan devletler, ayakta kalabilmek için genellikle kendi sermaye birikim modellerini oluştururlar. İşin doğrusu, kendi ruhuna uygun zenginleri kendi eliyle yaratırlar. Ancak bu uygulamayı demokrasiyle paralel geliştirmezseniz yarattığınız zenginlik birkaç kişinin elinde toplanır. Rekabetçi bir ekonomi yerine her şeyi devletten bekleyen, devletin yardımı olmadan ayakta kalamayan kırılgan bir sermaye sınıfı oluşur. Bu durum, özellikle Türkiye gibi sermaye birikimini devlet eliyle gerçekleştiren bir ülkenin ağır bedeller ödemesine neden olur. Öncelikle yolsuzluk devlet eliyle teşvik edildiği için kurumsallaşır. Devlet, kendini soyanlara ses çıkaramaz ve hukuk adalet dağıtmamaya başlar. Bunun sonucunda yozlaşma kurumlardan topluma sirayet eder ve çürüme başlar.

Cumhuriyetin 100 Yıldır Kıramadığı Ekonomik Yapı

Bunu meşrulaştırmanın farklı yolları vardır. Mesela ülkemizde Atatürk’ün çevresinde bir koruma duvarı oluşmuştur. Sürecin böyle başlaması normaldir ancak iyi niyetle oluşan bu duvar en sonunda onu sömüren ve ondan fayda sağlayan bir bürokrasi yaratır. Onun arkasına saklanarak ordu darbe yapar, onu koruduğunu düşünen bürokrasinin yaptığı hataları halk görmezden gelir. İyi niyetle başlayan bu süreç sistemi tehdit eden bir yapıya kavuşur.

Cumhuriyetin ilk 100 yılı da bu sürecin tipik bir örneğidir. Devlet eliyle zenginleşen küçük bir azınlığın karşısında sistem dışına itilen kesimlerin umutsuzluğu ve öfkesi vardır. Yolsuzluğun devlet eliyle kurumsallaşması sonradan kırılması zor bir yapının kurulmasına neden olur. Kemal Tahir “Kurt Kanunu” kitabında devletin ekonomik modelini hazırlayanlara karşı Kara Kemal’i şöyle konuşturur;

Doğulu toplumlarda bütün kalkınma çabalarının gerçek celladı Batı sömürüsüdür. Ekonomide liberalizmi kabullenmek, içimize yerleşmiş gizli-açık yabancı örgütlerle boğuşmaktan, onları söküp çıkarmaktan vazgeçmektir. Gene bu çeşit iktisat politikasının olağan sonucu, sizi devlet gücünü kullanarak yerli zengin yetiştirmeye götürür. İçeride devlet desteğiyle yerli zengin yetiştirmeye sapıldımı bunun bizim gibi memleketlerde üst idareci kadrolara sıvaşmaması mümkün değildir. Üst idareci kadrolar, milli zenginlerle ortaklık da kursalar, rüşvet karşılığı aracılık da yapsalar, keselerine attıklarının her zaman on katını hatta yüz katını, şuna buna sus payı verip çarçur ettirirler. Bunlar hiçbir zarara katılmadan işin kaymağını yiyerek Batı anlamında kapitalist olamazlar. Bunlar ne kadar çok zenginleşirlerse devleti o kadar çok didiklerler. İçinde bulundukları şartlar dolayısıyla sınıf şuuruna varamadıkları için kendi devletlerini kurmaya yönelemezler. Batı anlamında sınıf karakteri olmayan enikonu sahipsiz devleti kendi hesaplarına çalıştırıp soymayı çıkarlarına çok daha uygun bulurlar.

Cumhuriyet, bu bağlamda tüm kesimleri kapsamadıkça bu ekonomik yapının kırılması zor görünüyor.

Dünya Değişiyor, Peki Türkiye..?

Devlet eliyle oluşturulan ekonomik model, zamanla kendine özgü bir elit sınıf yaratmıştır. Ancak bu modernleşme çabasının görünürdeki başarısı, derinde önemli çelişkiler barındırır ve beklenen sonuçları vermez. Devlet eliyle şekillenen bu ekonomik modelin toplumsal sonuçları, yalnızca gelir dağılımı veya sermaye birikimiyle sınırlı kalmamıştır. Derin etki, kültürel alanda da kendini gösterir.

Bu etkiyi Orhan Pamuk, Öteki Renkler kitabında “Türkiye’nin Taşralaşması” makalesinde kendi kişisel hikayesiyle anlatır. Bir İskandinav editörün, Budapeşte’ye döndükten sonra kendisine göndermesini istediği şeyleri sürekli hatırlattığını yazar. Orhan Pamuk, bulunduğu şehrin Budapeşte değil, İstanbul olduğunu söylemek istediyse de bunu utancından söyleyemez. Bu işte kendi payı da olduğunu düşünmesi, editörü düzeltmesini engeller.

Orhan Pamuk o günkü yazısında durumun tespitini şöyle yapıyor. “Bugünün Türkiye’sinin siyasi, yönetimsel ve ekonomik bunalımlarının içinden çıkılmazlığı, bu yönetici yeni seçkinlerin dünyadan yalıtılmış, yavanlaştırılmış, kısıtlı dünya görüşleriyle yakından ilgili. Kendi tek boyutlu, zorlamacı “Batılılaşma” anlayışında ısrar eden Cumhuriyet için bu yıllarda eleştirel düşünce kendi modernleşme çabasına karşı bir tehdit olarak gözüktü.”

Orhan Pamuk bu yazısını 1997 yılında Radikal Gazetesi’nde yayımlamış. Bir Türk aydınının o zamanki görüşlerini okuduğumda acaba bugünün Türkiyesi için farklı ne söylerdi diye merak ediyorum. Belki de sadece tarafların ve kurumların yer değiştirdiğini ama düzenin aynı kaldığını söyleyebilir.1990’lı yıllarda Batı’nın fikir zenginliğini dışarıda tutup sadece görünüşü kurtarmaya çalışan o dönem elitlerle bugünküler arasında ne fark var?

Türkiye, modernleşme için elzem olan çok sesliliği bitirecek darbeyi kendine bugün de böyle vuruyor. Aslında 1990’larda olduğu gibi bugün de tüm toplum, dünyadan kopuk ve uzak olduğunu biliyor. Üstelik o dönemden farklı olarak yapay zekanın olduğu, teknolojinin iletişimi bu kadar kolaylaştırdığı bir çağda, bizi hiçbir yere taşımayacak anlamsız tartışmalarla zamanımızı harcıyoruz. Bize dayatılan korkular, başımızı kaldırıp dünyaya bakmamızı engelliyor. Teknoloji çağının getirdiği fırsatları konuşmak yerine enerjimizi birbirimizle kavga ederek harcıyoruz.

Bin Yıllık Yolculuğun Son Durağı: Bir Neslin Tanıklığı

Bugün yaşadıklarım, gençlik yıllarımızın o “şeriat geliyor” korkusuyla geçen günlerini hatırlatıyor bana. Kendimizi Ordunun gölgesinde güvende hissederken , meğer o korkularımız üzerine kurulu bir çıkar ağı varmış. Her darbe ve muhtırada bir beladan kurtulduğumuzu zannederken, aslında hareket ettikçe ağa daha çok dolanan balıklar gibiymişiz.

Şimdi aynı düzen biz gidersek devlet çöker yalanıyla devam ettirilmeye çalışılıyor. Aynı oyunu bu sefer farklı aktörler tekrarlıyor. Bugün Cumhur İttifakı, korku siyasetini kendi iktidarlarının devamı için kullanıyor. İşin doğrusu, 1980’den beri değişmeyen senaryoyu güncelleyip yeniden önümüze koyuyorlar. Sadece tarafların değiştiği ama umut dolu halkın hep arada kaldığı bir oyun oynanıyor.

Halk, 2002 seçimlerinde bu düzeni tarihe gömdüğünü düşünürken, aslında sırasını bekleyenleri iktidara taşıdığını nereden bilebilirdi? Oysa bu çelişki, 600 yıllık imparatorluktan cumhuriyete geçişin kaçınılmaz bir evresiydi. Zira ümmet psikolojisinden bireysel yurttaşlığa uzanan yol, siyasi kırılmalarla dolu bir süreçti.

2002’de yaşananları şöyle okumak da mümkün: Halkın ‘kötü politikacıyı gömdüğünü’ sandığı o seçim, aslında demokratik olgunlaşmanın 1. aşamasıydı. Zihniyet dönüşümünü tamamlayacak nihai sıçramanın zamanı henüz gelmemişti. Çünkü unutmamak gerekir ki hiçbir devrim, kendisine muhalif olanları da içine almadıkça tamamlanamaz. Bugün geldiğimiz noktada ise cumhuriyet ile toplum, birbirini dönüştürerek ilerlemeye devam ediyor.

Türkiye, farklı inançlardan, kültürlerden meydana gelmiş bir mozaik. Farklı kesimlerin birbirini anlaması için cumhuriyetin bu evreyi de yaşaması gerekir. O dönem laikliğe karşı hassas insanları sömürenlerin yerini, bugün muhafazakar ve milliyetçi insanların duygularını sömürenler aldı. Dünün egemenleri laik kesimin şeriat korkusunu sömürürken, bugünküler devletin elden gideceği korkusunu sömürüyor. Değişmeyen tek şey ise korkunun siyasal sermaye olarak kullanılmasıdır. Ancak bu kötülüğü yapanlar, bu toprakların kadim bilgeliğini unutmamalıdır. Hiçbir kötülük, iyiliğin tohumlarını yok edemez. Her girişimde olduğu gibi, sonunda iyilik olmayan hiçbir şeyin başarıya ulaşma şansı yok.

Gençlik, Muhtaç Olduğu Kudretin Nerede Olduğunu Biliyor.

Anadolu’nun bu kadim bilgeliği, bana iyimser düşünme fırsatını veriyor. Son 23 yıla baktığımda bir şey değişmemiş gibi gözükse de aslında değişen önemli bir şey var. Genç cumhuriyetin olgunlaşma döneminde korkularıyla yüz yüze gelerek bunları teker teker aşması. Mesela dindar kökenli bir partinin iktidara gelip sistem içinde evrilmesi. Ayrıca vesayet mekanizmalarının sivil siyaset tarafından dönüştürülmesi ve askeri darbeler döneminin sona ermesi, cumhuriyetin kabuslarından kurtulmasını sağlıyor.

Yüzeydeki sürekliliğin altında derin bir olgunlaşma süreci yaşıyoruz. Bir zamanların şeriat tehlikesi, bu düzene muhalif bir partinin yönetime gelmesiyle bitiyor.

Buna ek olarak Türkiye, bu tarihsel süreçte ihtiyacı olduğu çok kritik bir şeyi kavrıyor. Kuruluş felsefesinin amacına uygun olarak kendisine güçlü liderlerden daha çok demokrasinin gerekli olduğunu anlıyor. Atatürk’ün “Cumhuriyet payidar kalacaktır sözü” bugün daha da anlamlı hale geliyor. Millet, devleti ayakta tutan şeyin güçlü liderler değil, güçlü kurumlar olduğunu özümsüyor.

Bugün gençlerin sokaklarda olmasının sebebi İmamoğlu’nun tutuklanmasından daha çok kişisel özgürlüklerin genişletilmesi. Bugün sokaklar kurumsal adalete olan ihtiyacı ve kutuplaşma yerine beraber yaşama arzusunu haykırıyor. Atatürk’ün “Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur” cümlesinin sadece özlü bir söz değil aynı zamanda bir öngörü olduğunu daha iyi anlıyoruz.

Cumhuriyetin bize öğrettiği bir şey var. Hiçbir karanlık, güneşin doğuşunu engelleyemez. Hiçbir gericilik, cumhuriyetin yaktığı özgürlük aşkını söndüremez ve hiçbir korku, cumhuriyetin demokrasiyle buluşmasını engelleyemez.

Ne Yapmalı? İktidar Nerede Hata Yapıyor?

İktidarın bunu görememesinin sebebi belki de devleti ve cumhuriyeti çok iyi tanıyamaması olabilir. Thomas Hobbes, Leviathan eserinde insanların kendilerini koruma hakkının doğal hukuktan geldiğini anlatır. İnsanlar kolektif güvenlik için bu egemenliğini devlete devreder. Kendini temsil etmesi için seçtiği insanlar da devletin bu imkanını kullanır. Egemenliği kullananın meşruiyeti, bu koruma işlevini yerine getirmesine bağlıdır. Egemen güç kendini halkın koruyucusu olmaktan çıkarırsa, meşruiyetini yitirir. Sonuç olarak birey, temsilcisinin kendine zarar verdiğine inanırsa doğadan gelen meşru hakkını kullanabilir.

Bugün iktidarın kavramakta zorlandığı şey, kendini egemenliği kullanan temsilci gibi değil de devlet olarak görmesidir. Kendini devlet olarak görmesi, gerçeklerden de kopmasına yol açıyor. Bu durum parti ve devlet ayrımının bulanıklaşmasına sebep oluyor. Bunun sonucunda lider kültü, kurumsal denetim mekanizmalarını aşmaya başlıyor.

İktidar, Cumhuriyeti Ne Kadar Tanıyor?

Son çeyrek yüzyıla baktığımda iktidarı bu yanılgıya götüren sebepleri görebiliyorum. Türk Milleti, 2002 öncesi siyasetten o kadar zarar gördü ki, iktidarın yaptığı hataları görmezden geldi. İktidarın bütün suçu muhalefete yüklemesine ses çıkarmadı. İktidarda bunu büyük bir politika zannederek sağduyusunu yitirdi. Karşısında muhalefet olmadan iktidar olmak, hiçbir ceza korkusu duymadan devleti keyfi yönetmelerinin önünü açtı. Ceza görmemenin verdiği güvenle suç ve yolsuzluk arttı. Oyunu kurallarına göre oynamamak, anayasaya uymamak siyaset olarak kabul edildi. Onları bu kadar pervasız yapan da herhalde bu hoşgörüydü. İktidar, bu durumun hep böyle gideceğini zannetti.

Kamuoyunun iktidara açtığı kredi o kadar büyük ki dünya siyaset tarihinde belki de eşi yoktur. İktidar partisinin icraatlarını bir lütuf gibi gösterme çabası, halkın onlara gösterdiği teveccühün yanında gerçekten komik kalıyor. Üstelik hizmet etmek onların göreviyken bunu milletin kendilerine bir borcuymuş gibi göstermek halkı küçük görmekten başka bir şey değil.

Burada bir şey yapması gereken birileri varsa bu muhalefet değil iktidardır. Aslında milletin ne dediğini çok iyi anlamıştır. Bu sebeple bir seçimle yeniden güven oyu almak zorundadır. Böylece kaybetseler dahi yeniden dönme şanslarını korumuş olurlar. Aksi takdirde toplumla bu şekilde inatlaşmak o yolun kapanmasına sebep olur.

Ancak bugünkü manzara bunun pek mümkün olmadığını gösteriyor. Bu da insanların kendini korumasını meşru kılıyor ve bu durum muhalefetin el yükseltmesine neden oluyor.

Türkiye’de Muhalefet, Halkın Enerjisiyle Dönüşüyor

Eylemlerin sokağa taşması iktidarın kimyasını bozarken muhalefeti de dönüştürdü. Türkiye’de muhalefet genelde iktidar karşısında etkisiz kalmıştır. Genelde iktidarın gündemini tartışır ve yeni bir söylem geliştirmekte yetersizdir. Ancak halkın enerjisiyle muhalefet kendi kimliğini kazanıyor. Bugüne kadar hep iktidarın tarafında olan halkın hoşgörüsünü arkasında hissedince öz güveni artıyor.

İmamoğlu’nun gözaltına alındığı gün muhalefetin bu cesur tutumunu belirleyen halkın tepkisidir. Halktaki bu coşku, Özgür Özel’i dönüştürmüştür. Muhalefet bugün kendi gündemini belirleyebiliyor. Bürokratik bir dilden sokakla bütünleşen bir söyleme geçebiliyor. Bunun sonucunda iktidarı eleştiren tepkisel politikaların yerini proaktif bir strateji alıyor. Bugün 19 Mart’takinden farklı bir muhalefet izliyoruz. Muhalefet, halkın coşkusunun başlattığı bu hareketi nasıl yöneteceğini öğrenerek yoluna devam ediyor.

Cumhuriyet esnedikçe sorunlar çözüme kavuşuyor

Cumhuriyet, sarsıldıkça kök salan bir ağaç gibi kendisiyle barışık olmayanları bile içine alarak güçlenmeye devam ediyor. Eksik yürüyen bir demokrasi de olsa kendisine inanmayanları eşit vatandaş görerek, Ak Parti’de olduğu gibi, onu iktidara getirecek fırsatları sunuyor. Sonuçta korkunun panzehiri, onu iktidara taşımaktan geçiyor.

Otoriter yönetim anlayışı ve din bir tehdit olmaktan çıktıkça cumhuriyet, önündeki son engele daha da büyük bir öz güvenle ilerliyor. İşin doğrusu, cumhuriyeti tehdit eden bir sorunun çözümü, bize Kürt sorununun aynı şekilde çözüleceğini gösteriyor.

Bugün toplum, Kürt meselesinin artık mahkemelerde değil, Diyarbakır’ın kahvehanelerinde, İstanbul’un inşaatlarında konuşulduğunda çözülebileceğini görüyor. Bir devlet memuru ile Kürt bir işçi, aynı takımın formasını giyip maç izlerken vatandaşlık tanımının bir anlamı kalmıyor.

Aykırıkları sistemin içine çekebildiğimizde, onun bir parçası yapabildiğimizde sistem yıkılmaz olur. Meclis’te Kürtçe konuşan bir vekil ile bir Türk milliyetçisi aynı kanunu birlikte savunduklarında milletleşme tamamlanır. Bu sıradan anlar, resmi söylemlerden daha güçlü bir birliktelik inşa eder. Sonuçta yasaklar değil, hikâyeler iyileştirir. Kürtlerin hikayesi de bir bölünmeyi değil, zenginleşmeyi anlatmalıdır.

Bir zamanlar özerklik talep eden Kürt hareketi, bugün bundan vazgeçerek eşit vatandaşlığı savunmaya başladı. Türkiye’den kopmak istemeyen Kürtlerin ayrılık değil daha fazla hak istemesi, onların da cumhuriyetin demokratik potansiyeline inandığını gösterir.

Cumhuriyet hiçbir zaman tamamlanmış bir proje değildir. Tıpkı canlı bir organizma gibi sürekli evrilir, dönüşür ve kendini yeniler. Kürt meselesinin çözümü de bu sürecin doğal bir parçasıdır. Yasaklarla değil, ortak hikayelerle yürüyecek bu yolculuk, Türkiye’yi gerçek anlamda millet yapar.

Sonuç

Bugün yaşadığımız tüm sıkıntılar, darbeler, laiklik tartışmaları, Kürt meselesi ve otoriterleşme eğilimleri aslında genç cumhuriyetin olgunlaşma sürecinin doğal parçalarıdır. İnsanlar bir şeyin değerini, onun yokluğunu hissetmeden anlayamıyor. Demokrasinin ekmek ve su olduğunu, laikliğin de demokrasi için neden bu kadar önemli olduğunu bu değerler tehlikeye düşünce anlıyoruz. Bir milletin tek bir ırktan değil, onu oluşturan tüm değerlerin birleşmesinden oluştuğunu farkediyoruz.

Bugün yaşananlar, bana genç bir cumhuriyetin ona düşman olduğunu düşünenleri de içine alarak büyümesini anlatıyor. Dindarların iktidara gelip cumhuriyeti yıkamadığı, Kürt siyasetinin güçlendiği ama ayrılık fikrinin eşitliğe evrildiği ve padişahlık özlemiyle yaşayanların aslında cumhuriyetin ne kadar güçlü olduğunu anladıkları bir durumdayız.

Cumhuriyet, korkularıyla yüzleştikçe güçlenen bir sistem. Onu kabul etmeyenleri de içine alabilecek kadar esneyebiliyor. Muhalifler iktidara geldikçe devletin onlara rağmen değil, onlarla var olacağını görüyorlar.

Cumhuriyet bu krizden dersini çıkardı ve yeni yönünü belirleyerek yoluna çıktı. Şu anda yaşanmakta olan hareketlilik, onun geçmişinde kalan ve ivmesi düştükçe hafızasında durağanlaşacak bir anıdan başka bir şey değil.

Hakan Tanar

Hakan Tanar, 1971 yılında Adana’da doğdu. Evli ve 2 çocuk babası. 30 yıl satış ve pazarlama sektöründe çalıştı. Satış temsilciliğinden üst düzey yöneticiliğe kadar farklı kademelerde görev yaptı. Kendi işini kurarak perakende sektöründe 8 yıl faaliyette bulundu. Edindiği en büyük tecrübe öğrenmenin hayat boyu sürdüğüdür. Yazmaya olan isteği ve öğrenmeye duyduğu merakı kendisinde kişisel blog kurma fikrini geliştirdi. Bilim, edebiyat, tarih ve felsefeye ilgi duyuyor. Bugün ilgi duyduğu konular hakkında bildiklerini ve öğrendiklerini Monolog’da paylaşıyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir