Fatih Sultan Mehmed: Türk Hakanı, Cihan Sultanı ve Kayser-i Rûm
Türk tarihindeki kırılma anlarından biri, Türklerin Anadolu’ya gelmesidir. Osmanlı Beyliği’nin Bizans’la komşu olması da bir başka kırılma anı olarak görülebilir. Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’u alarak Osmanlı Devleti’ni bir imparatorluk haline getiren ve Türklerin Anadolu’yu yurt edinmesine katkı sunan en önemli hükümdardır.
Anadolu, Doğu’nun ve Batı’nın birleştiği yer, kıtaların buluştuğu stratejik topraklardır. Batı’da Küçük Asya olarak adlandırılan Anadolu, her iki kültür için bir mücadele alanıdır. Doğu’nun ve Batı’nın diplerinden gelen enerjinin uç verdiği alandır burası. Zıtlıklardan güzel şeylerin çıktığı bu topraklar, bir anlamda Dünya’nın sürekli yeniden doğduğu coğrafyadır.
Anadolu, Dünyanın her iki bögesinde doğan düşüncelerin kaynaştığı, sentezlendiği ve karşı tarafa aktarıldığı bir koridordur. Bu topraklar, Doğu’nun ve Batı’nın ürettiği ham bilgiyi yutulabilecek küçük lokmalara bölen ve hazmedilecek kıvama getiren bir öğütücü gibidir.
Ne var ki medeniyetleri zenginleştiren bu bilginin akışı, Asya ve Avrupa’yı birbirinden ayıran stratejik boğazların üzerinden gerçekleşir. Bu nedenle boğazlara sahip olan Anadolu’nun da sahibidir. Anadolu’ya hükmeden de dünyanın kaderinde önemli bir yere sahip olur. Bu topraklar için gerek siyasi gerek askeri mücadelelerin bitmemesinin sebebi budur.
Boğazların ve Anadolu’nun Tarihteki Önemi
Homeros, yazılı tarihteki bu mücadelenin ilk örneğini İlyada Destanı’nda mitolojik bir dille anlatır. Truva Savaşı, Doğu ve Batı’nın birbirine üstün gelme mücadelesinin bilinen ilk örneğidir.
Heredot ‘Tarih’ eserinde, Perslerin Batı’ya yürüyüşünde Xerkses’in (Serhas), babası I. Darius gibi Hellespontos Denizi üzerine bir köprü kuracağını yazar. Böylece ordularını Avrupa’ya geçirebilecektir. Ayrıca bir başarısızlık durumunda, yeniden Asya’ya geçebileceği yolu da güvence altına almış olacaktır.
Büyük İskender, İssos ve Gaugamela’da yapılan savaşlarla Pers İmparatorluğu’nu yenmiştir. Ancak bu başarının temelinde, ordusunu Anadolu’ya taşımasını ve burada tutunmasını sağlayan Granicus Savaşı’nı kazanması yatar. Plutarkhos eserinde, sadık generallerinden Parmenion’un saldırmak için sabahı beklemesini tavsiye ettiğinde İskender’in “Granikos’tan korkarsa Hellespont’a utanç vereceğini” yazar.
Varna Savaşı’nda II. Murad, Anadolu Ordusunu Rumeli’ye geçirmekte çok zorlanmıştır. Kaynaklar, onu engellemeye çalışan Haçlı Donanması’nı, topçu kumandanı Saruca’nın gayretleriyle atlattığını yazar. Bu, savaşın talihini, belki de Osmanlı’nın kaderini değiştiren bir olaydır.
Yakın tarihte Çanakkale Savaşı ve son olarak Kurtuluş Savaşı da bu anlamdaki mücadelenin son örnekleridir. Rivayet odur ki, Atatürk bir konuşmasında Hektor’un öcünü aldığını söylemiştir.
Müslüman ve Hıristiyan dünyasında da İstanbul her zaman rekabet konusudur. İnanç odur ki, İstanbul’a sahip olan, Dünya’ya sahip olur. Boğazlar, her iki dünyanın birbirine açılan kapısıdır.
Fatih Sultan Mehmed’in düşünce dünyasında da İstanbul’u almak, Dünya Egemenliği mücadelesinde geçilmesi gereken bir eşiktir. Boğazlara sahip olmak, Anadolu’yu yurt edinmek ve Dünya’ya yayılmak için temel şarttır.
Fatih Sultan Mehmed sadece Türklerin ve İslam aleminin dünyasını değiştiren bir padişah değildir. Hıristiyan aleminin de manevi dünyasında derin izler bırakan bir cihan padişahıdır. Fatih, 29 Mayıs 1453’te, Doğu Roma İmparatorluğu’nun sonunu getiren ve yeni bir çağı başlatan büyük Türk Sultanıdır.
İstanbul: Osmanlı’nın Almaya Mecbur Olduğu Kızıl Elma
İstanbul’un Türklerin tahayyüllerinde farklı bir yeri vardır. Halil İnalcık, “Fatih Sultan Mehmed Han” kitabında Konstantinopolis’i, Osman Gazi döneminden başlayan, Osmanlıların uzaktan hayranlıkla seyrettikleri bir şehir olarak anlatır. İstanbul Türkler için, bir gün ele geçirmeyi tasarladıkları büyük efsanevi şehir, bir Kızıl Elma’dır. İşin doğrusu, Osmanlı’nın Bileciğe yerleşmesiyle bu tutku alevlenmiş, gözünü İstanbul’a çevirmiş, Trakya’ya çıkmasıyla da Konstantinopolis’in sistematik kuşatması başlamıştır.
Aslında coğrafyanın bir sonucu olarak Doğu Roma ve Türklerin kaderi kesişmiştir. İstanbul’un Türklerin eline geçmesi sadece bir zaman meselesiydi. Türklerin son darbeyi vuracak iradeyi yakaladığı, Bizans’ın da elindeki tüm askeri ve diplomatik enstrümanları tükettiği anda her iki taraf için kader anı gelmiş olacaktı. Kısacası hesaplaşma saati, fetihe giden yolda olması gerekenler olduktan sonra gelecek ve bir var olma savaşı verilecekti.

Osmanlı Beyliği’nin konumu, Türkleri Bizans ile sürekli temas halinde bırakan bir bölgeydi. Bu temas, bazen işbirliği ama çoğunlukla bir mücadele şeklinde devam etmiştir. Mesela Sultan Orhan, Bizans İmparatoru Kantakuzenos’un kızıyla evliliğinden dolayı imparatorun Sırplar ve Bulgarlara karşı mücadelesinde Bizans’a destek olmuştur. Ancak Türklerin Trakya’daki faaliyetleri Bizans tarafından her zaman korku ve kuşkuyla izlenmiştir. Uc Beyleri’nin akınlarının Bizans’ta dehşet uyandırdığı söylenir.
İstanbul’un kaderi aslında Yıldırım Bayezid zamanında çizilmiştir. I. Bayezid, 1396’daki ilk kuşatmayı başarısızlığa uğratmak için yardıma gelen Haçlı Ordusunu Niğbolu’da yendiğinde Bizans İmparator’u Manuel, yardım bulmak için, aslında kurtulmak için, Avrupa’ya gitmiştir. Bu zaman zarfında İmparator vekili ve Patrik, şehri sultana teslim etmek için hazırlıklara başlamıştır.
Halil İnalcık, kitabında Bizans diplomasisinin, Anadolu’daki gelişmeleri yakından takip eden Timur’la ilişkisinden bahseder. Sonuçta Ankara Savaşı’ndan sonra Bizans İmparatoru’nun tabilik için gönderdiği elçiyi kabul eden Timur, Rumeli’ne geçmek için gemiler yapılmasını emreder. İstanbul’un fethi için ilk kuşatma bu şekilde sonuçsuz kalır.
İstanbul’un 2. ve 3. Defa Kuşatılması
Yıldırım Bayezid’in sağladığı Anadolu Birliği’nin Ankara Savaşı’ndan sonra dağılmasıyla on bir yıl süren Fetret Dönemi başlar. Fetret Dönemi’nde kardeşi Süleymanı ortadan kaldıran Musa Çelebi, kardeşini destekleyen Bizansı cezalandırmak için İstanbul’u yeniden kuşatır. Ancak Bizansın desteğini alan Çelebi Mehmet, taht kavgasından üstün çıkar. Çelebi Mehmet, kardeşi Musa Çelebi’yi saf dışı bıraktıktan sonra da Bizans’la dostluğunu sürdürmüştür. 3. Kuşatma II. Murad zamanında olur. Bizans’ın desteklediği rakiplerini bertaraf eden II. Murad, İstanbul üzerine yürür ama başarılı olamaz.
Sultan Murad’ın saltanat için mücadelesi bittikten sonra padişahlık eski gücüne kavuşur. II. Murad, dedesi Yıldırım Bayezid’in bıraktığı yerleri tek tek geri alır. Osmanlı Devleti, özellikle 1430’da Selanik’in alınmasından İstanbul’un fethine kadar geçen 23 yılda bir kalkınma ve genişleme dönemine girer. Bu dönemde şehrin alınmasının önündeki bütün pürüzler ortadan kalkar. Rumeli, Balkanlar ve Anadolu’da tüm sorunlar çözüme kavuşur. 1430-1453 dönemi, Osmanlı’yı İstanbul’un fethine hazırlayan dönemdir.
Sultan Murad’ın Durumu ve II. Mehmed’in İlk Tahta Çıkışı
II. Mehmet’in saltanata giden hikayesi, babası II. Murad’dan kaynaklanan şartlardan dolayı diğerlerine göre biraz farklıdır. Osmanlı Tarihi’nde bir padişahın oğlu lehine tahttan çekildiği ilk örneklerden biridir.
Tarih II. Murad’ı iyi kalpli, eğlenceye düşkün ve hassas bir insan olarak yazar. Kendisinin bağışlayıcı, iyiliksever ve neşeli bir karaktere sahip olduğu söylenir. Zevk ve sefaya düşkün, şarap ve saz meclislerinden çok hoşlandığını kaynaklardan okuyoruz. Bu durum çok sevdiği oğlu Alâeddin ölünceye kadar devam etmiştir.
Bunların yanında insancıl, barışsever, savaştan nefret eden biri ve ahde vefa sahibi olduğu söylenir. II. Murad, dedesi I. Bayezid ya da oğlu II. Mehmet gibi fütühatçı bir padişah değildir. Devletin çıkarları gerektiği için savaşmak zorunda kalmıştır. Sultan Murad, ilim ve sanata değer veren, ince ruhlu bir şair ve hattat sanatına meraklı bir hükümdardır.
1443 yılında Karamanoğlu’yla yaptığı savaştan yeni dönmüşken Macarlar yeni bir savaş çıkarır. Osmanlı Ordusu toplama bir ordudur ve savaştan yeni dönen orduyu biraraya getirmek çok zordur. Neticede Murad, orduyu tam olarak toplayamamıştır.
Bütün bunlar yaşanırken Şehzade Alâeddin’in ölüm haberiyle yıkılan Sultan Murad, sefere itaatsiz bir orduyla çıkmış ve İzladi’de durumu kapıkulu askerinin gayretiyle güç bela toparlayabilmiştir. Savaştan kırgın ve üzgün dönerken tahtı bırakmaya karar vermiş olmalı. Padişahın yaşam tarzının toplumda yarattığı genel hoşnutsuzluk da bunda etkili olabilir. Özellikle oğlunun ölümü onda derin bir matem yaratmış ve bunu atlatamamıştır.
II. Murad, 1444 Temmuz ortasında tahtı oğluna bırakarak Bursa’da inzivaya çekildiğinde II. Mehmed’in ilk padişahlık dönemi de başlamış olur.
Varna Savaşı ve II. Murad’ın Tahta Çağırılması
Tarih, Murad’ın bu kararının yanlış olduğunu kısa zamanda gösterir. Tahtı bir an önce bırakmak için yabancılar lehine yaptığı cömert barış antlaşmaları ve sonucunda tahtı bir çocuğa bırakmasını, düşmanları güçsüzlük olarak yorumlar. Özellikle Macarlarla yaptığı antlaşmanın onlara da barışı getirdiğini düşünmesi stratejik bir hatadır. Bunun böyle olduğunu, durumu fırsat olarak gören Hıristiyan dünyasının Osmanlı’yı Balkanlardan çıkarmak için hemen harekete geçmesinden anlayabiliyoruz.
Haçlıların Tuna’yı aşması ve halktaki hoşnutsuzluk, Devlet yönetiminde bir şaşkınlığa sebep olur. Buna ek olarak Bizans, elinde bulunan ve tahtta hak iddia eden Çelebi Orhan’ı Osmanlı’ya karşı kullanır. Yıldırım Bayezid oğulları arasındaki taht mücadelesi, ancak İstanbul’un fethiyle, 29 Mayıs 1453’te, Çelebi Orhan’ın intiharıyla son bulur.
Özellikle bu çalkantılı dönemde birinci vezir Çandarlı Halil Paşa’nın zor günler geçirdiğini anlıyoruz. Mehmet yanlıları ile Çandarlı’nın dahil olduğu Murat yanlıları arasında anlaşmazlık baş göstermiş ve Halil Paşa duruma hakim olarak Murad’ı yeniden tahta çağırmıştır. İlk başta bunu kabul etmeyen Murad, daha sonra Bursa’ya gönderilen Kassabzade Mahmud Bey tarafından ikna edilerek buna razı olur.
Burada padişahlığın yeniden devri nazik bir sorun yaratmıştır. Murad, Rumeli’ne geçtikten sonra ve Varna Savaşı sırasında II. Mehmed yine padişah sayılmıştır. Ancak ordularının fiili idaresini alarak otorite Murad’a geçmiş, Mehmet Edirne’de “Kaimmakam” (Vekil) olarak kalmıştır. II. Murad’ın tekrar tahta gelmesi ancak iki yıl sonraki kayıtlarda görünür. Bu zaman zarfında yönetimde bir çift başlılık oluşmuştur. Murad’ın sıkıntılı bir süreçten sonra tahta geçmesi, gelecekteki bazı olayların kaderini çizer.
Mehmed’in 2. Kez Tahta Çıkması
Sultan Murad, Varna Savaşı’ndan sonra 1445 yılında Mehmet’i kendisine vekil bırakıp tekrar Bursa’ya döner. Ne var ki Sultan Mehmed yalnız kalınca, her padişahta olan İstanbul tutkusu alevlenir. Şartlar bunun için uygundur ama Murad’ın Sultan Mehmed’e danışman olarak bıraktığı Halil Paşa, Murad’ı bilgilendirerek oğlunun niyetinden söz eder. Sultan Murad, 1446’de yeniden Edirne’ye dönmüş ama bu sefer oğlunu Bursa’ya göndermiştir.
Mehmed, kendisinin devlet idaresinden uzaklaştırılmasının altında Halil Paşa’nın olduğunu anlar. Cezasını vermek için babasının ölümünü beklemekten başka çaresi yoktur.
Sultan Murad, belki de aşırı yorgunluk ve hareketli hayatın getirdiği bir tükenmişlikle 48 yaşında öldüğünde, Çandarlı ve etrafındakiler birdenbire desteklerini kaybetti.
Babasının ölümünden 15 gün sonra, 18 Şubat 1451’de, Sultan II. Mehmed, bütün Osmanlı ülkelerinin padişahı olarak Edirne’de ikinci defa tahta çıktı. Beklendiği gibi iç ve dış siyasette radikal değişiklikler hemen kendini gösterdi. İnsanlar, Mehmed’in destekçileri Zağanos Paşa, İbrahim Paşa ve Hadım Şehabeddin’in etkisiyle bir fütühat politikasını zaten bekliyordu.
Burada tarihin bir tekrarını görüyoruz. 1444’te ilk tahta çıktığında baş gösteren karışıklıklar yeniden kendini gösterir. Özellikle Anadolu’da durum kaygı verici bir hale gelir. Bu yüzden Mehmed bir süre de olsa babasının barış politikasına devam etmek zorunda kalmıştır.
Bizans imparatoru ise stratejik bir hata yaparak barışın bozulmasına sebep olur. İmparator Konstantin, Mehmed Karaman seferindeyken bu sıkışıklıktan yararlanmaya çalışmış, müddei Orhan Çelebi için vadedilen tahsisatı iki katına çıkarmak istemiştir. Aksi takdirde Orhan’ı serbest bırakacaklarını bildirmişlerdir.
Orhan’ın Rumeli’nde serbest gezmesi Mehmed’i çok düşündürmüş olmalı. Ancak bu olay, Bizans’ı yok etme azim ve kararını da pekiştirmiştir. Bu şartlar altında Karamanlılarla anlaşıp Edirne’ye dönmekten başka bir çare bulamayan II. Mehmed, Bizans elçilerini de Edirne’de görüşmek üzere geri gönderir.
Kuşatma Hazırlıkları
II. Murad öldüğünde İstanbul’un fethi için şartlar olgunlaşmıştı. Özellikle Osmanlı Devleti, Sultan Murad’ın 5 yıllık ikinci saltanatında Balkanlarda sorunlarını çözmüş ve yerini sağlamlaştırmıştı.
Osmanlı için İstanbul’u almanın sebepleri belliydi. Varna Savaşı’nda Haçlı Seferi için çalışan, himayesinde her zaman bir müddei bulunduran, iç ve dış siyasette artık Osmanlı’nın vizyonuna engel olan Bizans alınmalıydı. Bunun için şartlar müsaitti ve Türkler’in beklediği an gelmişti. Bu sebeple hazırlıklara hemen başlandı.
Sultan II. Mehmed, öncelikle boğazın trafiğini kontrol etmek için Anadolu Hisarı’nın karşısına Rumeli Hisarı’nı yaptırdı. Osmanlı, her iki kıta arasındaki olası hareketlere ve denizden denize geçişlere böylece hakim olacaktı. Sonrasında, Orhan için verilen tahsisatın kesilmesini emretti. Bizans ilk defa böylesine şaşkındı çünkü 20’li yaşlarında olan padişahın enerjisine yeni şahit oluyordu. Bizans İmparatoru durumun eskisinden farklı olduğunu böylece kavramıştır.
II. Mehmed, batıda izlediği barış siyasetiyle Macaristan ve Venedik’i tarafsız kılmaya çalışır. Bu azim karşısında en büyük muhalefet Çandarlı Halil Paşa’dan gelmiştir.
Devleti yıllarca yönetmiş tecrübeli devlet adamının devlet içinde ağırlığı öylesine büyüktü ki, harekatı en başından başarısızlığa sürükleme ihtimali vardı. Padişah da olsa Mehmed, Çandarlı’yı kendi görüşüne çekmek için çok çalışmıştır. Dönemin şartlarında Çandarlı Halil Paşa, Mehmed için vazgeçilmezdi. 1452 kışında, özellikle Veziriazam Çandarlı Halil ve onu destekleyenleri yanına çekmek için II. Mehmed Edirne’de Meşveret (danışma) Meclisini topladı.
Meşveret Meclisi’nde Kuşatma Kararının Alınması
Toplantı, daha çok tarihin kendilerine verdiği bir görevden kaçmanın mümkün olmadığını anlatan konuşmalarla geçmiştir. Tarihin bu noktasında, atalarının mücadelelerinin sonucu devletin geldiği konuma vurgu yapılır. Artık Bizans, atalarından aldıkları bu mirası büyütmenin karşısında bir engeldir ve ortadan kaldırılmalıdır. Sultan Mehmed buna gözyummanın imkanı olmadığını anlatır ve soruyu açıkça sorar. Her şeyin müsait olduğu bu zamanda, devletin varlığını tehdit eden bu şehir alınacak mıdır?

Toplantıya katılanlar padişahın coşkusuna ortak olurlar. Herkesin amacı farklı da olsa o an ortak akıl oluşur. Çandarlı Halil ve yandaşları çekinceleri olmakla birlikte, belki de korktuklarından, bu coşkunun önünde duramazlar ve savaş kararı böylece alınmış olur. Hatta surların sağlamlığından bahsedildiğinde padişahın şu sözleri, artık zihnen ve kalben İstanbul’a nasıl hazır olduğunu göstermek bakımından önemlidir. “Tanrı isterse surlar erir. Yüce Tanrı’nın bir zavallı kulu yürekten bir niyet ile bir şeyi murad etse onu mahrum ve mutsuz bırakmaz.” Bunun önünde artık tüm muhalefet susar.
İstanbul’un Kuşatılması
Savaş 6-7 Nisan’da ilk top ateşiyle başlar. 12 Nisan’da donanma komutanı Baltaoğlu, Haliç’i koruyan Hıristiyan donanmasına saldırır. Ancak yüksek bordalı Hıristiyan gemilerine üstünlük sağlayamaz. Bu durum Bizans’ta büyük sevinç yaratırken Osmanlı ordusunda ilk moral bozukluğu baş gösterir. 18 Nisan’da ilk kara saldırısı düzenlenir. Ancak 4 saat boyunca kazıklarla yapılmış siperi yakma girişiminde Osmanlı Ordusu başarı sağlayamaz.
Burada, savaşın kaderini belirleyen üç günden bahsetmemiz gerekiyor. 20-21-22 Nisan’da meydana gelenler, tarihte kırılma anlarının yaşandığı olaylardır. Olaylar, Papa’nın gönderdiği erzak ve cephane yüklü üç Ceneviz gemisini ve buğday yüklü bir Bizans gemisini Osmanlı donanmasının durduramamasıyla başlar. Mücadeleyi kıyıdan izleyen II. Mehmed, bu başarısızlık karşısında gazaba gelir. Savaşa girmek istercesine atını denize süren Sultan’ın öfkesi amansız olmuştur. Baltaoğlu, idamdan güçlükle kurtulur ve donanmanın başına Çakırcıbaşı Hamza Bey getirilir. Bu başarısızlık orduda bozgun derecesinde bir moral bozukluğuna sebep olur. Öyle ki, ordudan ayrılmalar yaşanır.
Bu olay savaşın seyrini değiştirir. Tarihe yön veren insanların bunu nasıl başardıklarını anlatması bakımından bu üç gün önemlidir. Herkese savaşın kaybedildiğini düşündüren bu yenilgi, Mehmed için düşmanı nasıl yeneceğini anlamasını sağlayan bir fırsata dönüşür. Düşman sevinirken aslında sonunun geldiğini görememiştir.
II. Mehmed’in Zor Günleri ve Ak Şemseddin’in Padişaha Mektubu
Öncelikle içte ve dışta yaşanan gelişmeler Sultan Mehmed’in bir an önce kuşatmayı zaferle sonuçlandırmasını gerektiriyordu. Bu sebeple, gecikmeden bir genel saldırı kararı alması gerektiğini anlar. Bu amaçla iç muhalefeti susturmak ve bozulan moralleri düzeltmek için 21 Nisan’da meşvereti toplar. Her ne kadar Osmanlı, Bizans’ta dehşet yaratıyor olsa da daha önce defalarca kuşatılmış şehrin hala ayakta olması, Türklerde bir umutsuzluk yaratmış olabilir.
Toplantıda, İstanbul’un alınmasında o ana kadar yağmaya izin vermeyen Sultanın buna müsaade etmesi de önemli bir motivasyon olur. Yağma kararı orduda sevinçle karşılanmıştır.
Ayrıca 21 Nisan günü Sultan Mehmed bombardımanın şiddetlendirilmesini emreder. Aralıksız top atışları sonucunda Bayrampaşa Deresi’ndeki kulede büyük hasar oluşur. Bu, ordunun moralini yükselten ayrı bir olaydır.

22 Nisan’da ise sadece Osmanlı Ordusu’nun moralini yükselten değil, aynı zamanda tüm Bizans’ın cesaretini kıran olay yaşanır. II. Mehmed, Liman (Haliç) tarafından bir kuşatma olmamasını kabul etmemiştir. Osmanlılar, donanmanın karadan taşınarak denize indirilme çalışmalarının hazırlığına muhtemelen günler öncesinden başlamıştı. Ancak durumun nazik olması sebebiyle faaliyetler hızlanmış olmalı. Böylece 70 gemi, kızaklar üstünde yürütülerek Galata üzerinden Haliç’e indirilir.
Bu üç gün, bir bozgun durumunu fetihe çeviren kesin bir aşamadır. Burada Fatih’in azmi ve kararlığını yükselten hocası Ak Şemseddin’in mektubundan bahsetmemiz gerekiyor. 20 Nisan’daki yenilgi üzerine Ak Şemseddin, ertesi gün Sultan Mehmed’e hitaben bir mektup yazar. Mektupta hocasının Sultan’a nasıl yol gösterdiğini görüyoruz.
Ak Şemseddin Padişah’a, öncelikle durumu olduğu gibi kabul etmesini, sakinlikle aksayan yönleri doğru bir şekilde tespit etmesini ve sorumluları cezalandırması gerektiğini söyler. Bu tedbirin, savaşın bundan sonraki aşamalarında askere bir ibret olacağını belirtir. Bunun yanında, askeri şevklendirmek için yağmaya izin vermesini de rica eder. Son olarak, kalben müslüman birinin fetih için harekete geçmesi gerektiğini yazar. Ak Şemseddin’in mektubu, Fatih’i düştüğü karamsarlıktan kurtaran, onun maneviyatını yükselten bir motivasyon kaynağı olur.
Fetihe Uzanan Yol
Savaşın bu aşamasında, o ana kadar el altından şehre yardım eden Cenevizliler, Osmanlı gemilerinin Haliç’e inmesiyle yardımı keser. Ancak yine de Bizans’ın inatçı direnişi umutların tam anlamıyla sönmesini engeller. Hatta Venedik ve Macarların yardıma gelmekte olduğu haberi askerler arasında yayıldığında, orduda yeni bir umutsuzluk havası hakim olur. Öyle ki askerler padişaha karşı söylenmekten çekinmezler.
26 Mayıs’ta genel saldırı için son harp meclisi toplandığında Çandarlı Halil Paşa, malum iddialarını tekrarlar ve çekilmenin devlet için hayırlı olacağını söyler. Zağanos Paşa ise bu fikre şiddetle karşı çıkar. Düşman karşısında bu kadar üstünken buradan dönmenin tarihi fırsatı tepmek olduğunu anlatır.
Batılıların, kendinden çok üstün Osmanlı’ya karşı birleşemeyeceklerini vurgulayan Zağanos Paşa’nın, durumu Çandarlı’dan daha iyi okuduğunu söyleyebiliriz. Ancak durumu en az onun kadar iyi okuyan Çandarlı Halil Paşa’nın, kişisel hesaplar yüzünden geri çekilmeyi savunması da yüksek ihtimal gibi görünüyor. Lakin Sultan Mehmed durumu böyle anlamıştır.
29 Mayıs 1453: Kızıl Elma Düşer
Sonuç olarak harp meclisi genel saldırı kararını alır. Sultan istemeyerek de olsa şehrin taşı, toprağı ve binaları dışında kalanları askere bırakır. 27 Mayıs günü genel saldırının 2 gün sonra yapılacağı askere duyurulur. Hazırlıklar bu yönde başlar ve daha önce belirttiğim gibi Bayrampaşa Deresi’ndeki “top yıkığı” kesimine yapılan bombardıman şiddetlendirilir.
28 Mayıs’ta askere istirahat izni verilir ve Sultan Mehmed, safları dolaşarak askeri yüreklendirir. Sonrasında otağında kumandanlarını toplayarak zafere inancını bir daha tekrarlar. Gece herkes duasını edip istirahate çekildiğinde Osmanlı Ordusu’na tam bir sessizlik çöker. Surların diğer tarafında, insanlar son anın geldiğini hisseder ve Ayasofya’da büyük bir ayin düzenlerler.
29 Mayıs gece 01:30’da II. Mehmed genel saldırı emrini verir. İlk saldırıyı yaya ve azeblerden oluşan hafif piyade birlikleri yapar. Sonrasında yıpranan düşmana Anadolu Askeri saldırıya geçer. Şafaktan 1 saat önce top ateşi sonucu ağaç siperde gedik açılır ve padişahın en seçkin birlikleri yeniçeriler savaşa dahil olarak bu yöne doğru ilerlemeye başlar.
Hıristiyanların komutanı Giustiniani ağır yaralanır ve Haliç’te bir Ceneviz gemisine kaçar. İmparator Konstantin’in yalnız kaldığını anlayan Sultan Mehmed, yeniçeriyi o noktaya yönlendirdiğinde Türklerin 300 yıllık rüyası artık gerçek olmuştur. Savaş fetihle sonuçlanır.
29 Mayıs genel saldırısı her iki taraf için bir son havasında geçer. Hem 1500 yıllık Roma İmparatorluğu’nun son savaşı olması hem de Türklerin hayallerindeki şehrin alınması, bu mücadeleyi bir kader savaşı yapar. Her iki tarafın son bir cesaretle yaptığı bu savaş, tarihte bir dönüm noktasıdır.
Fatih Sultan Mehmed: Roma’nın Mirasçısı
Çandarlı Halil Paşa, fetihin ertesi günü 30 Mayıs 1453’de tutuklanarak Edirne’ye gönderilmiştir. 1456 Mart ayına kadar hapis hayatı yaşamış ve idam edilmiştir. Bu bağlamda İstanbul’un fethi, Fatih Sultan Mehmed’i bir Cihan Padişahı yaparken, içerideki otoritesini de kesin bir şekilde sağlamıştır diyebiliriz.
Fatih Sultan Mehmed, sadece İstanbul’u fethetmedi. Türk Hakanı ve İslami Sultan unvanlarının yanına Kayser-i Rûm (Roma İmparatoru) sıfatını alarak Doğu Roma İmparatorluğu’nu yeniden yarattı. Bu statü, onda dünya egemenliği fikrini ciddi biçimde benimsemesine neden olmuştur. Bu fetih hareketini de Batı Hıristiyan dünyasına karşı yapacaktır.
Konstantinopolis’i alması, onu Roma’nın tek ve gerçek mirasçısı yapıyordu. İtalya’nın Otronto şehrine yaptığı seferi bu iddia ile temellendirmiştir.

Fatih’in bu iddiası, Hıristiyan dünyasını da farklı türde cüretkar yapmıştır. Papa II. Pius, Fatih’i Hıristiyanlığa davet eden mektubunda, Hıristiyanlığı kabul etmesi halinde cebren elinde tuttuğu Greklerin ve Doğu İmparatorluğu’nun yasal sahibi olacağını bildirir. Ancak Fatih Sultan Mehmed, dünya egemenliği için önceden de kullanılan bir yaklaşımı, yani Allah’ın kılıcı olmak ve kendisi için egemenliğin yazgısı olduğu inancını yaymak yolunda kararlı bir duruş sergilemiştir. Ortodoks Patriğini, Ermeni Patriğini ve Yahudi Başhahamı’nı İstanbul’a yerleştirmesi, bu makamların dünya başkentinde olması gerektiğine inandığı içindir.
Sonuç
Fatih Sultan Mehmed, Hıristiyanlar için iyi şeyler çağrıştırmayan ama Türkler ve Müslümanların gözünde ulu bir padişahtır. Ancak dünyada derin izler bırakmış bir kişi olarak tarih, onun etkisini ve mirasını tartışmasız kabul etmiştir. Fatih Sultan Mehmed, çağ değiştiren bir sultan, hem İslam dünyasında hem de Batı’da ismi saygıyla anılan bir Türk hükümdarıdır.
Fatih Sultan Mehmed, fethettiği İstanbul’u yeniden inşa etmek ve ihya etmek için devletin tüm imkanlarını seferber etmiştir. Çıkardığı vergi kanunları ve Kanunnameleri, yüzyıllar boyunca Osmanlı İmparatorluğu’nun hukuki ve idari düzeninin temellerini oluşturmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’nun en fütühatçı padişahı ve onu bir cihan devleti haline getiren kişi Fatih Sultan Mehmed’dir.