Mastodon

Monolog

Kişisel görüşler, düşünceler ve deneyimler. Her şeyin dönüştüğü bir çağda söyleyecek bir şeyim var.

Tarih

Doğu Cephesi: 2. Dünya Savaşının Kaderi, Hitler’in Hayalleri ve Stalin’in Gerçekleri

II. Dünya Savaşı, özellikle Soğuk Savaş sonrası kuşaklar için hayal gücünün ötesinde bir trajedidir. Bu kader savaşından çıkarılacak en önemli derslerden biri, bireylerin davranışlarından genelleme yapmanın yanlış olduğudur.

İnsanın karmaşık doğası, onu anlamamızı neredeyse imkansız kılar. Katlandığı acılar, hatta alçalmasının uç noktaları, doğasındaki en kötü yanların yanı sıra en iyi yanları da ortaya çıkarabilir. Tıpkı 2. Dünya Savaşı’nda birçok Sovyet askerinin iyi olduğu kadar zalim de olabilmesi gibi. Aynı şekilde, tutkulu hayaller, insanı bir şuursuzluğa sürükleyebilir. Tıpkı Nazi’lerin, Hitler’de somutlaşan Nasyonel Sosyalizm’in yaptıklarını normal karşılaması gibi.

II. Dünya Savaşı’nı hatırlatan semboller genellikle Batı’nın perspektifiyle anlatılır. Örneğin, Normandiya Çıkarması, savaşın kırılma anlarından biridir, ancak Almanları tek başına yıkmaya yetmemiştir. Oysa Doğu Cephesi’ndeki savaş, Batı’dakinden tamamen farklı bir doğaya sahipti. Batı’da savaş, uluslararası hukuk çerçevesinde yürütülürken, Doğu’daki mücadele bir imha savaşıydı. Bu, sadece bir yenilgi veya zafer meselesi değil, bir var olma ya da yok olma mücadelesiydi.

Bu, birbirinden nefret eden iki dünya görüşünün birbirini yok etmeye odaklandığı bir savaştı. Doğu Cephesindeki mücadele, Nasyonel Sosyalizm ve Bolşevizm’in sembolleştirdiği iki insan arasında, kişiselleştirilmiş bir mücadeleye dönüştü. Bir ideolojinin varlığının diğerinin yok olmasına bağlı olduğu trajik bir savaş yaşandı.

Versailles Antlaşması: Çiğnenen Gurur Barışı Getirmiyor

Savaşta bir ülkeye karşı galip gelseniz bile yapılan onursuz bir barış, daha büyük felaketlerin kapısını aralıyor. Bir ulusun aşağılanması, sağduyuyu toplu olarak bloke ediyor ve aşırılıkları filtre eden bilinç zayıflıyor. Coşkuların uç noktalarda yaşandığı böyle bir ortamda, bu duyguları sömürecek biri kitlenin içinden mutlaka çıkıyor.

Birinci Dünya Savaşı sonunda Kayzer kaçmak zorunda kaldığında bunun sebebi Alman Halkı’na belki çok iyi anlatılmadı. Savaşın sona ermesi belki de Almanlar açısından daha hayırlıydı ama halkın ikna olmadığını kaynaklardan okuyoruz. Ordu yerinde duruyorken, kaynaklar hala varken Almanya’nın teslim olmasına halk bir anlam veremedi. Ortada görünür bir yenilgi yoktu. 1919’da savaşın tüm suçunu Almanya’ya yükleyen Versailles Antlaşması’nın imzalanması, tabanda halkın tek bir duyguda birleşmesine neden oldu; ihanet..

Antlaşmayı imzalamak, o dönem iktidardaki Sosyal Demokratlar’a kaldı. Ne var ki ordu bu antlaşmayı kabul etmedi ve solcularla Yahudileri, Almanya’yı arkadan bıçaklamakla suçladı. Bu anlamda 1. Dünya Savaşı aslında yarım kalan bir hesaplaşmaydı.

1919 Versailles Antlaşmasının aşağıladığı Alman gururu, Nazi Partisinin doğmasına neden oldu. Ancak Naziler, 1. Dünya Savaşı’nın sonuçlarına faizini de ekleyerek yenilgiyi bu sefer görünür hale getirdiler. Bunu da Dünya’yı yakarak yaptılar. Dünya’nın böyle bir savaşı yaşaması, tarihin milyonda bir olasılığı arasında, bir kişiyle bir ulusun kaderlerinin kesişmesi sonucunda olmuştur.

Adolf Hitler: Hülyalı ve Saplantılı

Hitler, gençlik yıllarında sefalet içinde yaşayan, sanatçı ruhlu biriydi. Alman Ulusu’nun üstün bir ırk olduğuna inanıyordu. Çok güzel manzara resimleri yaparken aynı başarıyı insan çizimlerinde gösteremediği söylenir.

Savaş sonrası psikolojiyi yansıtması bakımından, Hitler’i Alman Halkı’nın bir minyatürü olarak görebiliriz. Toplum, yaşadığı travma, öfke ve intikam duygusunu sanki onda cisimleştiriyordu. Alman maneviyatını derinden hissediyor ve insanların anlatmakta zorlandığı duygularını, tam da bir Alman’ın istediği gibi, coşkulu bir şekilde ifade ediyordu. Yaptığı konuşmalarla, Alman halkının yaşadığı aşağılanma ve öfkeyi adeta dile getiriyor, onlara kaybettikleri gururu geri kazandırdığını hissettiriyordu. İnsanların kalbine dokunuyor, Alman Halkı’nın, unutması istenen köklerine doğru bir yolculuğa çıkmasını sağlıyordu.

Bir ulusun kaderinin, liderinden ayrı olamayacağı düşüncesini zihninde saplantılı bir şekilde geliştirdi. Son insan ölene kadar bitmeyen, lider kurşunu kafasına sıkana kadar devam eden, ya hep ya hiç mantığıyla bir var olma savaşı kafasında böylece şekillendi. Hitler, inancın bir ordu kadar güçlü olduğuna inanıyordu ve bu tutumunu mücadelesinin sonuna kadar tutarlı bir şekilde sürdürdü.

Hitler’in çatışmadan beslendiğini ve ciddi bir kimlik sorunu yaşadığını söyleyebiliriz. Böylesine hülyalı bir zihnin de suçu hep başkasında araması son derece doğaldır. Neticede yüce bir amaç uğruna yaşayan bir insan nasıl hatalı olabilir? Böylesine güçlü tutkular, zihnin bütün melekelerini kontrolü altına alır. Böylesine bir ruh, insanı sağduyudan yoksun ve gerçeklerden tamamen kopuk bırakır.

Hitler, adının tarihe yazılacağına inanıyordu ama bunun bugünkü şekliyle olacağı aklına hiç gelmemiş olmalı. Böyle olduğunu, İkinci Dünya Savaşı sonunda Ruslarla bir anlaşmaya kapıları kapatarak görüntüyü değiştirmek istememesinden anlayabiliyoruz.

1. Dünya Savaşı: Hitler’in İkinci Doğuşu

1.Dünya Savaşı, Adolf Hitler’i sefil hayatından kurtaran, aradığı kimliği ona veren bir savaştır. Savaşın sonucu, ona Almanya’ya borcunu ödeyebileceği bir hedef vermiştir. Birinci Dünya Savaşı’nın küllerinden doğan silik bir insanın, bir amaç uğruna neler yapabileceğini gösteren en iyi örnektir.

Savaşa doymayan, savaştan sonra huzur bulamayan gazilerden oluşan SA’nın bar darbesi, Hitler’in hayatındaki önemli kırılma anlarındandır. Öyle ki meşru hükümete yapılan darbeyi mahkemede ateşli bir şekilde savunması yargıcı etkilemiştir. 1. Dünya Savaşının hayal kırıklığı, meşru hükümete darbeyi yapanı da onun hukukunu savunmak zorunda olanı da aynı duygu ve mantıkta birleştirmiştir. Çok ağır ceza alması beklenen Hitler, 6 ay sonra serbest kalmış, hapis yattığı süre boyunca “Kavgam” eserini yazmış ve toplumda büyüsü artmıştır. 1933 yılı seçimlerinde çoğunluğu almasıyla tarihin seyrini değiştiren kırılma anı yaşanmıştır. Dönemin Almanya Başbakanı Franz von Pappen, Hitlerle ittifak kurarak iktidarı bir daha geri almamak üzere Nasyonal Sosyalizm’e teslim etmiştir. Belki de tarihte bir dipnot olarak kalacak Hitler, bu hareketle 60 milyon insanın ölmesine ve dünyada sınırların değişmesine sebep olmuştur.

Ne var ki Adolf Hitler’in Almanlara bir ruh verdiğini söylememiz gerekiyor. Dünya, ekonomik buhranla boğuşurken Hitler kamu harcamalarını artırarak istihdam yarattı. O güne kadar umutsuz ve kaygılı olan insanlar kendini işe yarar ve değerli hissetti. İzlediği kalkınma politikalarıyla işsizleri orduya aldı, otobanlar yaptı ve silah sanayi büyüdü. “Neşeyle Güçlen Programı”, insanların özlem duyduğu mutlu bir hayata ve kimliğe sahip olmasını sağlıyordu. Uyguladığı sosyal politikalar öylesine başarılı oldu ki, insanlar bir demokraside yaşamadıkları için mutluydular. Sonrasında Versailles Antlaşması’na rağmen Orta Avrupa’yı işgali ve Avrupa’nın buna sesini yükseltememesi, yerlerde gezinen Alman gururunu yükseltti. Özellikle Compiegne’de, Fransa’nın teslim anlaşmasında, Fransızların yaptığı aşağılamanın aynısını onlara yapması, zamanın geriye sarılması gibiydi.

Stalingrad Tutkusu: Almanya İçin Sonun Başlangıcı

Hitler, Alman Ulusu’nun varlığının en büyük düşmanlarının Yahudilik ve Bolşevizm oduğunu vasiyetinde belirtmiştir. Adolf Hitler, Dünya Komünizm İdelojisi’nin, Yahudi dünya görüşünün ifadesi olduğuna inanmaktaydı. Bu nedenle Nasyonal Sosyalizm ile Bolşevizm arasındaki mücadele sadece ideolojik değil, aynı zamanda ırksal bir savaştı. Bu savaşı da üstün bir ırk olan Ari Irk kazanmalıydı çünkü diğer türlüsü doğaya aykırıydı.

2. Dünya Savaşı’nın kaderini belirleyen kesinlikle Doğu Cephesi’ndeki gelişmeler olmuştur. Bismarck’ın, her ne pahasına olursa olsun Almanya’nın Rusya ile savaştan kaçınması gerektiği kuramını Hitler’in dikkate almadığını anlıyoruz. Fransa’nın savaşta devre dışı kalması ve İngiltere’nin eski gücünde olmaması, Hitler’i Sovyetler Birliği’ne saldırmaya teşvik etmiş olabilir. Ancak müttefiki Japonya’nın Pasifik’teki ihtirasını ve Amerika’yı savaşa sokma konusunda Churchill’i küçümsemesi, savaşı çok da iyi okuyamadığını gösteriyor.

Barborossa Harekatı olarak bilinen istilaya Mihver Güçleri, 4,5 milyon asker, 3.350 tank, 4.400 uçak, 46.000 top ve 625 bin atla katılmıştır. İstilaya böyle bir güçle girmesi, savaşın ana fikrini göstermesi bakımından önemlidir.

Barbarossa Harekatında Alman Kuvvetlerinin dizilişi
Barbarossa Harekatında Alman Kuvvetlerinin dizilişi Kaynak: Hub Pages

Çok hızlı ilerleyen Alman orduları, kısa sürede Moskova önlerine kadar gelmeyi başarmıştır. Ne var ki savaşın ikinci yılında, Moskova’ya taarruzlar devam ederken, generallerinin tüm itirazlarına rağmen Hitler, harekatın yönünü Stalingrad ve Kafkasya’ya çevirmiştir. Stalingrad’ın alınması için stratejik sebepler belki vardı ama Alman Ordusu’nun Moskova önlerinde savaşı bitirme şansı varken Hitlerin bu hamleyi yapması, bu kararın psikolojik olduğunu düşündürüyor. En büyük rakibinin ismini taşıyan sembol şehri almanın Hitler’de büyük bir manevi tatmin yaratacağı kesindi. Hitler gibi zihin dünyasına sahip birinin böyle kararlar alması, kendi içinde tutarlı bir davranıştı. Tarihe tek başına geçebileceği bir fırsatta bütün kararlarda tek söz sahibi olmalıydı.

Barabarossa harekatında Alman Birlikleri
Alman panzer ve motorize birlikleri Belarus’ta. Haziran 1941 Kaynak: Wikimedia

Neticede Hitler’in bu kararı, savaşın sonucunu belirlemiştir. Rusların inatçı direnişi savaşı uzatmış, Almanların stratejisini bozmuş ve Wehrmart’ın zayıf bıraktığı kanatlara saldırarak Alman Ordularını çembere almayı başarmıştır.

Barbarossa Harekatı: Almanlara Dönen Bumerang

Doğu Cephesi’ndeki gelişmeler savaşın seyrini tamamen değiştirmiş ve savaşı Alman topraklarına taşımıştır. 22 Haziran 1941’de başlayan Barbarossa Harekatı, Sovyetlerin 11 Mayıs 1945 tarihine kadar devam edecek “Büyük Yurtseverlik Savaşı” na dönüşmüştür. Her iki dünya görüşü arasındaki hesaplaşmanın Stalingrad’da değil, Berlin’de olacağı böylece kesinleşmiştir.

Ari Irk inancı, Hitler’in bütün eylemlerine yön veren bir din gibiydi. Yine de zihin berraklığının olduğu nadir anlar vardı. Mesela savaşın sonuna doğru bir konuşmasında, savaşın kaybedildiğini emir subayına itiraf ettiği söylenir. Ancak bir lider olarak bunu daha yüksek rütbelilerle konuşmalarında söylemiş olmasını bekleyemeyiz. Sonuçta hastalıklı bir tutkuyla bağlı olduğu davası, bilinçaltında yenilgiyi kabul etmesine müsaade etmiyordu.

Bu inançla Hitler, savaşın sonlarında Alman Kuvvetlerinin durumu tersine çevireceğini düşünüyordu. İngilizler ve Amerikalıların masaya oturmak zorunda kalacağına inanmaktaydı. Ancak Stalin’in Nazi Almanya’sını kesinlikle yıkmak istemesi, Ruslarla her türlü görüşmeyi kararlılıkla reddetmesine sebep oldu. Bu, haklı bir görüş gibi dursa da Hitler’in karakterinden gelen önemli bir etken küçümsenemez. Hitler, çapını abartan biriydi. Halkın sevgisi, belki de kendini mesih gibi görmesine neden oldu. Bu yorum abartılı gelebilir ama okült konulara ilgi duyması ve Aryan Irk’ı okültizme bağlaması, belki de kendine üstün vasıflar yüklemesine sebep olmuştur. Bu zihin yapısı, en temel gerçekleri dahi görmekten uzaklaştırmıştı kendisini.

Hitlerin Kamerillası: Kibirli, Beceriksiz ve Gerçeklerden Kopuk

Doğu Cephesi’nde işler gittikçe kötüleşirken Nazi Komuta Kademesi, savaşı masanın üzerindeki maketleri oynatarak, onlara afili adlar vererek, hayallerindeki orduları sahaya sürerek kazandıkları bir oyun gibi görüyorlardı. Mesela Kızılordu’nun ilerleyişini durdurmak için doğuda kalan birkaç tümeni “Vistül Ordu Grubu” adı altında birleştiriyorlardı. Neredeyse her yeni oluşum, kağıttan kaplan misali ordulardan oluşuyordu. Belki de zihinlerini teslim ettikleri yapay dünyaları gerçeği görmelerini engelliyordu. Himmler ve Goring gibi yöneticilerin çapsızlığını muhtemelen bu inanç örtmüştü. Sonuçta Ari Irk yenilmezdi ve zafer kaçınılmazdı. Kendilerini dünyanın kalanından o kadar soyutlamışlardı ki, savaş sonunda Hitler’in yerine geçebileceklerini düşünüyorlardı.

Nasyonel Sosyalizm’in, Bolşevizm ya da Demokrasi gibi dünyada bir karşılığı olduğuna inanıyorlardı. Savaştan sonra Dünya’nın bunu kabul edebileceğini düşünecek kadar sağduyudan yoksunlardı. Yaptıkları her şey savaş içinde nizamiydi ve her şeyi vatan uğruna yaptıklarını söylüyorlardı.

Savaşı, 09:00-17:00 mesaisi gibi düşünüyorlar, komuta merkezlerindeki odalarını zarif bir şekilde döşüyorlardı. Keyiflerinden ve rahatlarından ödün vermeden, sorumsuz ve sahadan tamamen kopuk bu yönetim, Alman Halkı adına en büyük riskleri alarak insanları ölüme gönderiyorlardı. Mesela Reichführer SS, Alman Polis Şefi, İçişleri Bakanı, Yedek Ordu Komutanı ve Vistül Ordu Grubu Başkomutanı Himmler, sabah banyosunu alır, kahvaltısını yapar, kişisel masörünün masajından sonra 10:30 gibi mesaisine başlardı. Goebbels’in “topyekün savaş” söyleminin pratikteki yansıması, Nazi Üst Yönetimi’nde böyle karşılık buluyordu.

Sovyetlerin her kilit noktayı almasından sonra bir “karşı saldırı” ve “divan-ı harp” ile olayı zihinlerinde savuşturuyorlardı. Belki de askeri bilgileri bundan fazlasına izin vermiyordu. Guderian gibi tecrübeli ve sağduyulu generallerin aksini savunması, hainlikle suçlanmalarına sebep olabiliyordu. Korkunun sonucu gelen aşırı itaat, subayların gerçek fikirlerini söylemelerine engeldi.

Josef Stalin: Gerçeklerin Peşinde, Paranoyanın Kıskacında

Madalyonun öteki yüzünde farklı bir portreyle karşılaşıyoruz. Stalin, bir devlet aklı taşıyan, zihnini fantezilerin değil gerçeklerin yönlendirdiği bir liderdi. Ancak zihin dünyasını Bolşevizm şekillendirmişti. Hitler, gençliğindeki ezikliğin verdiği utancı, bir halkın kaderini kendininkine bağlayarak ürettiği fantezilerle dengelemeye çalıştı. Örneğin, ‘Lebensraum’ (yaşam alanı) gibi vaatlerle Alman halkının duygularını istismar ederek, gerçekdışı hayallerini bir inanca dönüştürdü. Stalin ise bireysel bilinci kolektif bilince dönüştürme amacıyla hareket etti. Ancak Bolşevizmin katı ideolojisi ve aşırı kuşkuculuğu, onu paranoyak bir tutuma sürükledi. Buna düşmanının gücünden duyduğu korkuyu ve müttefiklik ilişkilerindeki güvensizliği eklediğimizde yaşadığı derin yalnızlığı anlayabiliriz. Hitler nasıl hülyalarını bir inanca dönüştürdüyse, Stalin de aldığı her bilgiyi bir tehdit olarak gördü.

Amerikalıların Manhattan Projesiyle atom bombasını geliştirdiğinden Stalin’in haberi vardı. Rusların Berlin’e yürüyüşünün temel planı, Berlin’deki atom araştırma tesislerinde bulunan bütün donanımı ve uranyumu, Amerikalılar ve İngilizler gelmeden önce söküp almaktı. Sovyetlerin uranyumdan yoksunluğu, Kızılordu’nun Dahlemde bulunan Kayzer Wilhelm Fizik Enstitüsü’ne müttefiklerden önce ulaşmasını gerektiriyordu. Bu durum, Sovyet Komuta Kademesinde bir telaş ve paranoyaya sebep oluyordu.

Bu paranoya, aynı zamanda işlevsel bir yan da taşıyordu. Sovyetler, halkı diri tutmak ve sistemi kökleştirmek için iç ve dış düşmanlara ihtiyaç duyuyordu. Stalin’in kuşkuculuğu, bu ihtiyacı karşılıyordu.

Stalin’in bütün kuşkularında haklı olduğu tek taraf, Almanların Ruslara esir düşüp Gulag kamplarına gitmemek için Batı Cephesi’ne nazaran daha sıkı dövüştüğüdür.

Stalin: Savaş Sonrası En Kazançlı Lider

Bu arada müttefikler, savaş sonrası planlarını da geliştirmeye başlamışlardı. Savaş sonrası dünyayı konuşmak için Stalin, Churchill ve Roosevelt Yalta’da bir araya geldiğinde ne istediğini bilen bir tek Stalin’di diyebiliriz. Churchill, Polonya’nın bağımsızlığının daha önemli olduğunu düşünürken, Roosevelt savaş sonrası bir Birleşmiş Milletler kurulmasını istiyordu.

İngilizler, Polonya’nın sınırlarından daha çok hükümet şeklini önemsiyordu. Ancak ne Churchill ne de Roosevelt, Almanların 1941’de Rusya’yı istilasının Stalin üzerindeki etkisini ve bir daha böyle baskınları yaşamama kararlılığını anlayamadı. Stalin’in burada haklı gerekçeleri vardır. Rusya’yı her işgal etmek isteyen devletin Polonya’yı bir koridor gibi kullandığı tarihi bir gerçektir. Berlin’e yürüyüş planını “Büyük Vatanseverlik Savaşı” olarak adlandırması bu yüzden anlamlıdır.

Churchill, Roosevelt ve Stalin, Yalta Konferansında
Winston Churchill, Franklin D. Roosevelt ve Josef Stalin Yalta Konferansında. Şubat, 1945

Yalta Konferansında Stalin, kozlarını çok kurnazca ve kararlılıkla oynayarak istediğini almayı başardı. Stalin, Almanya sınırlarının yaratacağı nüfus hareketlerinin sonucunda oluşacak can kaybını göz ardı edecek kadar pragmatikti. Amerikalıların Stalin’i küstürmekten kaçınması ve çekingen davranması da Stalin’i cesaretlendirmiş olabilir.

Batı cephesindeki ilerleyiş doğudaki kadar hızlı olmamıştır. Savaş sonrası siyaset, İngiliz Askeri Stratejisi’ni etkilerken Amerikalılarda böyle bir hava yoktu. Mesela İngilizler Berlin’e Sovyetlerden önce girmenin savaş sonrasında Stalin karşısında önemli bir koz olacağını biliyorlardı. Bu durumun bozulan güç dengesini düzelteceğini savunmuşlardır. Oysa Amerikalılar en az zayiatla savaşı bitirmenin peşindeydi. Bu nedenle Eisenhower daha temkinli ve yavaş hareket etmiştir. Japonların teslim olmaması ve ana karaya yaklaştıkça direnişin sertleşmesi, Amerikalıların endişelerini artırmıştır. Almanya’nın işgalinden sonra, Sovyetleri Japonlara karşı savaşa sokmak isteyen ABD, Stalin’e karşı bu nedenle biraz çekingen davranmış olabilir.

Amerikalıların Berlin için Sovyetlere nazik davranması, aslında farkında olmadan aldıkları doğru bir karardı. Berlin’in ele geçirilmesi, savaş sonrası pazarlık meselesi yapılacak bir konumda değildi.

Churchill: Ne Nazizm Ne de Bolşevizm, Demokrasi Her Zaman Kazanır

Bu yazının konusu Doğu Cephesi olsa da, Churchill’e bir parantez açmam gerektiğini düşünüyorum; çünkü demokrasi her zaman kazanır. II. Dünya Savaşı, bir liderler savaşıydı. Bazı liderler ülkeleri için bir felaket olurken, Churchill, İngiliz halkını böyle bir kader savaşında dirençli tutmayı başardı.

Churchill, demokrasinin bir ürünüydü. Tıpkı I. Dünya Savaşı’nın Hitler’i küllerinden yarattığı gibi, II. Dünya Savaşı da Churchill’in yeniden doğuşunu sağladı. Faşizme karşı demokrasiyi savundu ve halkın moralini yüksek tutarak hayatın devamını sağladı. Churchill, komutanların korkmadan fikirlerini söyleyebildiği ve ortak akılda buluşabildiği bir liderlik tarzı benimsedi. Özellikle Çanakkale Savaşı’nda yaptığı hatalardan önemli dersler çıkardı. Churchill’in şu sözü, geçmiş hatalardan ders çıkarmanın ve bilgece fikirlerin bile riskler taşıyabileceğinin önemini vurguluyor: “Geçmişe dönüp baktığımızda en büyük hatalardan dersler çıkardığımızı ama en bilgece fikirlerimizden de zarar gördüğümüzü anlarız.”

Churchill’i özel yapan hareketlerden biri, I. Dünya Savaşı’nda Çanakkale’den sonra bahriye bakanlığından istifa edip cephede binbaşı olarak görev yapmasıydı. Bu deneyim, onun sorumluluk almayı ve hatalardan ders çıkarmayı öğrenmesini sağladı. Ayrıca, Çanakkale Savaşı’nda aldığı önemli derslerden biri de, sorumluluğun tek bir kişide toplanması gerektiğiydi. Bu sebeple II. Dünya Savaşı’nda sadece başbakan değil, aynı zamanda savunma bakanı olarak da görev yaptı ve başarısızlığın tüm sorumluluğunu üstlendi. Churchill’in, savaşacağı değerler konusunda zihni çok netti. Özgürlük ve bağımsızlık hissiyatını halka çok iyi aktarabilmişti.

Kızılordu’nun İntikamı: Stalingrad’dan Berlin’e Taşan Öfke

Almanların Sovyet topraklarında yaptıkları, bir Rus’un hafızasından kolayca silinmez. Bu nedenle, Stalingrad’da savaş tersine döndüğünde, “Büyük Yurtseverlik Savaşı” aynı zamanda bir intikam savaşına dönüştü. Kızılordu’nun intikam hissi, Berlin’e yaklaştıkça daha da yakıcı hale geldi ve Sovyet Savaş Makinesi’ni durdurulamaz kıldı.

Raising a flag over the Reichstag - Restoration.jpg
By Yevgeny Khaldei/ Adam Cuerdenmil.ru[1], Public Domain, Link Sovyet Askerleri Reichstag’a Sovyet bayrağını Dikiyor. 2. Dünya Savaşının sonu.

Bu intikam duygusunu besleyen birkaç faktör daha vardır. Öncelikle, totaliter bir devletin ordusu olan Kızılordu, kaotik bir disiplinsizlik yaşıyordu. Aşırı propaganda yüklemesi, özellikle genç subayları psikolojik olarak yıpratmıştı. Stalingrad’dan sonra, Almanların yaptıklarına duyulan öfke, Sovyet askerlerini daha da hırslandırdı. Bu, yağma gibi bazı olaylarda kastını aşmıştır.

Bir diğer faktör, Alman yaşam standardının sanılandan daha yüksek olmasıydı. Bu bolluk ve düzen, Sovyet askerlerini kışkırtıyordu. Antony Beevor, kitabında bir Sovyet askerinin, ‘Bütün o düzgün konserve ve şişe sıralarına yumruğumu indirmek düpedüz hoşuma gider’ dediğini yazar. Almanların bu refah içinde yaşarken neden Sovyet topraklarına saldırdığını anlayamıyorlardı. Bu kıskançlık ve öfke, intikam duygusunu daha da körükledi.

Erkeklerin Savaşında Kadın Olmak

Bu intikam ateşi, Doğu Cephesinde özellikle kadınlarda büyük travmalara sebep oldu. Kızılordu’nun kadınlara karşı tutumunu, Stalin’in subaylara bir seferi eş edinmelerine izin vermesi şekillendirmiş olabilir. Ancak bahsettiğimiz gibi, Almanların Stalingrad’da yaptıkları Kızılordu’da bir intikam meselesi haline gelmişti. Bunun üzerine Sovyet propagandası da eklenince, düşünceleri geriye döndürmek mümkün olmadı.

Sovyet Askeri Stratejisine göre kadınlar ganimetti ve edinilmiş mal olarak görüldü. Sovyetler, Avrupa’yı faşizmden kurtarmanın bir ödülü, bir fetih hakkı olarak görüyordu bunu.

Almanların en büyü hatası, Kızılordu’nun ilerleyiş yolu üzerindeki içki stoklarını yok etmemeleriydi. Alman Komuta Kademesi, sarhoş düşmanın savaşamayacağı düşüncesindeydi. Oysa alkol, zafere ulaşmış Kızılordu askerlerinin kutlama yapmak için tam da ihtiyaç duyduğu şeydi. Normal hayatta bilinçaltında serbest gezen erkek şehveti, zafer sarhoşluğunun getirdiği disiplinsizlikle birlikte ortaya çıktı. Bu şehvetinin yoğun ve ayrımsız olduğu bir savaşta, askerler, aldıkları alkolün etkisiyle kazandıkları cesareti nazik olmak için değil, hakettikleri bir malı hoyratça sahiplenmek için kullandı. Sonuçta erkeklerin savaşında yine kaybeden kadınlar ve çocuklar oldu.

Berlin’in düşüşü büyük bir kıtlığı beraberinde getirmiştir. Yiyeceğe sahip olmak, güç sahibi olmak anlamına geliyordu. Bu güç, cocuğunu doyurmak zorunda olan bir annenin karşı koyabileceği bir şey değildi. Otorite boşluğunun yarattığı şiddet ve yokluğu düşündüğümüzde, kadınların himaye ve gıda elde etmek için yaşadıkları çaresizlik anlaşılabilir.

Sonuç

2. Dünya Savaşında 60 milyon insan öldü. Bu savaşı özel yapan, sadece devletler arası ihtilaflar değildi. Aynı zamanda bir insanın tutkularının, bir ulusu esir almasıydı. Gençliğinde silik ama hayalperest bir insanın gücü ele geçirdiğinde neler yapabileceğine şahit olmak bakımından önemliydi. Bir ulusun ezilmişliğinin verdiği öfkenin bir insanda nasıl sembolleşebildiğini gördük. Galip devletlerin, bir ulusun onuruyla çok da oynamaması gerektiğini öğrendik.

Adolf Hitler, kafasında yarattığı savaş oyununu kuralına göre bitirdi ve son kurşunu kendine sıktı. Savaş bitti ve kışkırtıcılar Nuremberg’de cezalandırıldı. Sonra ne oldu? Soğuk savaşla beraber insanlığı bir kaç defa yok edecek nükleer silahlarımız oldu. Savaştan sonra yeni Hitlerler çıkmasın diye kurulan BM bugün sadece isimden ibaret içi boş bir kurum. Bugün esen savaş rüzgarlarının sebebi de Naziler değil. Şeytan, kendini farklı kılıklarda göstermeye devam ediyor. Tarihte tekrar eden şey savaşlar, suçluların yargılanması, cezalandırılması ve yeniden yeni savaşlara yelken açılması. Bir türlü yapamadığımız şey ise insanın ikiyüzlülüğünü yargılayıp cezalandıramayışımız.

2. Dünya Savaşı hafızalarımızda en çok yer eden savaş. O da şu an için.

Hakan Tanar

Hakan Tanar, 1971 yılında Adana’da doğdu. Evli ve 2 çocuk babası. 30 yıl satış ve pazarlama sektöründe çalıştı. Satış temsilciliğinden üst düzey yöneticiliğe kadar farklı kademelerde görev yaptı. Kendi işini kurarak perakende sektöründe 8 yıl faaliyette bulundu. Edindiği en büyük tecrübe öğrenmenin hayat boyu sürdüğüdür. Yazmaya olan isteği ve öğrenmeye duyduğu merakı kendisinde kişisel blog kurma fikrini geliştirdi. Bilim, edebiyat, tarih ve felsefeye ilgi duyuyor. Bugün ilgi duyduğu konular hakkında bildiklerini ve öğrendiklerini Monolog’da paylaşıyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir